Yüzyıllardan beri Müslümanların
fikriyatında gerçekleşmiş olan erozyon, onların problemlere dair çözümler
sunmalarında sağlıklı bir İslâmi yaklaşım göstermelerine engel oldu. Gerek
Hilâfet’in ilgası sürecinde gerekse daha sonraki süreçlerde duyguları İslâm ile
hemhal olmuş birçok kişi ve kitle hareketi, çözüm içeren fikirlerinde küfür
fikirlerini referans aldı, onların gayri İslâmi uygulamalarını memleketlerimize
taşıdı, uygulamaya koydu, bu fasit fikirlerin bayraktarlığını yaptı.
Bu süreç cumhuriyet
öncesinden başlayıp günümüze kadar devam etmektedir. Nitekim Fransız devrimi
ile hayata dair fikirlerinde kendisine olan güvenini yitiren evlad-ı Osmanlı,
problemlerin çözümü için arayışlara girdi, birçok fırkalar teşkil edildi,
bunların birçoğunda İslâmi motifler olmakla birlikte çözüme dair düşünceler Batı
esansı kokuyordu. Hâlbuki onların, esanslarını pisliklerini örtmek için
kullandıkları bilinen bir şeydi. Buna rağmen bu rayiha onların başını döndürdü
ve bu minvalde birçok gayri İslâmi fikir ve uygulama metodu memleketlerimizde
yer aldı.
1871-1876 yılları,
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi çalkantılar ve milletlerarası
sıkıntılarla birlikte fikir hürriyeti atmosferinin daha önce görülmediği ölçüde
genişlemeye başladığı bir dönemdir. Yeni Osmanlılar’ın dile getirdiği,
meşrutiyeti de içeren siyasi taleplerin II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle
gerçekleşeceği beklentisi mevcuttu. Ancak “93 Harbi” diye bildiğimiz Osmanlı-Rus
savaşı sürecinde Abdülhamid’in Kanun-i Esasi’yi askıya almasıyla diğer fikrî ve
siyasi tartışmalar yanında cereyan eden İslâmcılığın siyasi modernizm cephesi
de askıya alınmış oldu. Böylece II. Abdülhamid’in Yeni Osmanlılar’la arası
açıldı ve bu dönemin genel şartları çerçevesinde toplumsal alanda dine,
milletlerarası alanda da Hilâfet’e daha çok vurgu yapılmaya başlandı.
II. Abdülhamid
döneminde İslâmcılık, bir fikir hareketi şeklinde içte ve mevcut şartlarda,
öncelikle Osmanlı Devleti’nin bekasını temin etmede fonksiyon ifa edecek bir
unsur olarak değerlendirilmek istenmiştir fakat Abdulhamid’in tutumu ile
görünür olamamıştır. Bununla birlikte II. Abdülhamid’in yönetim tarzına karşı
çıkan kadrolar bu iklimde hayat buldular.
Bunlar arasında,
Sırât-ı Müstakîm dergisi etrafında İslâmcılık fikrini oluşturmak üzere toplanan
aydınlar bulunuyordu. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Mehmed Akif,
Mustafa Sabri, Ferit Kam, Mehmet Ali Ayni, İsmail Fenni, Said Nursi, Musa Kazım,
Halim Sabit, Seyyid Bey ve M. Şemsettin gibi “ilim, fikir ve düşünce” adamları,
II. Abdülhamid döneminde gerek devletin dinî kavram ve değerleri ön planda
tutan politikası, gerekse bir fikir hareketi olarak organize olmalarını
engelleyen idari şartlar yüzünden müstakil bir muhalefet grubu
oluşturamamışlar, diğer muhalefet gruplarının destekleyicisi gibi kalmayı tercih
etmişlerdir. II. Meşrutiyet’ten sonraki basın ve fikir hürriyeti atmosferinde
ise bu düşünceler yoğun ve sistemli bir şekilde Sırât-ı Müstakîm
(Sebîlürreşâd), Beyânülhak, Livâü’l-İslâm, Hikmet, İttihâd-ı İslâm, Tasavvuf,
İslâm Mecmuası, Volkan gibi gazete ve dergilerde tartışılmaya başlanmıştır.
Günümüze
gelindiğinde Abdulhamid Han’ı yere göğe sığdıramayanların, takipçisi ve devamı
olduklarını iddia ettikleri hareketlerin konumu o gün, Abdulhamid
karşıtlığıydı.
II. Meşrutiyet
sonrasının dinî-siyasi fikir hareketlerinden biri olarak değerlendirilen
İslâmcılık akımının sonraki dönemdeki öncüleri Osmanlı’da Yeni Osmanlılar,
Mısır’da Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh çizgisi, Hindistan’da Seyyid Ahmed
Han gibi isimlerdir.
İslâmcılık kavramı
Ziya Gökalp’in 1913’te Türk Yurdu’nda çıkan “Üç Cereyan” başlıklı makalesinde
geçmektedir. Daha sonra Babanzâde Ahmed Naim, 1914’te Sebîlürreşâd’da
yayımladığı “İslâm’da Da’vâ-yı Kavmiyyet” başlıklı makalesinde[1]
bu kavramı tasvip etmeyen bir üslûpta kullanmıştır. Dönemin netameli süreci, İslâmcılık
akımına kimlerin dahil olduğunu tam olarak tespitte problemler çıkarmaktadır. Ayrıca
bu akım sınırları tespit edilmiş, ilkeleri belirlenmiş ideolojik bir hareket
hüviyetini de kazanabilmiş değildir. Aksine o dönemde İslâmcılık, belirli
konularda birbirinden farklı düşünebilen kişilerin dahil olduğu geniş anlamlı
bir tabir olarak belirginleşmektedir.
19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Osmanlı beldeleri dışındaki İslâm dünyasının Avrupalı
devletlerin hâkimiyeti altına girmesi ve bağımsızlıklarını kaybeden Müslümanların
Osmanlı Devleti’nden beklentileriyle oluşan psikolojik atmosfer, özellikle
Tanzimat ve Islahat tecrübelerinden sonra Bâbıâli’ye karşı gelişen Yeni Osmanlı
muhalefetinin Osmanlı Devleti’nin bekası için teklif ettiği İslâmcılık fikrinin
evrensel açılımına zemin hazırladı. Böylece Osmanlı Devleti’nin önderliğinde
birleşecek Müslüman beldelerin çağdaş medeniyet seviyesinde geri kalmışlıktan
ve yabancı ülkelerin hâkimiyetinden kurtulabilecekleri öngörülmekteydi. “İttihad-ı
İslâm” kavramı da bu minvalde teşekkül etti.
Tabii ki bu
tespitlerimizi yani ümmet-i Muhammed’i kurtarma hayallerini halk nezdinde
yapıyoruz. Nitekim gerek İttihad-ı İslâm gerek İslâmcılık düşünceleri tamamen
sömürgeci Batılıların ümmet-i Muhammed’e, akıllarını çeldiği âşıkları
eliyle içirdiği bir zehirdi.
Sabit bir fikrî
temel ve uygulama yönteminden yoksun olan bu düşünceler üzerine gelişen tüm
hareketlenmeler birbirlerine paralel ya da zıt bir görüntü ile bu kavramlar
içerisinde yer aldılar ve kalkındırma işinde fiyaskoyla sonuçlandılar. Aslında İslâmcılık
ya da İttihad-ı İslâm sözcükleri her ne kadar ciddi anlamda İslâmi düşünceyi
esas alıyor ve İslâm’ın yüceliğinin tekrar hayata yansıtılmasını öngörüyor gibi
görünseler de referansları İslâmi olmayan hiçbir düşüncenin huzur veremeyeceği
gerçeğine istinaden bu sloganik isimlendirmeler hayatta yer bulamadılar. İslâm
adına verdikleri mesajlarda muvaffakiyet şöyle dursun İslâm’ın gerçek vakıasına
ciddi bir tehdit olmaktan öte gidemediler. Nitekim İslâmcılık ya da bu minvalde
söylenen hiçbir söz Hilâfet Devleti’nin bilfiil hayata geçireceği hiçbir şeyin
gölgesi dahi olamazdı, olamadı da…
Osmanlının sön
döneminde kurulan fırkalara ve basın yayın organları etrafında örgütlenen
hareketlere bakıldığında bahsettiğimiz hususları görmek mümkündür.
Mesela İttihâd-ı
Muhammedî Fırkası’na bakın! “Din elden gidiyor, şeriat isteriz!” gibi
sloganlarla hareket etmekteydi. Yakın münasebette olduğu Ahrâr fırkası da bu
minvaldeki hareketlerdendi. İttihat ve Terakki’ye karşı olan hareket “Yalnızca
Osmanlı Müslümanlarına değil, bütün dünya Müslümanlarına açığız; milliyetçi
değil, ümmetçiyiz; cemiyetin başkanı hazret-i Muhammed’dir” gibi parlak
sloganlara sahipti.
Bu hareketler
arkalarında derin ve acı izler bırakarak siyasi hayattan silindiler. Ancak onlardan
sonra ortaya çıkan yeni hareketler de onların bıraktıkları yerden aynı bayrağı
aldılar ve selefleri minvalinde devam ettiler.
Bakıldığında Hilâfet’in
ilgası sürecinde çözüm üretemeyenler ile sonraki yeni cumhuriyet sürecinde İslâm’ın
öncüleri görünümünde olanlar arasında fikrî seviyedeki konumları açısından bir
fark olmadığı görülür. Hatta İslâm’a dair cehalette bugünküler eskilere fark
attılar. O gün de bugün de bunlar İslâm’ı hiç anlamadılar ancak onun öncüsü olarak
bilindiler.
Mehmet Akif’e
bakınız; onun Cemaleddin Afgani ve talebesi olan Muhammed Abduh’u takdir eden
“Asım” şiirine bakınız:
“Mısr'ın
en muhteşem üstâdı Muhammed Abduh,
Konuşurken
neye dâirse Cemâleddin'le;
Derki
tilmîzine Afgan'lı: Muhammed, dinle!
İnkılâb
istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Öne
bizler düşüp İslâm'ı da kaldırmazsak,
Nazariyyât
ile bir şeyler olur zannetme...”
“İstibdat” isimli şiirinde
Abdulhamid Han’a şöyle demektedir:
“Düşürdün
milletin en kahraman evlâdını ye'se...
Ne
mel'unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs'e!”
Devamla Safahat’ta şunları ifade
etmektedir:
“Ortalık
şöyle fena böyle müzebzep işler,
Ah
o Yıldızdaki baykuş ölüvermezse eğer
Ah
efendim o ne hayvan o nasıl merkepti.
Ah
efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi.”
Ne acı ki “İstiklal”
şairimizin vakıası buydu. Hâlbuki kalbinin İslâm’la çarptığına inanmayanımız
yoktu. Nitekim şöyle diyordu:
“Yumuşak
başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir
belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan
bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu
dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam
aldırmada geç git! diyemem aldırırım.
Çiğnerim,
çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin
hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın
şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?”
Bu sözler Müslüman
şahsiyetin duygu yüklü sözleri idi. Ancak onun bu duyguları İslâm’dan sandığı
fikirlerle yoğrulduğundan pratikte Müslümanları hak yola ulaştıramadı. İçinde
bulunduğu durumun vahametini anladığında ise artık iş işten geçmiş, kendisini
indirmek adına mücadele verdiği halife tahttan inmiş, ittihatçılar yönetimi ele
geçirmişti. Bilahare Mustafa Kemal eliyle “İstiklal Harbi” ile yeni kurulan
cumhuriyetin I. Meclis’inde mebus olmuş ancak daha sonra ülkede barınamamış,
Mısır’a yerleşmiş ardından ölümcül hastalığının tedavisi için geldiği İstanbul’da
hayatı son bulmuştu.
İslâmcılık
açısından tarihimizde bir başka süreç vardır ki bu süreç kurucu zihniyetin
hilafına İslâmcıların lehine bir çıkış olarak bilinen Menderes dönemidir.
Bu döneme gelindiğinde cumhuriyetin ilanından sonra ciddi bir kıyım gerçekleşen
Müslüman çevrede yeniden İslâm ateşinin alevlendiği görülür. Ancak bu dönem
göstermelik bir İslâm’dan öte bir şey değildir. Herkese ezanın tekrar Arapça
okunması pazarlanırken, İslâm’dan fersah fersah uzaklaşıldığı gizlenmekteydi.
Bunu belki de en iyi, dönemi anlattığı kitabında şu ifadelerle Dilipak ifade
etmektedir:
“DP’liler, CHP’lileri
Komünistlikle suçlarken, Komünistlerin, din, vatan, namus tanımadığından söz ediyorlardı.
Ama kendileri, Komünistlere yükledikleri bu "kötülüklerden" masum
değildiler… Bugün genelev gelirini kutsal kazanç sayan sağ zihniyetin
kökleşmesinde DP dönemindeki pratiklerin büyük rolü olmuştur. DP dönemi TSE
damgalı bir dinin, Amerikancı İslâm'ın, sağcı İslâm'ın şekillenmeye başladığı
yıllardır. Eğlence, fuhuş ve kumar sektörü, ilk kez DP döneminde resmen
örgütlenme şansı bulacaktır. Atatürk'ün eğlenceye düşkünlüğü, kadınlı-erkekli
lüks partiler ve içki tutkusu fiilen Cumhuriyet rejimi içinde yeni bir kültür
oluşturmuştu. CHP döneminde bu kültür kendi dar kalıpları içinde, toplumun
ilgisi dışında sürüp gitti. Ama DP dönemi, Demokrasi adına bu işin topluma,
halka açıldığı bir dönemdi. …DP - CHP muhalefeti, bir bakıma Atatürk'ün Kemalist
pratikler açısından fark görmediği CHP - SCF ihtilafından daha farklı değildi.
Eğer o gün Atatürk CHP’yi seçti ise bu o gün oturtulmak istenen rejim açısından halkın öyle bir otoriter ve
disipline edilmiş bir politik süreç içinde bulunması gerekliği düşüncesinden
kaynaklanmakta idi… DP iktidarı herhâlde durup dururken yıkılmadı. Yıkan sebepler
ve şartlar belli. Bu çalışmayı okurken, Menderes’in nasıl adım adım batağa
saplandığını göreceksiniz. Belki de Demokrat Parti'nin en büyük tahribatı din
konusunda olmuştu. Doğru, din üzerinde CHP dönemindeki baskılara son vermişti.
Ama DP alternatif olarak yerine
bir şey getirmemişti. Yine irtica tehdidinden söz ediyordu. Özellikle Bayar irtica
konusunda en az İnönü kadar hassastı. Şeriatı yaşatmamaktan söz ediyordu.
Ezanın Arapçaya çevrilmesi, Kur'an kursları
ve imam hatip okullarının
yaygınlaştırılması yönündeki kararlar halkın büyük desteğine sebep oldu. Menderes
halkın önüne çıktığında ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz!” diyordu.
Ama daha sonra söylediği sözü düşündüğünde, bunu imkânsız kılacak tedbirler konusunda
aldığı ikazlara göre tedbirler alıyordu. Menderes bu ortamda, iyi bir çevrede
dürüst bir insan olabilirdi. Menderes DP’nin arkasındaki Masonik cuntanın
Demirel'ine giydirilen kadife bir eldivenden başka bir şey değildi!”[2]
Başka söze ne
hacet!
Gelelim Milli
Görüş düşüncesine. Bu süreçte de ümmetin enerjisini heder edildi. Bu
görüşün miması Erbakan’ın “Her Şeyin Özeti 5 Şeydir” dedikten sonra saydığı
maddelere bakalım:
1- Taklitçilik
bırakılacak “Milli Görüş”e dönülecek,
2- Koyu faizci,
bozuk düzen bırakılacak “Adil Düzen”e dönülecek,
3- Batıya uşaklık
bırakılacak “Yeniden Büyük Türkiye” kurulacak,
4- AB bırakılacak
“İslâm Birliği” kurulacak,
5- Kuvveti üstün
tutan, zalim dünya düzeni bırakılacak, “Yeni dünya düzeni” kurulacak.
Müslümanların
demokratik sisteme entegrasyonunda önemli bir rol oynayan Necmeddin Erbakan ve
arkadaşlarının Müslüman Türkiye halkı üzerindeki fikirsel tahribatını bugün
iyiden iyiye mevcut AK Parti iktidarında gözlemleyebiliyoruz. Ak partiye
geleceğiz fakat Erbakan’ın yukarda saydığı 5 husus hakkında birkaç kelam etmek
gerekirse görülmektedir ki her Müslümanın üzerine farz olan namaz oruç gibi hac
ve diğer ibadetleri kaldırırsak bu hareketin herhangi bir yerinde İslâmi
fikirlerden bahsetmek çok zordur. Yine görüldüğü üzere Osmanlı yıkılmadan
önceki sloganlar devam etmekte ancak ayet ve hadisler ışığında çözümlerin esamesi
okunmamaktadır. Okuduklarımız “Milli Görüş, İslâm Birliği, Adil Düzen” vs. gibi
İslâm’ın herhangi bir nassı ile referans vermediği uydurma sözlerdir.
Ayrıca Müslümanları
kendilerine oy vermeye davet ettikleri açılıp-kapanmış tüm partilerinin tüzük
ve programlarında da İslâm’dan neşet etmiş herhangi bir madde bulmak imkânsızdır.
Erbakan’ın laikliğe
yüklediği anlam da Müslümanların sisteme karşı tavırlarının değişmesinde önemli
bir etkendir. İşte Erbakan’ın kendi kaleminden laiklik tanımı:
“Müslümanlığın
bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethi’nin
arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi: ‘Bütün
haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz.
Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir.’ demiştir. Hz.
Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın: Herkes
kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak,
rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim.” demiştir.
Selahattin
Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde: Hepinizin inancının
teminatı benim.’ demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya
âlem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik.
Aslında Müslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile
gereksizdir.
Müslümanlık her
zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman,
şahısların dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir ceza-i
müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir ‘Genel
İnsanlık Nizamı’. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak
edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek,
çeşitli ahlaksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün
bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz
kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu
durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille
yapılacaktır. ‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın!’ diye
uyarılacaktır.
Müslümanların
yapacağı işlerin adı ‘helal’, yapmayacaklarının adı ‘haram’dır. Herkesin
yapacağı işin adı ‘maruf’, yapmayacağı işin adı ‘münker’ olmaktadır. İki ayrı
sistem tarif edilmiştir. Maruf ve münkerde ceza vardır. Çünkü herkesi
bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alakalıdır. Hangi dinden olursa olsun
adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte
bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz oruç vs.
Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince bunların
dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli
leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer ‘Milli Görüş’ okulundan
ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık,
laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır.
Bu sebepten
dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın laiklik maddesiyle
değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”
Ne acıdır değil mi? Hâlbuki namazın terki ile
ilgili dört mezhep imamının üçü ölüm dördüncüsü ise ölene kadar hapis hükmünü
İslâm’ın nasslarından almıştır. Eğer İslâm da diğer tahrif edilmiş dinler gibi
hayata karışmıyorsa yani şer’î hukuka sahip değilse ve yukarıdaki alıntıda
bahsedilen cezaları insan verecekse desenize İslâm tahrif edilmiş
Hristiyanlıktan (hâşâ) farksızdır. Hâlbuki katı Kemalistler bile bunun böyle
olmadığını gayet iyi bilmektedirler. Bakınız Atarürk’ün dili olarak lanse
edilen Falih Rıfkı İslâm hakkında ne demektedir:
“İslâm’da bütün
şer'î meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç,
namaz, hac, zekât! İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikâh ve
aileye ait hükümlerle muamelât denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen
ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini
kaldırmıştır.”[3]
Görüldüğü üzere
İslâm, İslâm düşmanları nezdinde aslında nettir. Fakat İslâm’ın sözde
temsilcileri nezdinde karma karışık.
Ayrıca Erbakan’ın
yukarıda bahsettiği hususların yani farklı dine mensup olanlara haklarının
tanınmasının laiklikle uzaktan yakından alakası yoktur. Laiklik çıkışı
itibarıyla kendisini tarif etmiştir. Bu tarife göre “Dünya işlerine vahyi
karıştırmayacaksın. İnsan aklı meseleler adedince çözüm üretmeye muktedirdir.” İşte
bu düşünce İslâm’ın şer’î ahkâmına düşman düşüncedir. Nitekim tüm diğer dinler
batılı kapitalist dünyada rejimlerle sorun yaşamadan mevcudiyetini
koruyabilirken İslâm onları yok etme ve onların çözümlerine karşı çıkma, kendi
çözümleriyle hayatı düzenlemeye adaydır. Heyhat! Nerede eski mücahitler…
Nitekim yeni “mücahit”lerimizin anlayışı böyle maalesef…
Ümmetin etki alanına
giren bir diğer önemli isim de Necip Fazıl ve onunla müşahhas hâle gelmiş olan “Büyük
Doğu” anlayışıdır. Büyük Doğu fikrini şekillendiren esasi unsur ise Türk-İslâm
sentezidir.
Necip Fazıl’ın zihin
ve kalp dünyasında tasavvufla başlayan değişim onu İslâm dünyası hakkında
düşünmeye ve kendince bir çıkış ortaya koymaya itmiştir. Fazıl’ın Büyük Doğu anlayışı,
İslâm’ın çıkış noktasının Arap Yarımadası olmasından hareketle medeniyetin Doğu
topraklarından çıktığını ve İslâmi kuralların toplumun işleyişi için en ideal
yöntem olduğunu savunmaktadır. Türkiye Devleti’nin Batı ekseninde modernleşme
hareketine şiddetle karşı çıkan Fazıl’ın düşüncelerinde milliyetçi motifler ön
plana çıkar. Kimilerine göre Necip Fazıl’ın “Türk” olarak vasfettiği milletten
kastın İslâm ümmeti olduğu iddia edilse de ümmetin dirilişinin ve liderliğinin
Türkiye’den inkişaf edeceği noktasında üstatta ciddi bir temayül söz konusudur.
Bu düşünce tarzı
İslâm beldelerinde herhangi bir etki oluşturmamaktadır. Hatta Türkiye’de dahi
kamuoyunu etkileyecek düzeye gelememiştir. Nitekim bu fikrin temsilcileri de
Menderes ve Erbakan gibi mevcut sistem içerisinde çalışma yapmakta fakat onlar
kadar etkili olamamaktadır. Tüm oyları alıp iktidar olsalar herhâlde AK
Parti’nin bir tık ilerisine gidemezlerdi.
AK Parti ve Erdoğan
dönemi,
belki de İslâm’ın sembolize edildiği en güçlü ve hatta en fazla “kazanıma”
sahip dönemidir. Bu dönemin etkilerini İslâm tarihçisi ve yazar Prof. Dr. İhsan
Süreyya Sırma’nın bir röportajında görmekteyiz: “AK Parti döneminde Müslümanlar
çok daha fazla rahata kavuştular. Seküler ve dünyevi olarak 15 sene önceki
İslâmi şuuru kaybettiler.”
Misyonları
hakkındaki bilgileri ise henüz 15 Temmuz yaşanmadan önce yani henüz şu andaki
kudreti ellerinde bulundurmadan önce AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ankara
Milletvekili Salih Kapusuz kendisine yöneltilen “Şeriatı getireceksiniz.
Yargıyı da teslim aldınız!” yorumuna karşılık, şöyle ifade etmekteydi:
“Efendim bir ülkede
siz iktidar olmasanız, sizin zihninizi okumaya kalksalar, bu tip iddialarda
bulunabilirler. Siz iktidar olmuşsunuz. 8 yıldır iktidardayız. Bu bizim
üzerimizden kafaları karıştırmak, zihinleri bulandırmak isteyen kesimler elle
tutulur bu konuyla ilgili ortaya bir şey getirebiliyorlar mı? Var mı böyle bir
şey? Biz iktidarda mıyız? İktidardayız. Yerel yönetimlerde iktidarda mıyız?
İktidardayız. Kural dışı, kanun dışı, demokrasi dışı bir davranışımız oldu mu?
Avrupa Birliği sürecinde en ciddi adımları biz attık, reformlar konusunda en
ciddi gayreti biz orta yere koyduk.”
“Bugüne kadar hiç
kimsenin yaşam şekline, düşüncesine ve kişisel özgürlüğüne müdahale etmedik...
Buna rağmen 'şeriat getirecekler' diye zihin bulandırmak isteyenler
çıkabilmektedir. Ancak bilinmelidir ki AK Parti bundan sonra da ülkemize hizmet
etmeye devam edecektir. Herkes bilmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti, Anayasada da
ifade edildiği gibi demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
AK Parti’nin İslâm
ile alakasının olmadığını Yalçın Akdoğan’ın hazırladığı Muhafazakâr
Demokrasi isimli kitapçıktan açıkça görebilirsiniz.
Tüm bunlardan sonra
kapsamlı bir İslâm düşüncesi “İslâmcılar” nezdinde hiçbir zaman var olmadı.
Onların nezdinde sadece iktidar olma, yönetimi ele alıp kendi İslâmlarıyla
“Batı medeniyetini” mezcetme hayalleri söz konusu oldu.
Abdulhamid ile günümüz
arasında gerçekten ne yaptığını bilen, İslâm’dan argümanları olan sadece
cumhuriyet isyanlarındaki Hilâfet yanlılarını görürüz. Heyhat, keşke bugünküler
onlar gibi olabilseydi…
Artık, “Şeriat
istiyoruz!” bile diyemeyenlerin İslâmcılığından bahsetmek mümkün mü?
Kazanımlarımızı kaybetmeyelim diye soft bir yaklaşım sergileyenlerin İslâmcılığından
ne olur?
Bir asırdır
burunlardaki rayihanın altındaki bastırılmış pis kokuyu artık fark etmenin
zamanı gelmedi mi?
İslâm 1400 yıl
sadece ve sadece Hilâfet’in gölgesi altında hayat buldu. O zaman azimleri, onun
tekrar hayata gelmesi için bileme zamanıdır. Mevcut İslâmcı taifelerin hiçbiri
gerçek manada İslâmcı değildir. Hilâfet’i istemeyen, onun için çalışmayan kimse
kendini İslâmcı olarak addetmesin. Siyasal düzlemde fiyaskoya uğrayan bu taife
hiçbir zaman İslâm’ın temsilcisi olmamıştır, mevcut hâlleriyle olmaları da
düşünülemez.
Ey Müslümanlar!
Nasslara geri dönün! Çalışmalarınızı Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
vaadine ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesine yönelik
yapın.
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ
الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى
لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا
يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ
الْفَاسِقُونَ
“Allah, içinizden,
iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen
kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut
ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının
ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur.
Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra
kimler inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[4]
تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ
اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ
تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ
تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ
مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا
إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا
شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ
تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ
“Allah’ın olmasını
dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu
kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Böylece
Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da
kaldıracaktır. Sonra ısırıcı meliklik olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını
dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır.
Sonra zorba diktatörlük olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar
olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden)
Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Sonra sükût etti.”[5]
[1]
Sy. 293, 10 Nisan 1330
[2]
Menderes Dönemi Abdurrahman Dilipak 1990. Sayfa 12-13
[3]
Çankaya, sayfa 393, Falih Rıfkı Atay
[4]
Nur Suresi 55
[5]
Ahmed b. Hanbel, Müsned
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış