KAPİTALİZMİN İLK KALESİ, MİLLİYETÇİLİK FİKRİNİN TARİHÎ SERÜVENİ

Hakan Bolat

İnsanlık tarihinin suiistimale açık duygularından birsi de kan bağından oluşan asabiyet duygusudur. Bu duygu insanda gözlenebilir, akli bir vakıadır. İnsanın lider, hâkim olma, yakınlarına duyduğu koruma, yardımlaşma ve dayanışma duygusu ile hayat sahasında varlık göstermeye başlar. Tarihî süreçte bu bağın gelişmesi ile kavramın kapsamı da gelişmiştir. İnsanın otoriter yapısı genişledikçe söz konusu duygu ailesinde, aşiretinde, kavminde, milletinde, vatanında hâkimiyet sağlamaya çalışır. Bu anlayış, kavramsal olarak kabaca milliyetçilik fikrinin esasını oluşturur.

Kapitalizm, varlığını sürdürmek için insanın duygularını tahrik etmeyi ve kullanmayı araç edinmiş bir ideolojidir. Bu bağlamda insanın beka içgüdüsünden doğan hissî bağı amaçlarına ulaşmak için kullanmıştır. İnsandaki bu bağın dinamik enerjisini keşfetmiş ve siyasi bir fikir olarak doğmasına katkı sağlamıştır.

Kapitalizmin siyasal yaşama tahakkümünü sağlayan milliyetçilik fikri, sanıldığı gibi yerli bir fikir değildir. Avrupa devletlerinin tarihî sürecine bakıldığında Kapitalizmin, sömürmek istediği topraklara inşa ettiği ilk kalelerinden biri olduğu açıkça görülmektedir.

Peki, Avrupalı Devletlerden ithal edilen milliyetçilik fikri, siyasal hayatta nasıl varlık kazandı?

Milliyetçik fikrinin siyasal hayata tezahürlerinin ilk olarak görüldüğü yer, Batı Avrupa’dır. 17. yüzyıl sonlarında, ulus-devlet anlayışı ile merkezî devletlerin kurulmasında etkili olan milliyetçilik, kapitalist güçlerin bir ürünüdür. Batı Avrupa’daki din ve krallıkların egemenliğinin sonlandırılması ile “otoritenin millete teslim edilmesi” doktrininden yola çıkılarak oluşturulmuş siyasal bir fikirdir.  Milliyetçiliğin kökeni her ne kadar milletin egemenliği fikri etrafında oluşsa da siyasal rejimlerde farklılık arz edebilir. Bu sebeple 19 yüzyılla birlikte ulus-devlet çerçevesinde İngiltere, Belçika, İspanya, İran, Suudi Arabistan vb. devletler, milli temele dayalı devletler olarak siyasal örgütlenmelerini teşekkül ettirmişlerdir. 

18. yüzyılda “millet/ulus” kavramını işleyen aydınlar, dinî otorite karşında millet kavramının gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. Horkheimer bu süreci söyle ifade etmektedir: “İnsan hayatında en yüksek bireyüstü güdü olarak, dinin yerine aday olmuştur. Ulus, otoritesini vahiyden değil, akıldan alır.” Egemenlik anlayışının Batı’da milliyetçilik kavramına evrilmesi ile milli devlet anlayışı kuvvetlendirmiştir. Bu bağlamda Fransız İhtilali ile milliyetçilik, siyasal hayata hızlı bir şekilde nüfuz etmeye başlamıştır.

Fransız İhtilali ile Avrupa'da milliyetçilik fikri, milli bağımsızlık düşüncesinden güç kazanarak halkların monarşi ve aristokrat otoriteleri yıkmasına sebep olmuştur. Böylece bireyin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi düşüncesi, milli/ulus devletlerin hızlıca Avrupa’da oluşmasına sebebiyet vermiştir. Fakat bu egemenlik anlayışı temsil sorunu çektiği için dünyaya egemen olan kapitalist güçler tarafından yönlendirilmiştir.

Milliyetçilik düşüncesi, otoriter güç kazanımı ile birlikte İtalya’da ırkçı milliyetçilik yani faşizm, Almanya'da ise Nasyonalizm olarak bir ırkın diğer bir ırka üstünlük kurmasını meşrulaştıran devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır. Avrupa topraklarında doğan millileşme süreci 19. yüzyılda dünyayı kaosa sürükleyerek Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının çıkmasının temel nedenlerinden biri olmuştur.

Avrupa’da millilik esasına dayanan kapitalist devletlerin güç savaşı, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin egemenliği ile sonuçlandı. Savaş sonrası İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, kapitalizmin millilik kalesi sayesinde kültürel, siyasi, askerî olarak hızla Osmanlı İslâm Devleti’nin topraklarına, Hindistan ve Çin’e yayılmaya ve yerleşmeye başladı. En belirgin özelliği ise yayıldığı toprakların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürürken aldatıcı düşüncelerini “milli ekonomi” ve “milli kaynak”  aldatmacaları ile süslemesidir. Bu süslü ifadelerle bölge halklarını kandırdılar.

Kapitalist sömürgeci devletler, millilik aldatmacası ile sömürdükleri bölge ve servetlerin paylaşımında kavgaya girdi. Böylece İkinci Dünya Savaşı da yine milliyetçilik fikrinin fitilini ateşlediği bir büyük yıkım savaşı olarak tarihe geçti. İkinci Dünya Savaşı sonrası Kapitalizmin ektiği milliyetçilik tohumları, artık her iklimde ve kıtada sürgün vermeye başladı.

Dünya toplumları üzerindeki etkisi günden güne artarak bugünlere gelen milliyetçilik fikri, kimi Batılı düşünürler tarafından da kabul görmemiş ve eleştiriye tâbi tutulmuştur. Bu düşünürlerden biri olan Ernest Gellner, milliyetçiliği şu maddelerde özetlemektedir:

“1) Milliyetçilik doğal, kendi içinde açık ve kendini yeniden üretebilen bir şeydir. Eğer yoksa bu zorlu bir baskı nedeniyledir.

2) Hiçbir zaman formüle edilmeye ihtiyaç duyulmayan ve pişmanlık uyandıran bir kaza gibi görünen fikirlerin yapay bir sonucudur. Siyasal hayat, sanayi toplumlarında dahi onsuz olabilir.

3) Marksizm tarafından benimsenen Yanlış Adres Teorisi, Marksistlerin de tarihin ruhunun ya da insanoğlunun bilincinin feci bir bönlük yaptığına inanmak istemeleridir. Uyarıcı mesaj sınıflara yollanmak isteniyordu fakat korkunç bir posta hatasıyla uluslara yollandı. Şimdi devrimci eylemciler mesajı yanlışlıkla almış olanları bu mesajı ve içerdiği şevki, doğru ve yollanması gereken adrese geri vermeleri konusunda ikna etmek durumundadırlar. Hem kendini haklı gören hem de bu mesajı gasp etmiş bulunan alıcının bu gerekliliği yerine getirmeyi pek istememesi eylemciyi büyük ölçüde sinirlendirmektedir.

4) Karanlık Tanrılar: Milliyetçilik, kan ve toprağın ceddani güçlerinin yeniden ortaya çıkışıdır. Bu görüş hem milliyetçiliğe âşık olanlar hem de ondan nefret edenler tarafından kullanılmaktadır. Birincileri bu güçlerin hayat verdiğini ikincileri ise barbarlık olduğunu düşünmektedirler...”

Ernest Renan ise milliyetçilik düşüncesi hakkında şunları söylemektedir: “İnsanlık tarihinde ırk, kemirici veya kedi cinsinden hayvanlarda olduğu gibi her şey değildir; dünyayı dolaşıp herkesin kafatasını muayene etmeye, sonra insanların yakasına yapışarak onlara; ‘Sen bizim kanımızdansın; sen bize aitsin!’ demeye kimsenin hakkı yoktur. Etnografik karakterlerden başka, herkes için bir olan hak, adalet, hakikat, güzellik vardır. Üstelik bu ırk siyaseti, emin bir siyaset de değildir. Bugün onu başkalarına karşı kullanırsınız; sonra yarın, onun sizin aleyhinize döndüğünü görürsünüz.”

Kapitalizmin halkları aldatmak için inşa ettiği milliyetçilik fikri, siyasal hayatta varlık göstermesine rağmen milliyetçiliği genel bir fikir olmaktan kurtaramamıştır. Öyle ki Batılı aydınlar dahi milliyetçilik fikrini sınırlandıramamış, belirli bir manaya has kılamamıştır. Bu sebeple milli kavramı göreceli olmuş ve birçok anlama hasredilmiştir. “Yurttaşlık, yurtseverlik, popülizm, etnizm, yabancı düşmanlığı, şovenizm, emperyalizm...” gibi kavramlar ile kullanıldığı gibi; “millet, milliyet, etnisite, kültür, ırk, ırkçılık, halk, yurtseverlik” vb. diğer kavramlar ile de ilişkilendirmek mümkündür. Milliyetçilik, Batılı düşünürlerin zihinlerinde iç içe geçmiş, müphem bir düşüncedir.

Dolayısıyla milliyetçilik düşüncesinin birçok tanımı yapılmaktadır. Bunun en önemli sebebi, kavramın belirli bir sabitesinin olmaması ve -ham hali duygulardan beslendiğinden- vakıadan etkilenerek şekil değiştiren bir düşünce olmasıdır. Batılı düşünürler milliyetçilik kavramına farklı anlamlar yükleyerek onu genel bir fikir olmaktan kurtarmaya çalışsalar da fikrin yapısal özelliği buna izin vermemiştir. 

Misal; Anthony Smith, milliyetçiliğin dört gruba (Modernist kuram, Daimicilik, İlkçilik, Etnik-Simgeciler) ayrılabileceğini söylemekte iken, başka düşünürler ise üç grup (İlkçiler, Modernistler ve Etno-Sembolcüler) şeklinde sınıflandırıldığını ifade etmektedir. Hans Kohn, ise toprağa bağlı milliyetçilik ile etnik milliyetçilikten söz etmektedir:

“1. Toprağa bağlı milliyetçilikler, bağımsızlıktan önce; bu tür akımlar önce yabancı yönetimden kurtulmaya çalışacak, sonrada eskiden sömürge olan bu topraklar üzerinde yeni bir devlet ulus kurmayı denerler. Bunlar sömürge karşıtı milliyetçiliklerdir. 2. Etnik milliyetçilikler ise bağımsızlıktan önce; bu tür akımlar daha büyük bir siyasi birimden ayrılmayı ve yeni bir etnisiteye dayalı milletler kurmayı amaçlayacaklardır. Bunlar ayrılıkçı milliyetçilikler ya da diaspora milliyetçilikleridir.”

Görüldüğü gibi milliyetçilik düşüncesi yerli değil, aksine Batılı düşünürlerin uydurduğu ithal bir düşüncedir. “Millilik” ve “yerlilik” düşüncesi Kapitalist devletlerin, halkları aldatarak sömürmede araç olarak kullandıkları kaleleridir. Kapitalist devletler, milliyetçilik yaygarası kopararak Osmanlı Hilâfet Devleti’nin de bu yöntem ile yıkılmasını sağlamıştır. Etnik, dil, mezhep, ırk, bölge, dar bölge gibi unsurları kullanmak suretiyle sömürmek istedikleri toprakları insanlara, “milli değer” olarak sunmakta, bu değerlere sahip çıkılmasını salık vermekte ve böylece “böl, parçala, yönet” taktiği ile buraların kaynaklarını kendi gücüne katmaktadır.

Kapitalizm; özellikle İslâm topraklarında izlediği bu siyasetle zamanında Müslümanların bütüncül yapısını parçalamış, bugün de İslâm Ümmeti’nin tek bir güç olarak karşısına çıkmasını engellemektedir. İnsanlık tarihinde tahrik edilmeye en müsait bağ olan asabiyet bağını, milliyetçilik düşüncesi ile tahrik ederek İslâm Ümmeti’nin tekrar bir araya gelmesine mani olmaktadır. İslâm topraklarındaki beldelerde milliyetçilik düşüncesini geliştirerek Müslümanları farklı kimliklere ve aidiyetlere bağlayarak dağınık bir halde kalmalarını sağlamaktadır.

Hal böyleyken Müslümanlar bugün, milliyetçilik fikrinin Batı menşeli bir fikir olmasını bilmelerine rağmen tahrik edilen duygularına yenik düşerek milliyetçilik düşüncesine hizmet etmektedir. Kapitalizm, İslâm beldelerindeki devletleri yönetimde ve ekonomide millilik esasına göre hizada tutarak, yutulması kolay birer lokma haline getirmektedir.

Hâlbuki Müslümanların, Batı’nın sömürü araçlarından biri olan milliyetçilik kalelerini hızlıca yıkıp tekrar tek toprak, tek bayrak ve tek devlet olmalarını sağlayacak İslâm akidesinin emrettiği yönetim şekli Râşidî Hilâfet Devleti için ümmetçilik kalesini yeniden inşa etmeleri gerekmektedir. Ancak bu sayede topraklarının var olmasını sağlayan tarihe, asla ve asıl kimliğe dönülebilir. Aksi halde yerli ve millilik aldatmacası ile Allah’ın Müslümanlara emanet ettiği değerlerinin sömürülmesine göz yumulacaktır.


Yorumlar

  1. mehmet faruk önen

    köklü değişimin yazıları gerçekten, gerçeklerin içinden çıkmış gibi. Rabbim bizleri milliyetçiliğin tuzağından kurtarsın.

Yorum Yaz