"Türkiye'ye
hakikaten son verilmiştir. Bundan sonra belini doğrultamaz. Zira biz onun
manevî kuvvetini mahvettik. Bu kuvvet, Hilâfet ve İslâmiyet’tir."
İngiliz Avam Kamarası’nda
Lord Curzon böyle demişti.
Bu cümle
söylendiğinde Hilâfet’in kökünden yıkılması tamamlanmıştı. İslâm’ın, devletin
anayasası, ümmetin yasası ve hayatın nizamı olması durumu; İngilizlere hizmet
eden ve onların ajanı olan hainler eliyle sona erdirildi. Dolayısıyla samimi
olan kimseler, İngilizlerin bütün kâfir devletlerarasında küfrün başı olduğunu
söylediklerinde, bu cümlenin tam da ifade ettiği manayı kastetmiş oluyorlar.
İngilizler hakikaten küfrün başı ve İslâm’ın en azılı düşmanlarıdır. Müslüman
kadınlar, çocuklarına emzirdikleri sütlerle beraber İngiliz düşmanlığını ve
onlardan intikam almayı da emzirmelidirler. Yeryüzündeki ve Türkiye'deki
Müslümanlar, istememelerine rağmen İngilizler, yerli işbirlikçi ve ajanlar
vasıtasıyla İslâm’ı ve Hilâfet’i ortadan kaldırdılar. Böylece yeryüzünün bütün
bölgelerinden, Allah'ın indirdiğiyle hükmeden yönetim kalkıp, onun yerine küfür
ve Allah'ın indirmediği hüküm/yönetim sistemleri kaldı. Bütün insanlar arasında
ve bütün dünyada tahakküm eden tağutun hükmü tatbik edilmeye başlandı.
Burada insanın
aklına bir soru geliyor; kâfirler Hilâfet’i bu kadar kolay mı yıkacaklardı, onu
siyasi hayattan böyle kolay mı sileceklerdi? Müslümanlar, yüz milyonlarca nüfus
kalabalığına sahip olmalarına rağmen dinlerini ve siyasi varlıklarını müdafaa
etmeyecekler miydi? Bunun cevabı: Evet, kâfirler Hilâfet’i bu derece bir
kolaylıkla yıktılar. İslâm’ın siyasi hayattaki varlığını böylece sildiler.
Müslümanlar ise buna karşı bir müdafaada bulunmadılar. Hatta mücadele meydanını
bırakırlarken bile hiç olmazsa bir mağlubun vurduğu son darbeyi dahi
vurmadılar. Bunun meydana gelmesinin sebebi ise bu büyük felaketin vukuu
bulduğu sırada, ölüm-kalım icraatlarını/uygulamalarını gerektiren
sorunların/davaların ümmet tarafından idrak edilememiş olması ve dolayısıyla
bunların fertlere ve kamuoyuna hâkim olmamasıdır. İşte bundan dolayı bu
öldürücü darbe ümmete vaki oldu. Zira bu olayın vukuu bulması ümmet tarafından,
ümmetin devamını veya sonunu ilgilendiren bir hadise gibi algılanmadı. Bunun
için ümmetin varlığına inen bu bela, onun varlığının bağlı bulunduğu
davalar/sorunlar kadar ehemmiyet kazanamadı. Bundan dolayı ümmet ona karşı
ölüm-kalımın gerektirdiği tavır ve hareketlerle karşı koymadı. Böylece
kâfirler, Hilâfet’i ve İslâm’ın nizamını ortadan kaldırdılar.
Beka duygusu;
yeryüzündeki halklara ve dünyada, her ümmete en küçük bir münakaşa ve tereddüte
düşmeden, kahramanca canını ve kanını verebileceği esas davaları takdir
etmiştir. Bu davalar, ruhun kaybolması ve onun muhafazası veyahut bir milletin
varlığının ortadan kalkması veya onun bakî kalması ile ilgili olan davalardır.
Bunlar, bütün insanlar nezdinde sanki tek bir davadır. Bu hususta benimsenen
icraatlar/uygulamalar da birbirlerine pek yakın bir sayıdadır. Zira bu
icraatlar hissedilir bir şekilde hayatı tehdit eder. Dava tek olduğu gibi bu
husustaki icraat da tektir. Yalnız bu beka duygusuna ilişkin davalar hayati
davaların hepsini teşkil etmez. Aynı zamanda hayati davaların hepsi, beka
duygusuna bağlı değildir. Başka bazı hayati davalar da vardır ki, bunlar
dindarlık veya cinsiyet duygularına dayanır. Fakat insanlar, hayat görüşlerine
göre, bu hususta ve bunlar uğrunda teşebbüs edilecek icraatlarda ihtilafa düşmüşlerdir.
Çünkü bunlara, hayati bir ehemmiyet verdiren muayyen bir görüştür.
Değişmelerinin ve bu husustaki icraatların muhtelif olmasının sebebi de budur.
Bu sebepten ve hayata ait bu görüş ayrılıklarından dolayı milletler ve ümmetler
nezdinde hayati davalar muhteliftir. Müslümanların bir takım hayati davalara
sahip bir ümmet olduğundan şüphe yoktur. Bu davaların hepsi, ister bekaya,
ister cinse, ister dine ait olsun onların hayata bakışlarına göre olması
gerekir. Onların hayat hakkındaki bakış açılarını ancak, İslâm tayin eder.
Bunun için hayati davaları ve bu uğurdaki icraatlarını İslâm yönlendirir.
İslâm insanlara,
hayati davaları beyan etmiş ve bunların uğrunda hayata veya ölüme ait
icraatları açıklamıştır. Bunun için Müslümanlar bu davaları tayin etmekte serbest
değildirler. İslâm’ın hayati dava kabul ettiği her şey, Müslümanlar indinde
öylece kabul edilir. Bu dava uğrunda hayatı veya ölümü seçmede serbest değildirler.
Zira İslâm bu davaları sınırlandırdığında, onların uğrunda yapılacak icraatları
da Müslümanlara sınırlandırmış oldu. Bu durum karşısında İslâm’ın geleceğini ve
Müslümanların Müslüman olmaları itibariyle geleceğini tehdit eden şeylerin
vukuu bulması açık seçik belliydi. Hayatta her hareketin özellikle reformcu ve
doğru hareketin geleceğini tehdit eden şeylerin vaki olması açıktır. İslâm'ın
şafak sökmesinden beri İslâm ile küfür arasındaki mücadele en şiddetli şekilde
devam etmekte idi. Bu mücadele, küfrün ve İslâm’ın akıbeti etrafında dönüyor.
İslâm Devletinin, Medine'de kuruluşundan beri fikrî mücadelenin yanı sıra,
bugüne kadar devam eden kanlı mücadele de olanca şiddetiyle devam ediyor. İşte
bu mücadele, hayati davaların müdafaası için yapılmıştır. Bundan dolayı,
Müslümanlar için bu hayati davaların oluşturulması kesin ve açık bir meseledir.
Buna ilaveten ölüm-kalımın gereklerini benimsemeleri de açık ve kesin bir
meseledir.
Müslümanlar, hayati
davaları müdafaa etmekte bir an dahi kusur etmediler. Her hayati dava için
ölüm-kalımın gerektirdiği işleri yapmakta tereddüt göstermediler. Onların, bir
ümmet ve bir devlet olmaları itibariyle, haçlı savaşlarında varlıklarını tehdit
eden bir şey vukuu bulunca haçlı kâfirler karşısında ölüm-kalımın gereklerini yerine
getirmek için bir asırdan fazla devam eden şiddetli harplere giriştiler. İslâm
ümmeti, kendine indirilmek istenen öldürücü darbeyi geri çevirmeyi başardı.
Moğolların, İslâm memleketlerine hücum ettikleri esnada da aynı şeyi yaptılar.
Böylece İslâm ümmeti, varlığını tehdit eden Moğolların hücumları karşısında,
ölüm-kalımın gereklerini yerine getirdi. Müslümanlar onlara karşı harplere
giriştiler. Bu hususta birçok canlar feda ederek açık bir zafere ulaştılar. Bu
suretle Müslümanlar, hayati davaları idrak ediyorlar ve bunlara karşı alınacak
tedbirleri yerine getiriyorlardı. Bu da ölüm-kalımın gereklerini göz önüne
almaktı. Çünkü İslâm’ın hayati davalara dair açıklamaları Müslümanlar nezdinde,
"çelik elle" tuttukları hakikatlerdi. Bunlara arız olacak tehlikeleri
açık bir şekilde idrak ediyorlardı. Geleceklerini tehdit eden bir hadise vukuu
bulunca ona karşı, İslâm’ın gerektirdiklerini yerine getirmemelerine -ki o
ölüm-kalım uygulamalarıdır- asla ihtimal yoktu. İslâm ümmetine ve İslâm
Devleti’ne, hayati davaları idrak etmemek ve onları anlamamak gafleti arız
olmamıştı. Dolayısıyla bu uğurdaki icraatları idrak etmemek, onlara riayet
etmeyi kavramamak ve bunları tatbike koymaktan geri kalmak da vaki olmamıştı.
Fakat İslâm anlayışı, bozulma derecesinde zaafa uğrayınca ve nefislerde de açık
küfre karşı sükût edecek dereceye kadar takva zayıflayınca bu hayati davalar,
hayatiliklerini kaybettiler. O uğurda, ölüm-kalımın gerekleri yapılmadı. İşte
bu sırada gelecek tehlikeye düştü. Müslümanlar, onun uzaklaştırılması için
canlarını ve kanlarını can-u gönülden harcamadılar. Hilâfet’in yıkılması vukuu
buldu, İslâmî nizam zail oldu ve İslâm ümmeti, tamamen yok olma tehlikesiyle
karşılaştı. Binaenaleyh İslâmî görüş açısından, aynen Kitap ve Sünnet’ten
geldiği gibi, İslâm’ın "ölüm-kalım" davalarını idrak etmek gerekir.
Bunlar uğrundaki icraatlarda Kur'an-ı Kerim ve Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in hadisinde geldiği gibi idrak
edilmelidir. İşte bu anda ölüm-kalım derecesindeki davalar ve onlar uğrunda
yapılacak icraatlar için uygun kavrayış meydana gelir. Bunları geri bırakmak
ihtimal dışı olur.
İslâm ümmeti İslâm
akidesine inanan, İslâm ahkâmını yürürlüğe koyan ve bütün insanlara İslâm'ın
mesajını taşıyan ümmettir. İslâm ümmetinin durumunun böyle olması gerekir.
Ümmetin şu andaki duruma gelişi, aşağıda açıklayacağımız üç şeyin kendisinde
bozulmasıyla oluştu.
1- İslâm akidesiyle
ilgili husus:
İslâm akidesi her
Müslüman'da hâlen mevcuttur. Fakat bu akidenin hayat fikirleriyle ve yasamayla
hiç alakası kalmadı. Böyle olunca da bu akide Müslümanın duygularını tahrik
etmiyor, hayatında onu harekete geçirmiyor, kendilerine hâkim olan gerileme ve
düşüklük durumlarından kurtarmıyor. Hâlbuki ümmetin işlerinin İslâm hükümlerine
göre yürütülmesi konusu İslâm akidesini canlı kılar, hayatın her alanında da
canlılığı ve izzeti gerçekleştirir.
Yine ümmette yer
alan İslâmi akidenin bozulmasıyla, Müslümanın cennete ve nimetlerine özlemini
tahrik etmediği gibi, cehennemden ve azabından korkmaz hâle gelindi. Allah Subhânehu
ve Teâlâ’nın rızasını talep etmek için onu çalışmaya sevk etmez oldu.
Diğer taraftan, bu
akide artık Müslümanları birbirine bağlamaz hâle geldi. İslâm akidesine dayalı
İslâm kardeşlik bağı zaafa uğradı, hatta bu bağlılık neredeyse tamamen yok olma
hâline geldi. Onun yerine asla bağ niteliği taşıyamayacak başka bağlar meydana
geldi. Neticede ayrı ayrı halk ve devletçikler hâline geldiler. Küfrü ve
kâfirleri dost edinmeye başladılar. Öyle ki, İslâm'ı ve Müslümanları vurma
uğrunda olsa bile kâfirleri dost edinir oldular.
Oysa ki Al-i İmran Suresinin
103. ayet-i kerimesinde Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَاعْتَصِمُواْ
بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ
عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم
بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.
Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler
birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu
nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz...”[1]
2- İslâm
hükümlerini uygulamakla ilgili husus:
Müslümanların bütün
yöneticileri kurucu zihniyetin laik, demokratik yolu üzerinde yürüdüler.
İslâm'ı akide ve şeriat olarak devletten ve hayat işlerinden uzaklaştırdılar.
Yerine küfür nizamını getirdiler. Böylece kapitalist sistem ve Batı kanunlarını
uyguladılar. Küfür akidesi olan dini devletten ayırma ilkesine davet ettiler.
Küfür sistemlerini, hükümlerini ve kanunlarını korumak için kendilerini birer
bekçi olarak tayin ettiler. Daha kötü olan ise hayata İslâm hükümlerini geri
getirmeye çalışan her İslâmi hareketle savaşmaya kendilerini adadılar.
Müslümanların başlarındaki bu yöneticilerin, İslâm'a ve ümmetine karşı hileler
ve entrikalar kurduklarını görüyoruz. Bu yöneticiler, İslâm'ın hayat, devlet ve
devletlerarası ilişkiler için evrensel bir ideoloji olduğuna güvenmiyorlar.
İslâm ümmetinin, büyük ümmetler arasında yerini bulabileceğinden emin değiller.
Kâfir büyük devletlerden, mülk edindikleri yok edici silahlardan, aldatma ve
kurnaz üsluplarından kalplerine giren müthiş korkulara sahipler.
Ümmetin ve ümmetin
yöneticilerinin içinde bulunması gereken tutumu açıklamak için Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem hadisi şeriflerinde şöyle buyurdular:
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara
uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve Rasul’ün
sünneti.”[2]
3- Bütün insanlara
İslâm Risaletini taşımakla ilgili husus:
İslâm risaletini
yüklenen ve cihad sancağını taşıyan İslâm Devleti, kâfirler tarafından ortadan
kaldırıldı. Yine kâfirlerin mefhumları ve kültürünü taşıyan karton devletçikler
kuruldu. Bu devletçikler kâfirlere her hususta yardım ediyor, Batı’nın
bozukluğunu ve zehrini ümmete yayıyorlar. Müslümanların akıllarına ve
nefislerine bu zehri sokarken, İslâm davetini taşıyanlarla savaşıyorlar ve
kâfirlerin kültürüyle savaşan, her Müslüman'ı eziyorlar. Bu karton devletler
cihadı değiştirip onu barışa ve teslimiyete dönüştürdüler. Hatta nefsi ve ırzı
savunmada cihadı ilga ettiler. Kesin ve tam bir şekilde bilelim ki, İslâm
otorite ve devletsiz hayat sahnesinde bulunamayacaktır. Müslümanlar da kendi
işlerini yürütecek, varlıklarını koruyacak, ümmetler arasında bir ümmet olarak
gerçek yerini temin edecek tek bir İslâm Devleti olmayınca kendileri için
kalkınış ve vücut olmayacaktır.
Şüphesiz ki,
İslâmiyet'in hayat vakıasına ve iktidara geri dönmesi, devletin resmî dininin
İslâm olduğunu belirten bir maddenin anayasaya koyulması veya İslâmiyet'in
anayasa ve kanunlar için bir kaynak olduğunu ifade eden bir maddenin bulunmasıyla
da mümkün olmaz. Çünkü böyle bir madde koymak şeklî ve değersiz bir şey olduğu
gibi, idarecilerin Müslümanları aldatmak için başvurdukları bir yoldur.
Şüphesiz ki,
İslâm'ın yeniden iktidara ve hayat vakıasına dönmesi ancak ve ancak İslâm
akidesini anayasa ve diğer kanunlar için bir esas olarak kılmakla ve var olan
bütün iktidar şekillerini iptal edip İslâm'daki iktidar şekli olan halifelik
veya imamlığı tekrar iade etmek, mevcut olan bütün anayasa ve kanunları ortadan
kaldırıp onların yerine Allahu Teâlâ'nın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti’nden ve
onların göstermiş olduğu şer'î kıyas ve icmadan alınan ve İslâm akidesine göre
tesis edilen anayasa ve kanunlar koymakla gerçekleşir.
Allahu Teâlâ,
hayatımızın her işinde İslâmiyet'i uygulamamızı farz kıldığı gibi, İslâmiyet'in
bakış açısıyla da, kayıtlı olmamızı farz kılıyor. Yine bütün vakıa, olay, nizam
ve fikirlere bakarken helal ve harama bakmamızı farz kıldığı gibi, onu ölçü
olarak kullanmamızı da farz kıldı. Nitekim bu helal ve haram ölçüsü Hilâfet’i
iade etmeyi ve Allahu Teâlâ'nın hükmünü yeryüzüne tekrar geri getirmek için
çalışmamızı farz kıldı. Bu nedenle üzerimizden günahı kaldıralım. İdarecilerin
direnişleri, vahşice işkence çektirmeleri ve zulümleri bizleri dehşete
düşürmesin. Azimlerimizi kırmasın. İslâmiyet'i yeniden hayata iade etmek için
yapacağımız çalışmada mallarımız, çocuklarımız, eşlerimiz, aşiretimiz, ticaret
ve mülkümüz bizi engellemesin. Zira bunların hepsi fanîdir ve bütün bunlar
Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın nezdinde bizim için mazeretler değildir.
Öyle ise Allahu Teâlâ’nın emrine icabet edelim ki başarılı olup zilletten
izzete çıkarak dünyada ve ahirette Allah'ın azabından emin olarak O'nun sonsuz
rahmet ve nimetlerine kavuşalım.
Müslümanların hem
Allahu Teâlâ’nın indindeki mesuliyetlerinden kurtulmaları, hem de dünyadaki şu
zilletten kurtularak izzete kavuşmaları ve böylelikle dünya ve ahirette
kurtulanlardan, ebedi saadete kavuşanlardan olmaları için İslâm nizamını
yeniden hayata hâkim kılacak ve Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan Hilâfet Devleti’nin
kurulması için ihlasla çalışmaları, mücadele etmeleri, Allah Subhânehu ve
Teâlâ’nın şu ayetine dikkatlerini vermeleri olmazsa olmaz şartlardandır:
قُلْ إِن
كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ
وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا
وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ
فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ
يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
"Deki, babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz
ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan Rasulü’nden ve Allah yolunda
cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın emrinin (dünyada belaların ve ahirette
azabın) gelmesini bekleyin. Allah fasık kavmi (Allah'tan ve Rasulü’nün ve O’nun
yolunda cihat etmekten başka şeyler tercih eden yoldan çıkmış, sapmış kavmi)
hidayete erdirmez."[3]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış