İKTİSADİ KALKINMA ANCAK İSLAM’IN İKTİSADİ NİZAMI İLE GERÇEKLEŞİR

Hakan Bolat

“İktisadi kalkınma” diğer adıyla “kalkınma iktisadı”, 1950-60 yıllar arasında oldukça popüler bir araştırma alanıydı. Ancak kapitalizmin sömürüden ve krizlerden beslenen iktisadi yapısı nedeniyle, iktisadi yaşamda teorik bir bilgiden öteye geçemedi. Günümüz ekonomi politikalarında ise dikkate alınmayan bir alan ve akademik çevrelerde de giderek ilgisini yitirmektedir. İktisadi kalkınma teorilerinin kapsamı ve amacı; üretimin ve kişi başına düşen millî gelirin arttırılmasının yanı sıra toplumun sosyo-kültürel yapısının değiştirilmesi ve yenileştirilmesidir. Maddi servetler, bilimsel buluşlar, teknolojik yenilikler ve benzeri birçok parametrenin gözlendiği ve bunların geliştirilmesi amaç edinilen bir alandır.

Dünyada birçok iktisadi kalkınma teorisinden bahsedebiliriz:

•Fisher ve Clark’ın ülkelerin kalkınma süreçlerini aşamalar şeklinde anlattıkları “Basit Aşama Teorisi”, 

•Toplumların aynı maddi yolları izleyerek kalkınacağını savunan Rostow’un, “Büyüme Aşamaları Teorisi”,

•Sınai (Endüstriyel) büyümeyi hedefleyen N. Kaldor’un, “Kaldor Büyüme Yasaları” vb. birçok teori uygulanmaya çalışılmıştır. Mamafih bütün bu teori ve uğraşların, bireyin ve toplumun doğru kalkınmasına zerre kadar etkileri olamamıştır.

Bu teorileri incelemek, emin olun ki bizlere vakit kaybından başka bir şey sağlamayacaktır. Bu sebeple bu detaya bu makalede değinmeyeceğim. Fakat “hepsinin ortak noktası nedir?” sorusuna, özetle diyebiliriz ki; Batılı düşünürler, kalkınmanın temeline maddi hayatı esas almışlardır. Dolayısıyla da kalkınmaya liderlik edecek esaslı ve kapsamlı doğru bir fikrin tespitini yapmadılar. Çünkü hissedilen, ağırlığı olan, gözlemleyebildikleri somut değerleri esas alan şeylere inanmaya dayalı felsefeleri vardı. Kalkınmayı da hissettikleri maddi hayata sahip olmak olarak gördüler. Gözlemleyebildikleri somut değerleri ölçmek olarak anladılar. Bu sebeple sanayi, toprak, üretim, teknoloji, güçlü ordular vb. maddi varlıkların hepsini kalkınmanın esası olarak düşündüler.  

Hâlbuki üretim araçları, kişi başına düşen milli hâsıla, maddi servetler, bilimsel buluşlar, teknolojik yenilikler vb. bütün bu maddi kalkınmanın emaresi sayılan hissedilir değerlerin hiçbiri toplumsal kalkınmanın esası değildir. Hatta bu saydıklarımız ve bunlara benzer hususlardan sizlerin de ekleyeceklerinin hepsi, doğru kalkınmaya götürecek fikirden çok daha aşağı seviyededir. Maddi kalkınma için saydıklarımızın tümüne ulaşmak, sahip olmak fikirlere bağlıdır. Yine bunları korunmak da fikirlere bağlıdır. Bu sebeple kalkınma kelimesine insanoğlu, fikri yükseliş manasını vermiştir. Dolayısıyla kalkınma için şunu söyleyebiliriz: Evet, kalkınma ne maddi esaslar ile olur, ne ahlaki esaslar ile olur, ne de eğitim vb. olguları esas alarak olabilir. Eğer bir toplumda yaşayan bireyler kalkınmak istiyorsa sahip olması gereken tek şey onları yükselişe çıkmalarını sağlayacak bir fikirdir.

Kalkınma, lügat manası ile insanın karanlık-düşük bir seviyeden daha yüksek-aydın bir seviyeye çıkmasıdır. Istılahi manada ise kalkınma; insanın ve yaşadığı toplumun kötü bir hâlden daha iyi bir hâle, esaslı ve kapsamlı doğru bir fikir üzerine bina edilmiş bir yaşam tarzıyla beraber yürümesidir. Birey ve toplum bu yürüyüşte etle tırnak gibidir.

Düşünün, fikrî değerlerini koruyabilen bir toplumun maddi servetleri tahrip edilse dahi, böylesi bir toplum onu hemen yeniden üretebilir. Fakat fikrî değerleri çökmüş toplumlarda maddi servet mevcut olsa dahi bunların azalması ve fakirleşme çok çabuk olur. Yine aynı şekilde ahlaki, ruhi, insani aklınıza kalkınmanın esası olduğunu düşündüğünüz her ne geliyorsa tüm bunlar, fikri esasi bakış açısını koruyamadığı takdirde yok olup gitmeye ve tekrar kazanılmamak üzere kaybolmaya mahkumdur.

Düşünün, bir toplum, düşünce metodunu kaybetmeden, elde ettiği bilimsel gerçekleri kaybetse bile onların çoğunu tekrar elde edebilir. Halbuki kendisine ait verimli düşünme metodunu kaybederse anında gerilmeye ve elindeki teknolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı öncelikle fikrî değerlere sahip çıkmak gerekir. Bu değerler üzerinde verimli düşünme metoduna bağlı olarak maddi servet tekrar kazanıldığı gibi yeni bilimsel buluşlara ve teknolojik gelişmelere doğru da gidilir. Yine ahlaki, insani ve ruhi kalkınma bu bağlamda yükselişe geçebilir.

Burada akıllara şöyle bir soru gelebilir: “Peki kalkınmanın esası iktisadi kalkınma değil ise Batılı devletler bugünkü iktisadi zenginliği nasıl sağladılar?” Batılı düşünürlerin iktisadi kalkınma teorilerini uygulayarak olmadığı kesin. Ebetteki Batılı sömürgeci devletler sahip oldukları zenginliklerini dünya halklarının yer altı ve yer üstü kaynaklarını daha çok sömürerek sağladılar. Batı’nın iktisadi zenginliğinin içerisinde açgözlülük, hırsızlık, ahlaksızlık, işgaller, kan ve korku vardır.

İktisadi zenginliğe sahip sömürgeci devletler, iktisadi kalkınmalarını doğru bir fikri liderliğe sabitleyemedikleri için ekonomik ve sosyal krizlerle yüz yüze gelmektedirler. Ekonomistleri ve siyasileri Batı’nın yaşadığı toplumsal krizlerin ardında açgözlülük ve korku gibi hususların yer aldığını söylemektedir. Onlarca ekonomist ve siyasetçi birbirini takip eden toplumsal krizleri, ahlaki ve manevi değerlerin yokluğuna bağlamaktadır. ABD’nin eski Başkanı Barak Obama; “Aşırı hırs ve açgözlülük şeklinde kendisini gösteren ahlaki kusuru meydana getirdik hatta ve hatta onu kucaklayıp bağrımıza bastık.” diyerek ‘Amerikan rüyası’nın, insanlara rüyadan öteye geçemeyen bir kalkınma sunduğunu ifade etmektedir. Yine Cumhuriyetçilerin eski başkan adayı John McCain de benzer görüşlere sahiptir. McCain; “ekonomik kriz; açgözlülükte, fesatta ve tecavüzlerde gizlidir.”

Inner Projection dergisi Batı’nın sunduğu iktisadi kalkınmayı “İç Çöküş” başlıklı makalede şöyle ifade ediyor: “Mali çöküş, mali değil ahlaki çöküştür.” Makalenin devamında Batı’nın sunduğu iktisadi kalkınmanın sonuçlarını ise şöyle ifade etmektedir: “Matematik sahasından, iş dünyasından, siyasi toplantılardan, okul binalarından, üniversite fakültelerinden, özel ve genel mekânlardan olmak üzere hangi yerden bakıldığına bakılmaksızın kapitalist dünyadaki insanlar daha az ahlak sahibi ve medeni oldular. Ekonomik olarak son derece zor günler geçirdik. Fakat ahlaki açıdan sert değil derin bir şekilde düştük.” Batı’nın iktisadi kalkınmasını bu şekilde yorumlamaktadır. Conner ise; ahlaki krizin tüm kurumları tehdit ettiğine inanmakta ve değersel olarak ahlaki krizin hacmini şu sözleriyle ifade etmektedir: “Şu anda biz sadece malî bir kargaşa ile karşı karşıya değiliz. Diğer önemli kurumların tümü de yaklaşık olarak tehdit altındadır. Siyasi sistem çöküş yolundadır. Kamu okulları başarısızdır ve sınırların çiğnenmesi kolaylaşmıştır. İstihbarat birimleri işlevsel olarak yanlış bir yoldadır. Şehrin içleri uyuşturucu ve çetelerle müpteladır (temel ihtiyaçlarını sağlamak için çalıyor ve öldürüyorlar). Aileler yerle bir olmuş ve milyonlar kiliselerinden kaçmaktadır.”

Batı, iktisadi kalkınmasını doğru bir fikrî liderliğin arkasında yürütmediği için ahlaki, insani, ruhi ve ekonomik krizler ve sorunlar ile boğuşmaktadır. Batı’da yaşayan bireyler, değer duygularını ve ahlaki sistemini sonsuza kadar kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Yukarıda belirtiğimiz gibi fikrî değerleri çökmüş toplumlarda maddi servet mevcut olsa dahi bunların azalması ve fakirleşme süreci daha hızlı yaşanmaktadır.

Şu bir gerçektir ki Batı, maddi zenginliğini iktisadi kalkınmayı esas alarak sağlamamıştır. Fakat Müslümanlara kalkınmanın esası olarak iktisadi kalkınmayı göstererek sömürü nizamını iktisadi olarak devam ettirmeye çalışmaktadır. Kalkınmanın esasını -Batılı değerler ve kurallar çerçevesinde- Müslümanların iktisadi olarak algılamasını sağlamaktadır.

İslâm Ümmeti’nin alim ve siyasileri İslâmi fikirleri bugün; Yunanlıların, Aristo ve Eflatun felsefelerini ütopik, farazi bir fikir olarak miras aldıkları tarzda almışlardır. Müslümanların, bu algıdan kurtulabilmek için kendilerine doğru bir düşünme metodu ve fikir meydana getirmeleri gerekmektedir. Ancak bu esaslar üzerinde maddî servetleri kazanabilir, ilmî buluşların ve teknolojik gelişmelerin sağlanması tekrar mümkün olabilir. Bunu yapmadıkları takdirde ileriye doğru bir adım atmadıkları gibi kısır bir döngü içerisinde dolaşmaya devam ederler; bedenî birikimlerini boşa harcarlar, başladıkları yere her seferinde geri dönerler.

Batılı iktisadi kalkınma teorisyenlerinin bahsettiği gibi sorun, millî servetin artırılması ve ekonominin geliştirilmesi değildir. Çünkü hayatî problemlerin çözümü için bu insânî bir sorun olarak kabul edilmiş ve ferde fert açısından bakılmıştır. Böylece millî servetin artırılması ve ekonominin geliştirilmesi olarak görülmüş, ekonomik bir sorun olarak kabul edilmiş ve bu sorun için hatalı bir çözüm koyulmuştur. Çünkü insanların aç ya da tok olmalarına bakılmadan, barınacak evlerinin olup olmadığı araştırılmadan, insanın ihtiyaçları göz ardı edilerek servetin geliştirilmesi ve üretimin artırılması esas alınmıştır.

Sağlık imkânlarının, öğretimin ve toplumun güvenliğinin sağlanması gibi sorunların tamamında da durum aynı şekildedir. Tüm bu hususlar sağlık sorunu, eğitim sorunu ve güvenlik sorunu olarak değil insânî sorunlar olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla araştırma ve hassas olunacak konu bizzat insandır. O halde mesele, insanın fıtrî yaratılışından, uzvî ve içgüdüsel ihtiyaçlarının düzenlenmesi keyfiyetinden kaynaklanan sorunlara yönelik bir araştırmadır. Bundan dolayı İslâm, insani sorunlar olması itibariyle tüm bu sorunları çözümlemek üzere gelmiştir. Sadece iktisadi değerleri esas almayıp insanın ihtiyacı olan diğer değerleri yani ruhi, insani, ahlaki değerleri de birbirleri ile alakalandırarak ölçülmesi gerektiğini bildirmektedir. İslâm insana ait bu temel sorunlarını şer’î hükümler ile çözümlemiştir.

Kapitalizmde; mesele incelendikten sonra çözümü vakıanın kendisinden çıkarılır. Sosyalizmde ise sorunların çözümü, ütopyalarından veyahut teorik bilgilerden çıkarılır. Bu iki yöntem de İslâm’a muhaliftir. Müslümanların bu yöntemleri alması haramdır.

İslâm iktisadi kalkınmayı esas almayıp sadece fikrî kalkınmayı esas almıştır. İslâm’ın fikrî liderliği, iktisadi, insani, ahlaki ve ruhi değerlerin toplumda bir dengede seyretmesi gerektiğini savunmaktadır. İslâm’ın fikrî kalkınmasında ne iktisadi değerin ne insani değerin ne de ruhi diğerin diğer değerlerden bir üstünlüğü veyahut önceliği söz konusu olamaz. Değerlerin kıymet derecesini ve öncelik sırasını sadece Allah’ın kulları hakkındaki hitabı belirlemektedir.

İslâm’ın hayat nizamının varlık sahasına çıkması ile İslâmi hayatın yeniden başlatılması, faydacı zihniyetin yerini takvanın alması, beşerin arzusuna dayanan kanunlar yerine ilaha ait kanunun öne çıkması demektir. İslâm, maddeyi insan hayatı için yaratılış hedeflerine uygun hâle getirir, onu gaye hâline getirmez ve maddeyi lider yapmaz. İslâm, kanun yapma hakkını yaratıkların tümünden alır ve Allah’a verir.

İslâm’ın kalkınma modelinin, kapitalist sistemden daha fazla istikrar sağlayacağından; kapitalizm sebebiyle karşı karşıya kalınan yıkım, bela ve musibetler karşısında insanlığın tek kurtuluşu olduğu bir hakikattir. Fakat şu unutulmamalıdır: İslâm’ın kalkınma modelinin içerisinde yer alan iktisat nizamının tek başına ele alınması kamil neticelerin elde edilmesini kesinlikle sağlamayacaktır. Bir başka ifade ile ekonomik sistemin siyasi sistemle, ahlaki değerler manzumesiyle, hukuk sistemiyle, içtimai nizamla yan yana yer alması ve bu sistemleri uygulamaya çalışan bir devletin çatısı altında bulunması gereklidir. İşte bu durumda sistemin sürekliliği sağlanır ve dünyanın muhtelif halklarına canlı ve pratik bir örnek olarak sunulabilir. İşte bu özelliklerin tümü, tüm dünyanın beklediği Nübüvvet metodu üzere kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti’nde ancak mümkündür.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz