YER ALTI VE YER ÜSTÜ ZENGİNLİKLERİMİZİN KORUNMASI İÇİN DÜNYA HİLÂFET’E MUHTAÇTIR

Ahmet Sapa

İslâm coğrafyası, stratejik ve jeostratejik olarak önemli su yollarının, denizlerin, enerji kaynaklarının,  yer altı madenlerinin, tarım alanlarının oldukça zengin olduğu üç kıtanın yani Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişim alanında bulunmaktadır. Yine bu coğrafyanın tüm ana ulaşım hatlarının merkezinde olması coğrafyanın stratejik önemini daha da arttırmaktadır. Bu kadar zengin yer altı ve yer üstü kaynağa sahip, stratejik açıdan muazzam bir konumda olması bu bölgenin tarih boyunca çatışma ortamının odağında olmasını kaçınılmaz kılmıştır. 

Bu muazzam kaynaklara sahip olma adına sömürgeciler her ne kadar organize bir şekilde haçlı savaşlarıyla emperyalist faaliyetlerine başlasalar da bu dürtünün zirvesi Fransız İhtilali, sonrasında ise Sanayi Devrimi ile birlikte günümüze kadar kesintisiz bir şekilde devam etmiştir. Batı’nın bu coğrafya ya sahip olma isteği her ne kadar ideolojilerinin hâkimiyeti kabilinden değerlendirilse de bu, buradaki kaynaklara hâkim olma isteğinden ayrı düşünülemeyecek kadar önem arz etmektedir. 

Şimdi Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgecilerin iştahını bu denli kabartan ve hiçbir değer tanımaksızın her türlü yola, katliama başvurmaktan geri durmamalarına sebep olan zenginlikler nelermiş bir bakalım:

İslâm Coğrafyası enerji kaynakları bakımından ki özellikle petrol ve doğalgazda tartışmasız bir gerçek olarak dünyanın en zengin rezervine sahiptir. Sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol rezervi dünya toplam petrol rezervinin  %50 sinin üzerinde iken tüm İslâm coğrafyasının toplam petrol ve doğalgaz rezervi dünya toplam rezervlerinin % 70’ine tekabül etmektedir ki bu yüzlerce trilyon dolar değerinde enerji kaynağı anlamına gelmektedir. Hâlâ keşfedilmeyi bekleyen kaynaklar da göz önüne alındığında bu zenginliğin nedenli büyük olduğu gözler önüne serilecektir. Yine nükleer enerjinin hammaddesi olan stratejik öneme sahip uranyumun dünya toplam rezervinin yarısına yakınının İslâm coğrafyasında bulunması bölgenin öneminin daha bir arttırmıştır.

Sanayinin hammaddesi olan madenler ki özellikle ağır sanayi için gerekli olan krom, demir gibi madenler bu coğrafyada fazlasıyla bulunmakta yine gübre sanayisinde kullanılacak fosfat özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde oldukça yoğundur. Manganez, kobalt, bor ve diğer yüzlerce maden çeşidinin bu coğrafyada oldukça zengin bir rezerve sahip olması tüm gözlerin bu coğrafyanın hazinelerine çevrilmesine sebep olmuştur.

Yer üstü kaynaklarına baktığımızda üç kıtanın kesişim alanında bulunan İslâm coğrafyasının milyonlarca hektar verimli tarım alanlarına ve bu tarım alanlarını sulayacak önemli akarsu ve nehirlere sahip olduğu görülebilir. Fırat ve Dicle nehirleri ki Türkiye’den başlayıp Irak ve Suriye’de dünyanın en verimli toprakları olan Mezopotamya’yı sulamaktadır. Yine Asya’da Asi, Ceyhun, Seyhun, Ganj, Ürdün nehirleri,  Afrika’da Nil, Nijer gibi nehirler, geçtikleri toprakları sulayarak oralara hayat vermektedir. Verimli topraklara bol su taşıyan akarsu ve çeşitli iklimlerin kesişim merkezinde bulunan İslâm coğrafyası dünyanın en çeşitli ve bereketli tarım ürünlerinin doğal yetişme alanı olmaktadır ki bu tarım alanları işletildiğinde tüm dünyanın tamamına yetecek gıdayı üretecek bolluğa ve berekete sahiptir.

Deniz ve okyanuslara komşu olan ve İstanbul, Çanakkale, Cebelitarık, Hürmüz ve Bab ul Mendap gibi boğaz ve Süveyş kanalı gibi dünyanın en stratejik su yollarına ev sahipliği yapması bu coğrafyanın ne denli jeostratejik bir konumda olduğunu göstermeye yeterlidir. Dünya toplam ticaretinin %50 sinden fazlasının bu su yolları üzerinden gerçekleşmesi önemli ada, limanlara sahip olması İpek ve Baharat yollarının İslâm coğrafyasından geçmesi bu coğrafyaya hem ticari, hem askerî hem de siyasi olarak büyük üstünlükler sağlamaktadır.

Yine dünyanın en genç ve aktif nüfusuna sahip bu coğrafya büyük bir askerî gücü, önemli iş gücü potansiyelini, güçlü bir demografik yapıyı oluşturmakta ve bölgeye muazzam üstünlük sağlayacak potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır.

İşte bu saydığımız ve de burada sayamadığımız yüzlerce zenginlikten ötürü bu coğrafya tarih boyunca Batı’nın sahip olmak istediği ve uğrunda her türlü sömürü aracının kullanmaktan geri kalmadığı bir coğrafya olmuştur. Bu sömürünün, günümüzdeki kadar vahşileştiği hiçbir dönem olmamıştır. Bugün ederi yüzlerce trilyon dolar değerindeki petrol ve doğalgazımız ajan, uşak, kukla yöneticilerin elleriyle sadece kendi menfaatleri ekseninde çok cüzi paralara Avrupa ülkelerine, Amerika’ya, Çin’e, Japonya’ya peşkeş çekilmektedir ki onlar ümmetin enerji kaynaklarıyla güçlerine güç katarken ümmet ise heba olan bu kaynakları sadece seyreder duruma gelmektedir. Bu sömürgecilerin en kadim olanlarından olan İngilizlerin, eski başbakanlarından Whinston Churchill “Bir damla petrol bir damla kandan değerlidir.” sözüyle ne kadar vahşi bir zihniyete sahip olduklarını beyan etmiştir. Şhit olduğumuz birçok bir vakıa da damla petrol için yüzlerce, binlerce insanı katletmekten çekinmediklerini bizlere göstermiştir. Yine içerisinde onlarcası stratejik öneme sahip yer altı kaynaklarımızın, yüzlerce çeşit madenimizin ümmetin sanayisine hammadde olacak yerde, çok küçük paralar karşılığında heba edildiğini müşahede etmekteyiz.

Yer üstü kaynaklarımızın en değerli olanlarından olan tarım alanlarımız ise Batılı efendilere satılarak, uzun süreli kiralamalar yapılarak ya da bazı müktesebatlar çerçevesinde kullanılmaz bir hâle getirildi. Kendi gıda ürünlerimizi üretmekten aciz bir duruma düşerek temel gıda ürünlerimizi dahi bu sömürgecilerden almaya mahkûm edilmekteyiz. Bu bağımlılık sayesinde bizleri istedikleri gibi yönetmekteler. Bu meyanda eski ABD Dış İşleri Bakanlarından Henry Kissinger’ın “Petrolü kontrol ederseniz milletleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz.” şeklindeki sözü bugün her yıl milyonlarca insanın açlıktan, yeterli besinsizlikten ölmesini açıklar niteliktedir. Yine genç dinamik nüfusumuzun kimi zaman Batının sanayi çarkında işçi, kimi zaman maden ocaklarında ve tarım arazilerinde karın tokluğuna çalışan amele olarak enerjisi, zamanı sömürülmektedir.  Nüfusun önemli bir kısmı çok daha verimli olabilecek insan kaynağı olmasına rağmen yaşadığımız coğrafyada tatbik edilen kapitalist nizamlar sebebiyle cüzi ücretlere karşılık günün neredeyse 2/3’ünde çalıştırılmak suretiyle adeta köleleştirilmekte bu insan kaynağı heba edilmektedir.  

Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan ve elliden fazla devlete ayrılan İslâm coğrafyasındaki ümmetin evlatları milliyetçilik, vatancılık, laiklik, sosyalizm, liberalizm, demokrasi gibi bizlere yabancı Batı menşeli fikirleriyle zehirlenmektedir. Elbette Batı bu zehri direk kendisi enjekte etmiyor bunu kendi içimizden çıkan, isimleri yerli, renkleri yerli, fakat zihinleri ithal olan ajan, uşak yöneticilerin elleriyle gerçekleştiriyor. Kirli fikirlerle bulandırılan dimağların sonucunda işgale ve sömürüye hazır hâle gelen bedenlerimiz üzerinde sömürü, kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettirildi. Sonuçta zamanımızı, eylemlerimizi, insanlarımızı, yer altı ve yer üstü kaynaklarımızı bu sinsilikle çalanları gözümüz görmesine, kulağımız işitmesine rağmen batıl ve yönlendirici fikirlerle dolan zihinlerimiz bu sömürüyü, bu hırsızlığı maalesef algılayamaz oldu.

İslâm coğrafyasında Müslümanların başındaki yöneticiler -istisnasız tamamı için söylüyorum- varlıklarını Batıdaki efendilerine adamışlardır ve bu yöneticiler ümmetin paha biçilmez yer altı ve üstü kaynaklarını korumaktan ziyade bu kaynakları talan ettirmektedirler. 

Bu yağma ve talana son vermenin şüphesiz yine bizlerin elinde olduğu gerçeğini hatırlatarak emaneti aslına, ehline tevdi etmek artık kaçınılmaz bir hâl almıştır.

Peki bugünkü yöneticiler bu zenginlikleri korumaktan aciz iken bu zenginlikleri kim ve nasıl koruyacak sorusu akla gelecektir: Şüphesiz bu, 1400 yıl boyunca doğu da Çin sınırına batıda İspanya’ya, güneyde Afrika’nın ortalarına kadar üç kıtada milyonlarca kilometre kare toprağa hâkim olmuş, yüzlerce farklı inanç ve kültürden olan milyonlarca insanı adaletle yönetmiş, bünyesindeki gayrimüslimlerin dahi canını, malını ırzını koruyup kollamış Hilâfet düzeninden başkası değildir. 

Bakın İslâm bir din, bir nizam olarak bu kaynakların önce kime ait olduğunu yani hak sahiplerinin kimler olduğunu şu hükümle beyan ediyor: الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلاثٍ: الْمَاءِ والكلأ وَالنَّارِ “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: su, mera ve ateş.”1 hadisi ile ister enerji kaynakları ister madenler ister akarsular isterse de mera alanlarının ümmetin malı olduğu belirtilmektedir.  Sonrasında ise artık halifenin bunları koruma, kollama yükümlülüğü doğmaktadır ki halifeler bu sorumluluğu tarihin her döneminde istisnasız yerine getirdiler. Ömer b. AbdulAziz’in kendi özel işinde ayrı, devlet işinde ayrı mum kullanması ümmetin kaynaklarına, malına hangi naiflikle yaklaşıldığının ibretlik bir örneğidir. Yine Sultan Abdulhamit hanın ümmetin arazisi olan Filistin topraklarını kendisine çok büyük bedeller teklif edilmesine rağmen hiç düşünmeden ve de tarihe altın harflerle yazılan “O arazilerin bir karışını dahi vermektense vücudunun lime lime olmasını yeğlerim.” meşhur sözleriyle bu teklifleri elinin tersiyle iterek ümmetin kaynaklarının nasıl korunması gerektiği gerçeğini adeta bugünkü yöneticilerin gözünün içine sokmaktadır.

Yine fetihlerle Akdeniz’i, Karadeniz’i göl hâline getiren halifeler, stratejik öneme sahip Kıbrıs’ı,  önemli su yollarından Hürmüz, Bab ul Mendap, İstanbul, Çanakkale, Cebeli Tarık gibi boğazları kontrol ederek düşmanlarına karşı askerî ve ticari üstünlük sağlamış ümmetin hem güvenliği hem de refahını korumuştur.  

Bugün dünyayı yakıp yıkan ABD, Rusya, Çin ve Avrupa ülkelerinin, İslâm coğrafyasındaki bu su yollarını kullanarak bir gün Afganistan’ı diğer gün Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi, başka bir gün daha başka bir İslâm beldesini yakıp yıkmaları, buradaki kardeşlerimizin canlarının, ırzlarının heder edilmesi ve ümmetin zenginliklerinin çalınmasının tek mesulü kapitalist düzen ve onun demokrat yöneticileri ile geçmişteki Hilâfet düzeni ve izzetli yöneticileri olan halifelerin farkı ortadadır.

Sonuçta bu savaş, bir damla petrolü, bir doları insan kanından değerli görüp zulüm ideolojilerini dayatmak için şeytandan daha şeytan bir şekilde sinsilikle, vahşilikle, değer bilmezlikle isteklerini elde etme adına hiçbir yolu denemekten geri kalmayanlar ile bir damla kanı yeryüzündeki bütün her şeyden değerli gören insanın canını, malını, ırzını kutsal kabul edip bunlara halel gelmemesi için orduları harekete geçirmekten geri durmayacak, uğrunda ne kadar büyük bedeller ödenirse ödensin bu kutsallardan vazgeçmeyecek olan Hilâfet’i isteyenler arasındaki savaştır. 

Her ne kadar bugün yaptığı katliamlarının büyüklüğüne atfen yok etme üzerine kurulan bu zulüm ideolojisi kazanmış gözükse de değerleri, kutsalları öne çıkaran/çıkaracak olan Hilâfet karşısında kaybetmeye mahkûmdur. 

Yer altı ve üstü zenginliklerimizin korunmasının siyasi uyanıklığa sahip İslâm akidesine dayalı olan Hilâfet ile mümkün olacağı ortadadır. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ 

“Muhakkak ki İmam (Halife) kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur.”2 

İmam/Halife, cihat ile daveti yeryüzüne taşırken, aynı zamanda devlet içerisindeki ümmetin canı, ırzı, malı, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tamamı İslâm’ın emri gereği yine onun yani halifenin koruması altındadır. Çünkü bir mumun hesabını yapan, bir karış toprağı vermektense bedeninin parçalanmasını göze alan, bir Müslüman’ın ırzına halel geldiğinde orduları harekete geçirmekten geri durmayan tek gerçek insani ideolojidir İslâm. Dolayısıyla yer altı ve üstü zenginliklerimizi korumak için İslâm’ın tek uygulama şekli olan Hilâfet’e dünyanın muhtaç olduğu aşikârdır.


1 Ebu Davud, İbni Mace, Ahmet b. Hanbel

2 Müslim K. İmara 1841


Yorumlar

Yorum Yaz