Giriş
Tarihin
başlangıcından günümüze kadar insanlar çok değişik siyasal ve ekonomik
sistemler altında hayatlarını idame ettirmişler, monarşiler, oligarşiler,
değişik demokrasi tipleri ve farklı diktatörlükler onları esir almıştır. Yine insanlık
değişik dönemlerde bazı medeniyetlerin yükselişine bazılarının da çöküşüne
şahit olmuştur.
Günümüz İslâm
coğrafyası da Batı’nın karanlık döneminin yaşandığı bir zaman diliminde vahyin
aydınlığı ile şereflenmiştir. 14 asır süren bu aydınlık, İslâm’la
şereflendiklerini unutanları ona sırt çevirdiklerinde de zelil etmiştir. Şu an
işte bu süreci, çöküntüyü yaşamaktayız. Tabii ki bu çöküntünün yüzyıllara
dayanan bir geçmişi söz konusudur, hiçbir şey birdenbire olmamıştır.
Hak ile batılın
mücadelesinde tarihî seyirde insanları cehennem çukurlarından kurtaran değişimin
mimarlarının yüce yaratanın elçileri ve ilahi mesajlar olduğunu görürüz. Vahiy,
bozulan toplumsal yapıyı yeni baştan düzenlemek ve ıslah etmek için insanlara
lütfettiği hakkı batıldan ayıran ve insan fıtratına uygun hükümleri belirleyen
ilahi yasalardır.
Bununla birlikte
batıl davasını güdenlerin mücadeleleri de ardı kesilmeden hep devam etmiştir. Tüm
ilahi öğretilerin ana esprisi kula kulluğu reddedip, Allah'ın yasalarına teslim
olmak iken bunun hilafına çalışan ve kendi kulluk sistemlerini inşa etmenin
mücadelesini verenler hiç eksik olmamıştır.
Bu minvalde İslâm
coğrafyası uzunca bir süre toplumlara liderlik yaptıktan ve gayri İslâmi
yönetimleri dize getirdikten sonra, özüne aykırı tutumlar sergilemeye başlayarak
konumunu yitirmeye başlamış, böylelikle de hak ile batılın mücadelesinde
batılın kefesini kuvvetlendirmek isteyenlere gün doğmuştur. Günümüz İslâm
coğrafyası artık Batılı fikirlerle hemhal olunan bir yere dönmüştür.
Son şer’î yönetime
sahip Osmanlı’nın ahir zamanlarındaki Batılı fikirlerin İslâm coğrafyasına
giriş sürecinde özellikle 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 Birinci
Meşrutiyet Anayasası ve 1908 İkinci Meşrutiyet süreci tamamen dış devletlerin
baskıları ve içeriden devşirdikleri taraftarları eliyle gerçekleşmekle beraber,
bu değişim kendiliğinden oluşmayıp, yabancı devletlerin baskısı ile gerçekleşmiş
ve Avrupa’daki gibi bir halk hareketi; aşağıdan yukarıya yönelen bir baskı ve
istek sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Daha çok yukarıdan aşağı bir
uygulama ve toplum mühendisliği şeklinde gerçekleşmiştir.[1]
Bu devşirme Batı meftunu
bazı evlad-ı Osmanlı’nın o günkü durumu, Mehmet Akif’in şiirinde şöyle resmedilmiştir:
Sonra zenginlerimiz: Haydi gidin, fen
getirin.
Diye, her isteyenin şahsına bilmem
kaç bin
Ruble tahsis ile sevkeylediler
Avrupa'ya;
Pek fedakâr idi hemşehrilerim
doğrusu ya.
Bu giden kafileden birçoğu cidden
tahsil
Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş
de sefil,
Hepsinin namını telvise bihakkın
yetti...
Gönderenler ne peşiman oluyorlar
şimdi!
Hiç unutmam ki, cömerdin biri, hem
zengin adam,
Beni yüzdürdü nihâyette şu sözlerle:
İmam,
Günde on kere gelip istediniz, hep
verdim.
Yine vermezsem eğer millet için,
nâ-merdim.
Yalınız, ehline gitsin bu emekler...
Olur a,
İş bizim Avrupa yârânına benzer
sonra!
Hâli ıslâh edecekler, diyerek kaç
senedir,
Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı
nedir?
Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar
kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edebsiz
sustu.
Bir selamet yolu varmış... O da
neymiş: Mutlak,
Dini kökten kazımak sonra, evet
Ruslaşmak!
O zaman iş bitecekmiş... O zaman
kızlarımız
Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız
Örtüden sıyrılacak... Sonra da
erkeklerden,
Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten,
Müslümanlar o sebepten bu sefalette
imiş:
Ki kadın "sosyete"
bilmezmiş, esarette imiş!
Din için, millet için iş görecek
alçağa bak:
Dini pamal edecek milleti
Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza
gösterelim,
Başka bir marifetin varsa haber ver
görelim!
Al okut, Avrupa tahsili desinler,
gönder,
Servetinden bölerek namütenahi para
ver;
Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş
beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin
bellediğin!
Sade bir fuhşumuz eksikti, evet,
Ruslardan...
Onu ikmal ediverdik mi, bizimdir
meydan!
Kızımın iffeti batmakta rezilin
gözüne...
Acırım tükrüğe billahi, tükürsem
yüzüne![2]
Propaganda Araçları
Propaganda en temel
anlamda bir ikna etme sürecidir. İkna etmek, bir bildirim ve bilgi iletimi
biçimidir. Ancak olgusal olarak propaganda kavramı; eksik, yanlış, kasti ve
tasarlanmış bir bildirim ve bilgi verme sürecidir. Propaganda, sistematik
uygulamaları ile bir grubu, topluluğu ya da bir bireyi zihnî olarak yeniden
biçimlendirmedir. Bu biçimlendirme başta bilişsel olmak üzere toplumsal,
kültürel ve siyasal anlamda propaganda yöntem ve tekniklerine uygun biçimde
gerçekleşebilmektedir.
Batı dünyası İslâm’ı
yenemeyince önce kendi toplumunu İslâm’dan uzak tutmak, ardından Müslümanları
İslâm’dan uzaklaştırmak için kirli olduğu kadar tahrip edici bir propaganda savaşı
başlattı.
Profesyonel düzeyde yürütülen bu savaş bütün kirliliği ve tahrip gücü
yükselerek günümüzde de devam etmektedir.
Psikolojik savaş
ise konvansiyonel savaş yöntemlerinden, sıcak çatışmalardan, terörden bağımsız
olarak çağımızda çok önemli bir yeri olan; bugün diğer yöntemlerle birlikte büyük
bir yüzdelik dilim kaplamaktadır. Süper güçler, Yeni Dünya Düzeni’ne yönelik
çalışan iyi ve kötü (özellikle kötü odaklar); başarıyla psikolojik savaş
esaslarına uyum sağlamakta ve psikolojik savaşın gerektirdiği gibi milyar
dolarlık basın-yayın-medya kaynaklarıyla propaganda yapmaktadırlar. Aslına
bakacak olursanız propaganda; bir nevi çarpışma yöntemidir. Birini övecek veya
yerecek şekilde işinin ustası kişiler tarafından yapılan propagandada amaç;
hedef kitlenin dikkatini belli bir yöne çekmek, belli bir amaca yöneltmek,
belli hassas noktalara dokunarak hedef kitleyi istenen doğrultuda harekete
geçirmektir. İşte Batı dünyası propagandasını ajan yöneticiler vasıtasıyla
yasal düzenlemelerle, bazı örgütlü cemaatsal yapılar ve sivil toplum
kuruluşları üzerinden yapılan çalışmalarla ve yine görsel ve yazılı basın ve diğer
medya araçlarıyla gerçekleştirmektedir.
Günümüzde medya
gücü hafife alınamaz büyüklüktedir. Aslında “medya” deyince günümüz
sosyal medya ağları aklımıza geldiğinden medyanın gücünün yeni bir keşif
olduğunu sanırız. Hâlbuki medya gücü geçmişte de halk kitlelerini etkilemede
ciddi bir propaganda aracıydı.
Nitekim bunu Hitler
döneminde “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” olarak görev yapmış Hitler’in
sağ kolu olarak çalışmış ve tanıtım ve propaganda işlerini yürüten, dönemin
medya unsurlarını kontrol etmesi ile ünlü Dr. Paul Joseph Goebbels çalışma ve
söylemleriyle bize açıkça göstermektedir. O şöyle diyordu:
“Basın, iktidarın
kullandığı dev bir klavyedir!”
“Yalan söyleyin
mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun
süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”
“Bana vicdansız bir
medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım.”
“Her zaman
etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun.”
“Prestij ve karizma
sahibi lider, propaganda işini çok kolaylaştırır. İlk sözü kim ne kadar güçlü
ve bağırarak söylerse, o kazanır. Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir. Çünkü
onları kandırmak çok kolaydır.”
Bu ilkeler size hiç
de yabancı gelmemiştir sanırım, nitekim günümüz medyasını takip ettiğimizde
farklı bir şey görmemekteyiz.
II. Dünya
Savaşı’nda Ruslar Berlin kapılarına dayandığında Alman halkı hâlâ savaşı
kazanmak üzere olduklarını sanıyordu. Mitinglerinde milyonlarca insan
toplanarak ona biat ettiklerini gösteriyordu. Alman halkının “Tanrının
Elçisi, Büyük Lider, Büyük Başkan, Büyük Kurtarıcı” olarak nitelediği ve
yere göğe sığdıramadığı Hitler, intihar ettikten bir ay sonra neredeyse halktan
ona tapan hiç kimse “Ben oyumu ona verdim” diyemedi.
Müslümanların
İçerisinde Bulundukları Vahamet
Gerek Müslümanlarda
var olan fikrî erozyon gerek yapılan propagandalarla gerçekleştirilen toplum
mühendisliği gerekse bazı şer’î kaidelerin yanlış anlaşılması Müslümanların şer’î
hükümlere muhalif olan ifsat edici Batılı düşünceleri hayatlarında uygulamalarına
sebep oldu.
Böylece Müslümanlar
demokrasiyi “yöneticiyi seçmek”, laikliği de “dinlere eşit mesafede
olmak” olarak algılar hâle geldiler. “Düşmanın silahıyla silahlanmak”,
hadarat ve medeniyeti ayıramamaktan kaynaklı olarak Batılı hadaratı almak gibi
hastalıklı davranışlara sahip oldular. Bunların yanında hayatlarında maddiyatı
önemli bir güç kabul edip faydacı yaklaşımlarda bulunmaya başladılar. Yine
gayeye ulaştıracak her yolu mubah gördüler.
Bu minvalde içinde
bulundukları çöküntünün çaresini çöküntüye sebep olan Batılı ve batıl
fikirlerde arar oldular. Kısacası çözümü çözümsüzlükte hatta problemi başlarına
bela edende aradılar.
Vahametin boyutu o
kadar kesifti ki Müslümanlar batıl yollarda kayboldular. Günümüzde ne kadar
küfür, isyan ve fısk varsa “modernlik”, “çağdaşlık” adlandırmaları
ile onlara hayranlık artırıldı ve Müslümanlar onlardan kaçamaz hatta feyilsizce
onlara koşar oldular.
Düne kadar demokrasiye
“küfürdür, şirktir” diyenlerin, parlamenter sisteme girdiklerini görür
olduk. “Söz artık halkındır!”, “Bir gün değil her gün demokrasi!” diye batıl
fikirlere övgüler düzen Müslümanlar var oldu. Yine “Cumhuriyet fazilettir!”
diyenler var. Laiklik küfür olup, Allah'a kafa tutmakken “Bu işe dini
karıştırma!” diyen; münkeri gördüğünde değiştirmek gerekirken “Zaman
sana uymazsa sen zamana uy!” diyen Müslümanlar var oldu. Haramla Allah razı
edilemeyeceği hâlde Makyavelist düşünen; amellerin ölçüsünün sevap ve günah
olması gerekirken, fayda ve zararı ölçü alan pragmatik zihniyete sahip
Müslümanlar var oldu.
Kadın korunması
gereken bir ırzdır. Fakat karısının, bacısının açık-saçık dolaşmasını savunan
ve bundan zevk alanlar; Allah’ın rızası için malından infakla mutlu olunması gerekirken
bundan dolayı sıkıntı çekenler; Allah, küfrü ve kâfiri pislik, murdar olarak
vasıflandırırken küfre ve kâfire “hoşgörülü
ve sevgi ile muamele etmeli” diyenler; Allah, kâfir ile müşriklerden yüz
çevirmeyi emrettiği hâlde, onlarla uzlaşmayı, katılımcılığı savunanlar
günümüzün gerçeği hâline geldi.
İşin en acı tarafı
etkilendikleri ve isimlerini dahi bilmedikleri düşüncelerle amel ederken
yaşadıkları tüm sorunlara yine bu türden düşüncelerle çare aradılar. Çözümü
çözümsüzlükte arar oldular.
Yukarıdaki
örnekleri çoğaltmak mümkündür. Elbette bir Müslüman böyle durumlara İslâmi
zihniyetten uzaklaşarak düşer.
Çözüm
Düşüncenin insan
yaşamındaki yeri malumdur. Kişi ancak sağlıklı düşündüğü sürece insandır. Zira
insanın hayvanlardan en bariz farkı düşünebilmesidir. Düşünmek yani akletmek
ise eşya ve olaylar hakkında zihinsel hüküm vermektir. İşte kişi bu hükümlerinde
vahyin aydınlığına tabi olduğunda hayvanlardan farklı olmaktadır. Aksi hâlde o
hayvanlar gibi sadece duygularının, arzularının peşinde koşar. Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
اَرَاَيْتَ
مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَويهُ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكيلًا اَمْ تَحْسَبُ
اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَ اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْعَامِ
بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَبيلًا
"Hevasını
(arzu ve duygularını) kendisine ilah edineni gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil
olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut
akledeceğini mi sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir hatta onlar daha
şaşkın hâldedirler."[3]
Bu ayet genel
olarak insan için düşüncenin önemini göstermektedir. Özel olarak Müslüman için
önemine gelince; Müslüman herhangi bir insan değildir. O düşüncesinde,
davranışlarında, arzu ve duygularında Rabbinin terbiye ve disiplinine teslim
olan kişidir. İşte onun bu kişiliğine “İslâmi şahsiyet” denir. Müslüman bu
şahsiyette sebat etmelidir.
Allah’ın Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem İslâm şahsiyetinin bu zihniyet ve nefsiyet yönünün nasıl
olması gerektiğini şöyle ifade etmiştir:
لَا
يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يَكُونَ هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جِئْتُ بِهِ
“Sizden biriniz
iman etmiş olmaz, ta ki, onun hevası benim getirdiğime tabi olasıya
kadar."[4]
Şu ayet-i kerimede
de Allahu Teâlâ müminlerin diğer insanlar gibi olmamaları, belirli bir
şahsiyete yani İslâmi şahsiyete sahip olmaları gerektiğini gösteriyor:
يَا
اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَاتَكُونُوا كَالَّذينَ كَفَرُوا
“Ey iman edenler
küfredenler gibi olmayın…”[5]
Bütün bunlardan sonra:
Özgürlükler düşüncesinin
getirisi olan yasaların kaynağı, düzen koyan ve doktrin oluşturan bireyin egemenliğini,
onun kutsallığını, mutlak özgürlüğünü tanıyan düşünceyi ve yine bu düşüncenin
bir eseri olan müstehcenlik ve Lut kavmi sapkınlığını;
Makyavelist düşüncenin neticesi
olarak ekonomiye çözüm üretmek adına içki ve uyuşturucu kullanmayı, kumar oynamayı,
kapital sahibi bankalar üzerinden faizi yaygınlaştırmayı;
Aklın hakikatin tek
ölçüsü kabul edilmesi düşüncesinin getirisi olan ve İslâmi fikir, görüş ve
hükümlerin doğru olup olmadığı ve bugün uygulanıp uygulanamayacağı gibi
hususları dahi aklın konusuymuş gibi ele alan maddeyi ilahlaştırılırken mana ve
ruhu yok sayan rasyonalist düşünceyi;
İlahi yasaları göz
ardı edip adaleti sadece yasaya uygunlukta arayan düşünceleri;
“İnsan sevgisi”, “insanı sevmek” olarak
resmedilmeye çalışılan ancak aslında “insanın
tanrılaştırılması/ilahlaştırılması” anlamına gelen derin arka plana sahip hümanist
düşünceyi;
Müslümanların
kalkınma ve ilerlemesinin tamamen maddi düzlemde anlaşılması gerektiğini
aşılayan pozitivist düşünceyi;
Kısacası Batı’nın
insanlığı ifsat eden sair düşüncelerini gerçek anlamıyla idrak etmeli,
hakikatini ayan beyan ortaya koyarak; fıtrata, akla, hayat vakıasına aykırılığını,
yabancılığını tüm dünyaya göstermeliyiz. Masum bir fikrî çaba, felsefik bir
hakikat arayışı gibi ortaya atılan bu düşüncelerin, gelinen süreçte tahrip
gücünün ne kadar yüksek olduğu gören gözler için gizlenemez bir vakıadır.
Şüphesiz genelde insan özelde Müslüman için düşünce önemlidir ancak aklın
sınırları dikkate alınmadan, insanın haddini aşarak, vahiyden ve fıtrattan kendisini
soyutlayarak yaptığı fikrî arayışları onun yolunu; kemalden ziyade hamlığa,
gelişmeden ziyade çürümeye, kalkınmadan öte çöküntüye çıkarmıştır.
Hâlbuki insanı,
hayatı ve kâinatı yaratan yüce Rabbimiz, insanlığa kurtuluş reçetesi, yol
gösterici rehber olarak vahyini karanlıklarda yolunu şaşırmış kullarına kandil
olarak peygamberleri aracılığıyla göndermiştir.
İşte İslâm dini,
Rabbimizin kullarına hitap ettiği son hak din olarak aramızdadır. Bilinmelidir
ki İslâm farazi bir din değildir. Her hususta olduğu gibi düşünceye de bir
metot getirmiştir. İslâm akidesini fikrî kaide yani düşüncenin esası olmaktan
çıkartıp Müslüman’da herhangi bir fikir konumuna getirilmesi onun/Müslüman’ın
yukarıda ifade edilen hususlardaki sapmalarına neden olmuştur. Öncelikli olarak
İslâm’ın Müslümanların zihinlerinde hak ettiği yere oturtulması, İslâm
akidesinin Müslüman için yegâne fikrî kaide olduğu gerçeğinin onlara mürekkez
bir şekilde izah edilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte Müslümanların zihin
dünyalarını ifsat, yaşamlarını mahfeden Batılı fikirleri toptan reddederek
insanlığın kurtuluşunu vahyin aydınlığıyla buluşturmak da bizlerin üzerindeki
esasi sorumluluklardandır.
فَاَمَّا
الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَٓاءًۚ وَاَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي
الْاَرْضِۜ
"... Köpük yok
olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır."[6]
Rabbimizin kelamında
zikrettiği hakikatin hayat bulması, Allah’ın biz Müslüman kullarının eliyle
insanlığa ikram edeceği bir nimettir belki de…
Şüphesiz o günler
bekleyenler için çok yakındır…
Allah’ım! Sen bize
koruyucu kalkanını indir! Şüphesiz sen her şeye güç yetirensin!
إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ
“İmam/halife ancak bir kalkandır. Onun arkasında
savaşılır ve onunla korunulur.”[7]
[1]
20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Prof. Dr. Fahir Armaoğlu
[2]
Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde
[3]
Furkan Suresi 43-44
[4]
İmam Nevevi
[5]
Âl-i İmran Suresi 156
[6]
Rad Suresi 17
[7]
Muslim


Yorumlar