DÜŞMANIN AÇTIĞI KAPI ONUN İSTEDİĞİ YOLA ÇIKAR

Yılmaz Çelik

Son asırda yaşayan Müslümanların, İslâm’ı miras alışları hayatta tatbik edecekleri pratik fikirler olarak değil, teorik, akademik, ütopik ve tarihî malumatlar şeklinde olmuştur. Bununla birlikte Batılı fikir ve görüşlerden etkilenmeleri, Batılıların bir kısım alanlarda başarılı olmaları, uzun zamandır İslâm ile Batılı fikirleri ve yaşam tarzını bağdaştırma çabaları ve İslâm’ın nizamlarına ve hükümlerine karşı her gün yapılan saldırılar, Müslümanların İslâm’ın nizamlarına yönelik güvenlerini sarsmış ve bir kısım Müslüman’ın Batı’ya, fikirlerine ve nizamlarına teslim olmaları ile sonuçlanmıştır. Tüm bu sebeplerden dolayı uzun zamandır Müslümanlar, İslâm’ın yeniden hayata hâkim olacağına dair güven ve ümitlerini yitirmişlerdi.

Ancak son dönemlerde bu algı kırılmaya başlanmış, İslâm’a ve nizamlarına olan güven yeniden canlanmış ve İslâm’ın hakimiyeti noktasında ümitler filizlenmiştir. Ümmet bir bütün olarak İslâm’a yönelmeye, Batı’dan ve fikirlerinden nefret duymaya başlamıştır. İşte bu yeniden İslâm inkılabının şafağıdır.

İslâm inkılabının önünde engel olarak sadece Müslümanların zihinlerindeki örümcek ağlarının temizlenmesi kalmıştır. Bunlar bazılarının zannettiği gibi Müslümanların ellerini ve kollarını bağlayan demir zincirler değil, sadece zihinlerindeki örümcek ağlarıdır. Örümcek ağları her ne kadar etki olarak zayıf olsa da görüş keskinliğini bozması itibariyle zihni bulandırır.

İşte günümüz Müslümanlarındaki zihin bulanıklığı ve görüş zayıflığını gidermek, İslâm’a zıt ya da İslâm’dan olmayan tüm Batı menşeli fikirlerden kurtulmaları, İslâm inkılabı için son derece elzemdir.

Doksanlı yılların başında Sovyetler Birliği’nin yıkılıp parçalanması devlet olarak yıkılmasından öte dünya bazında bir ideolojinin yıkılması evrensel ve devletlerarası olarak sona ermesi demekti. II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından Amerika’nın liderliğinde Batı bloğu ve Sovyetler Birliği’nin liderliği altında Doğu bloğu arasında çatışma başladı. Soğuk Savaş olarak isimlendirilen bu çatışma yalnızca iki blok arasında devletlerarası bir çatışma olmayıp aynı zamanda kapitalizm ve sosyalizm ideolojileri arasındaki ideolojik bir çatışma özelliğine sahipti. Ayrıca bu çatışma sadece Avrupa’yı değil bütün dünyayı kapsamaktaydı.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ve ideolojik anlamda da hayattan uzaklaşmasıyla iki blok arasındaki çatışma son buldu. Sosyalizmin çöküşü ile kapitalizm, devletlerarası alanda yalnız kaldı. Şu anda dünyada kapitalizmin dışında bir başka ideolojiyi taşıyan ve taşıdığı ideolojiye göre devletlerarası arenada siyasetini oturtan ve yürüten bir devlet bulunmamaktadır. Günümüz dünyasında evrensel sahada yalnızca iki ideoloji bulunmaktadır. İslâm ve kapitalizm.

Amerika’nın kapitalist ideolojiyi dünyadaki tüm halkların ve milletlerin ideolojisi yapma atağı, İslâm dünyası dışında başka hiçbir yerden herhangi bir mukavemetle karşılaşmayacaktır. Dolayısıyla şu anda Amerika’nın kapitalizmi evrenselleştirme atağına karşı koyacak İslâm ümmetinden başka hiçbir topluluk yoktur. İşte tüm bunlardan dolayı Batı, hâkimiyetini ve sömürgesini devam ettirebilmek için kendine yeni bir düşman icat etti. Bu yeni düşman İslâm’dı. Her ne kadar bugün İslâm’ı temsil edecek bir devlet olmasa da İslâm ideolojik olarak Müslümanların nefislerinde hâlâ canlıdır.

1994 yılında NATO’nun en büyük komutanı olan John Galvin bu yeni düşman hakkında şöyle diyordu: “Soğuk savaşı kazandık. İşte şimdi 70 yıllık saptırıcı mücadelelerden sonra 1400 yıl boyunca var olan mücadele eksenine yeniden dönüyoruz. Bu mücadele İslâm’la büyük karşılaşma mücadelesidir.”

Aynı şekilde Amerikan Dışişleri eski bakanı ve en önemli stratejistlerinden biri olan Yahudi asıllı Kissinger bu korkusunu şu şekilde ifade etmektedir: “Batı’nın yeni düşmanı konumunda olmaları nedeniyle Batı’nın yeni cephesi şüphesiz ki İslâmi Arap dünyasıdır.”

Portekiz'in son diktatörü Salazar da bir basın toplantısında açıkça şunları söylemiştir: “Batı medeniyeti için asıl tehlikeyi Müslümanlar teşkil ediyor.” Gazetecilerden birinin “Ama Müslümanlar kendi aralarındaki ihtilaflar, münakaşa ve savaşlarla meşguller!" sözüne Salazar'ın cevabı şöyle olmuştur: “O ihtilafları bize çevirecek birisi çıkar diye korkuyorum.”

Her ne kadar şu an yeryüzünde İslâm’ı ve Müslümanları devletlerarası sahada temsil edecek bir devlet bulunmasa da Müslümanlarda bulunan İslâm ideolojisi sömürgeci Batı’yı oldukça endişelendirmekte ve korkutmaktadır. Bu potansiyel durum Müslümanlarda devam ettiği sürece kapitalist ideolojinin yayılmasının önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir. İşte Batı bu durumu kendi lehine çevirebilmek ve kendi ideolojisinin ömrünü uzatmak için birtakım saptırıcı ve yanıltıcı fikirlerle İslâm’a ve Müslümanlara saldırdı. Gayri İslâmi fikirlerle Müslümanların zihinlerinde bir şüphe oluşturdu. Sömürgeci Batı devşirdikleri adamlar eliyle de bu tür fikirleri İslâm ümmeti içerisine pazarladı.

İşte biz bu makalemizde Sömürgeci Batı ve modernistlerin savundukları ve iddia ettikleri saptırıcı ve son derece tehlikeli olan birtakım başlıca fikir ve mefhumları ele alıp değerlendireceğiz.

Demokrasi ve Cumhuriyet’in İslâm’dan Olduğu Görüşü

Öncelikle demokrasi ve cumhuriyetin İslâm’dan olup olmadığı değerlendirmeden önce bu iki kavramın anlam olarak neyi ihtiva ettiğini açıklamamız elzemdir.

Demokrasinin en genel tanımı “Halkın halk tarafından yönetilmesi, egemenliğin millete veya halka ait olmasıdır.  Bu çerçevede demokrasi iktidarın halkın elinde olmasına vurgu yapan bir kavramdır.” Şeklindedir.

Cumhuriyet ise hükümet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının zıddıdır.

Yine aynı şekilde cumhuriyet, kelime manası itibariyle çoğulculuk ve çoğunluğun yönetimi demektir. Cumhuriyet rejimi teşrî’de yani yasamada gücünü halktan almaktadır. Cumhuriyet rejiminde halk başlı başına yasamanın kaynağıdır. Halk belirler, halk seçer, halk yapar, halk yasalaştırır ya da halk yasamanın kaynağını oluşturur. Yani kısacası, cumhuriyet rejiminin temelini şu yaygın ilke oluşturmaktadır; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Egemenlik olgusu gücünü ve kaynağını halktan almaktadır. Görüldüğü üzere hem demokrasi hem de cumhuriyet mefhum olarak aynı şeyi kapsamakta ve her ikisi de egemenliği halka vermektedir. Yani her iki kavramda da yasa koyan, haramı ve helali belirleyen, iyi ve kötüyü tayin eden bizzat insanın kendisidir. Bu açıdan iki sistem arasında bir fark yoktur.

Müslüman düşünürler arasında cumhuriyetin İslâm’dan olup olmadığı meselesinden daha ziyade demokrasinin İslâm’dan olup olmadığı ya da İslâm’a zıt olup olmadığı konusu daha çok ön plana çıkmıştır. İslâm ve demokrasi meselesi, yaklaşık 150 yıldır İslâm dünyasını meşgul eden tartışma konularının en önemlilerinden birisidir. İslâm ve demokrasi tartışmaları, günümüzde ciddi bir literatür oluşturmuş önemli bir konudur. Kimileri “demokrasi” ile “şûra” arasında benzerlikler olduğunu söylemekte; demokratik yönetimlerde halk iradesinin yönetime yansıdığını, halkın kontrolünün otorite üzerinde hissedildiğini düşündükleri için demokrasiyi İslâm’a uygun görmekteler. Sağladığı özgürlük ortamının ve farklı fikirlerin kendisini ifade etmesine imkân vermesinin İslâm’ın yeryüzündeki hedefleriyle örtüştüğünü savunmaktalar. Aynı şekilde bu çevreler demokrasinin Allah’ın hâkimiyetine bir ortaklık olmadığını, İslâm’ın temel ilkeler haricinde bir devlet modeli önermediğini, insanın bunu tarihsel ve toplumsal şartlara göre düzenlemesi için serbest bırakıldığını ileri sürmekteler.

Kimileri ise içinden çıktığı kültür, ortam ve ona rengini veren esas değerler bakımından demokrasinin İslâm ile bağdaşmasının mümkün olmadığını, ayrı bir din olduğunu savunmaktadır. Onunla kurulacak herhangi bir yakınlığın küfre veya şirke düşüreceğini söylemektedir. Görüldüğü üzere tartışmaların merkezinde yer alan asıl konu, hakimiyetin kaynağı konusudur.

Günümüzde ise demokrasiyi İslâm’a yamamak veya İslâm’danmış gibi göstermek isteyen birtakım çevreler konuyu seçimler üzerinden ele alıp demokrasiyi sadece halkın kendi yöneticisini seçmesiyle sınırlandırmışlardır. Sömürgeci Batılı devletler, Müslümanların, hakiki manası ile demokrasiyi asla kabul etmeyeceklerini idrak etmektedirler. Onun için bu sömürgeci Batılı devletler ve bilhassa Amerika demokrasiyi yöneticiyi seçme aracı olduğu şeklinde saptırma yoluyla ithal ederek İslâmi beldelerde pazarlamaya uğraşmaktadır. Dolayısıyla Müslümanlara saptırıcı bir imaj sunmak maksadıyla sanki demokraside temel işlev yöneticinin seçimiymişçesine yöneticinin seçimi üzerine odaklanarak bununla Müslümanların duygularını okşamaktadırlar.

Bu ise Müslümanları aldatmaktan başka bir şey değildir. Demokrasiyi sadece seçimle sınırlandırmak demek sömürgeci kâfirlerin sistemi olan demokrasinin ve onların talan ve katliamlarının ömrünü uzatmaktır. Fakat gelmiş olduğumuz nokta itibariyle demokrasi ve cumhuriyetin sadece Müslümanlar için değil bütün bir insanlığa vereceği artık hiçbir şeyi kalmamıştır. Fikrî, siyasi, insani ve ahlaki değerler bakımından iflas etmiştir. Toplumlara birtakım özgürlükler vererek ifsat etmiştir. Sadece beşerî değil aynı zamanda ekini de ifsat etmiştir. Aynı şekilde sadece kendi toplumlarını değil hemen hemen bütün dünya halklarını vahşi bir canavara dönüştürmüştür. Nitekim dünyada gelişen birtakım siyasi ve sosyal çalkantılar bunun bir göstergesidir.

İslâm’a gelince, yasama halka ait değildir. Bilakis yalnızca Allah’a aittir. Allah’tan başka hiç kimsenin, bir şeyi helal veya haram kılma hakkı yoktur. Yasamayı beşere ait kılmak, İslâm’da büyük bir cürümdür. Nitekim şu ayet bunun için inzal olmuştur.

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَاباً مِّن دُونِ اللّهِ

“Allah’ı bırakıp rahiplerini ve hahamlarını... Allah’tan başka Rabler edindiler...”[1]

Yine aynı şekilde Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

  إِنْ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلَّهِ

“Hüküm sadece Allah’a aittir.”[2]

Aslında Batılıların ve onların yerli payandalarının demokrasi ve cumhuriyeti İslâm’danmış gibi göstermelerinin temel bir nedeni var. O da İslâm’ın kendisine ait bir yönetim sisteminin ve devletinin olmadığı anlayışının Müslümanların zihinlerine empoze edilmesidir. Başka bir tabirle siyasi İslâm’ı temsil edecek olan Hilâfet Devleti’nin iktidara getirilmesinin önüne geçilmesi ve Müslümanların zihinlerinden bu kavramın uzaklaştırılarak Müslümanların bu yönde çalışmasının engellenmesi amaçlanmaktadır. Oysa Müslümanların bugün en çok muhtaç oldukları, iman ettikleri, asırlar boyunca uyguladıkları İslâm, kapsamlı ve en mükemmel nizama sahip sahih ideolojidir. İslâm ideolojisinin yönetim biçimi ise hiç tartışmasız Hilâfet’tir.

Hilâfet ise İslâm şeriatının hükümlerinin hâkim kılınıp İslâm davetinin tüm insanlığa taşınması için yeryüzündeki tüm Müslümanların önderliğidir. İslâm Hilâfet Devleti, İslâm’ı kâmil manada hayat sahasına uygularken kaynağını şeriattan alan yönetim nizamının adıdır...

Hilâfet Devleti’nde egemenlik/hâkimiyet kayıtsız şartsız şeriata aittir. Yani Hilâfet nizamında hükümlere sadece ve sadece şeriat kaynaklık etmektedir. Kısacası İslâm Hilâfet Devleti’nde egemenlik/hâkimiyet şeriata aitken, demokrasi ve cumhuriyet yönetiminde bu hak halka tevdi edilmektedir.

Dolayısıyla demokrasi ve cumhuriyet gayri İslâmi nizamlardır. İster demokrasinin isterse de cumhuriyetin İslâm’dan olduğunu iddia etmek ve bu fikri pazarlamak başta Amerika olmak üzere diğer sömürgeci Batılı devletlerin İslâm’ı yok etme hamlelerinden birisi olarak değerlendirilmelidir.

İslâm’ın Siyasi Bir Din Olmadığı, Sadece Ruhi ve Ahlaki Birtakım Mesajlar İçerdiği İddiası

Batı ve avenelerinin ve özellikle de birtakım modernistlerin savundukları ve Müslümanların zihinlerinde İslâm’a karşı bir şüphe oluşturmak istedikleri görüş ve iddialardan bir tanesi de İslâm’ın tüm hayatı kuşatan hükümlerinin olmadığı safsatası ve yalanıdır. Yani İslâmi hükümlerin günümüz modern dünyasının sorunlarına kapsamlı bir çözüm getirmediği iddiasıdır. Bundan maksat ise İslâm’ı dar bir alana hapsetme, Hristiyanlıkta olduğu gibi sadece birtakım ritüellere hasretme, İslâm akidesinin siyasi bir akide olmadığı ve sadece ruhi bir akide ya da ideolojiye sahip olduğu fikrinin Müslümanlara empoze edilmesidir. Özelikle Batılı ve yerli oryantalistler şu görüş iddia etmekteler: “İslâm dini tamamen ruhi ve manevi bir dindir ve dünya işlerine dair hiçbir hüküm ve icra içermez.”

Hâlbuki Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَاناً لِكُلِّ شَيْءٍ

“Biz sana her şeyi apaçık beyan eden kitabı indirdik.”[3]

Yine şöyle buyurmaktadır:

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪يناًۜ

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.”[4]

Görüldüğü üzere ayetler İslâm’ın hayatın her alanı ile ilgili çözümler ortaya koyduğunu net bir şekilde göstermektedir. Fakat bunun aksini iddia eden birtakım çevrelerin asıl amacı, İslâm’ın belirlenmiş bir yönetim nizamının olmadığını ifade ederek İslâm’ı temsil edecek ve hükümlerini tatbik edecek olan Hilâfet Devleti’nin Müslümanların zihinlerden uzaklaştırılarak, Hilâfet’in tarihe hapsetme projesidir.

Hâlbuki İslâm, insan ve toplumun sadece manevi ihtiyaçlarını düzenleyen ahirete yönelik bir din değil, bunun yanında ve bununla bağlantılı olarak kamusal alanı da tanzim eden hükümler ortaya koymuştur. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır. 

فَاحْكُم بَيْنَهُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ عَمَّا جَاءكَ مِنَ الْحَقِّ

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Haktan sana gelenden sapıp da onların hevalarına uyma.”[5]

وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَن يَفْتِنُوكَ عَن بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللّهُ إِلَيْكَ

“Aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet. Onların hevalarına uyma. Seni, Allah’ın sana indirdiğinin bazısından saptırmalarından sakın.”[6]

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ...الظَّالِمُونَ...الْفَاسِقُونَ

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerdir… zalimlerdir… fasıklardır.”[7]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ

 “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasul’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.”[8]

Bu ayetler dışında yönetim ve otorite kavramlarına işaret eden hükümle ilgili daha birçok ayet-i kerime mevcuttur. Yönetime ilişkin uygulamaların ayrıntılarını açıklayan birçok ayeti kerimeye ilaveten, savaş hukuku, siyasi hukuk, ceza hukuku, sosyal hukuk, medeni hukuk vb. hukuki kavramlara ilişkin tafsilat da verilmiştir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ وَلِيَجِدُواْ فِيكُمْ غِلْظَةً

“Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik bulsunlar.”[9]

وَإِن جَنَحُواْ لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a tevekkül et.”[10]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ

Ey iman edenler! Akitleri yerine getirin.”[11]

وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاْ أُولِيْ الأَلْبَابِ

“Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.”[12]

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا جَزَاء بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِّنَ اللّهِ

“Hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza olarak, Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin.”[13]

Bu vb. yüzlerce ayet incelendiğinde, İslâm’ın medeni hukuk, siyasi hukuk, ceza hukuku, askerî hukuk ve muamelat (şahıs ve aile hukuku, haklar, miras, ticaret, borçlar ve iş hukuku) ile ilgili konulara ilişkin açık hükümler ortaya koyduğunu görürüz. Bu konulara dair ayrıntılı bilgi ihtiva eden yüzlerce sahih hadis de vardır. Söz konusu tüm ayet ve hadisler İslâm’ın yönetim, devlet, toplum, hayat, ümmet ve fert için nizam olma vasfına açıkça işaret eden delillerdir.

Zamanın Değişmesiyle Hükümler Değişir

Müslümanların zihinlerini bulandıran meselelerden bir diğeri de zaman ve mekânın değişmesiyle hükümler de değişir fikridir. Aslında bu bulanıklık yeni olmayıp 18. asrın ortalarından yani İslâm toplumunun çöküşünden günümüze kadar süregelmiştir.

1789 Fransız İhtilali ve akabinde gerçekleşen sanayi devrimi beraberinde Avrupa’da birçok fikrî akımları doğurmuş ve Avrupa’yı ekonomik gelişmişlik düzeyine çıkarmıştır. Bu dönemde meydana gelen birtakım Rönesans hareketleri, Müslüman düşünürler arasında düşünmeye ve tartışmaya sebebiyet vermiştir. Bu düşünürler bir yandan Batı’nın nasıl kalkındığı üzerinde düşünürken diğer yandan ise İslâm ümmetinin süratli bir şekilde çöküşünün nedenlerini araştırmaya başlamışlardır. Fakat ümmeti kalkındırmaya ve bu düşüşü engellemeye yönelik birçok teşebbüsler yapılmasına rağmen bu teşebbüslerden hiçbiri başarılı olamamış ve İslâm dünyası, anarşi ve çöküş karanlıklarında çırpınmaya ve bu gerileme ve çöküşün acılarını çekmeye devam edegelmiştir. Dönemin Batı kültürünün etkisinde kalmış kanaat önderleri ve alimler ise maddi kalkınma için Müslümanların da Avrupalılar gibi dinin katı tahakkümünden kurtulması gerektiğini, yani dinin hayattan uzaklaştırılması ile kalkınmanın gerçekleşebileceği kanaatine sahip olmuşlardır. Bu görüşlerine dayanak olması açısından ve hiçbir şer’î kaideye dayanmayan Mecelle’de geçen “Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tebeddülü inkâr olunamaz.” gibi kaideler ortaya koyarak zamanın değişmesiyle hükümlerin ve ihtiyaçların değişebileceğini, Müslümanın geleneksel olarak yapa geldikleri amellerinin zamana ve mekâna göre değişebileceğini iddia etmişlerdir. Hâlbuki kalkınmanın önündeki engel din yani İslâm değil bilakis İslâm’ın hatalı tatbikinden kaynaklanıyordu. İslâm ümmeti dinine bağlı kaldığı sürece hayatın her alanında -sanayi, bilim, teknoloji ve daha birçok alanda- göz kamaştırıcı bir kalkınmaya imza atmıştır.

“Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.” ifadesi hem vakıayla hem de şer’î hükümlerle çelişmektedir. Şöyle ki hükümlerin değişkenliği zamanın değişmesine bağlı kılındığı için hata yapıldı. Çünkü hükümler insanın fiilleri hakkında inmiştir, zaman hakkında değil. Şayet “Hükümlerin değişmesi için zamanın değişmesi gerekir.” diyerek cümleyi tersten okursak o zaman her bir dakika, her bir saat, her bir yıl ya da her bir asır için Allahu Teâlâ’nın yüce kitabında zaman belirterek “Filan zamanda şu hükmüm geçerlidir, filan zamana eriştiğinizde ise şu hükmüm geçerlidir.” demesi icap ederdi.

Günümüz modern dünyasında ise bu görüşü savunan birtakım modernistler İslâm hükümlerinin modern çağa hitap etmediğini dolayısıyla da dinde bir reforma/yenilenmeye gidilmesinin zorunlu olduğunu iddia etmektedirler. Böylece İslâm, çağdaş topluma uygun olsun diye nasslarının taşımadığı bir şekilde tefsir edilir oldu. Oysa yapılması gereken topluma uysun diye İslâm’ı tevil etmek değil bilakis İslâm’a uysun diye toplumun değiştirilmesine veya kalkınmasına çalışmaktı. Zira mesele; İslâm’ın hükümlerini topluma, asra, zamana ya da mekâna hiç bakmaksızın olduğu gibi tatbik etmeleri idi. Fakat onlar bunu yapmadılar. Bilakis asra uygun olsun diye İslâm’ın hükümlerini tevil ettiler. Üstelik Kur’ân’ın kati nassları ile çelişen hükümlerle bile fetva verdiler. Mesela Allah Azze ve Celle kitabında faizi haram kılmasına rağmen çok aşırıya kaçılmaması şartıyla faizin alınabileceğine hükmettiler ya da modern Batı bize ne der diye birtakım hadlerin durdurulmasına fetva verdiler. Bununla birlikte ceza kanunlarının İslâm’dan başkasından alınmasına onay verdiler. Hâlbuki zamanın değişmesiyle hükümler kesinlikle değişmez ve bugün olduğu gibi kıyamete kadar da baki kalacaktır. Değişen sadece birtakım teknolojik gelişmelerdir. Namaz, oruç, hac, zekât, faiz, zina ve rüşvetin haramlığı kıyamete kadar değişmez. Yine kesin nasslarla belirlenen şer’î miktar ve ölçüler, namaz vakitleri, rekâtları gibi hükümlerde ve temel inanç konularında da değişiklik olmaz.

Bu ve vb. hükümlerde yenilik yapmak, sabit olan bir hükmü değiştirmek ve bozmak, nassları aklın tahakkümüne teslim etmek veya sömürgeci kâfirlerin hoşuna gidecek şekilde hükümleri tevil etmek Allah ve Rasulü’nün hükümlerini değiştirmek ve beşerîleştirmek demektir. İslâm’da kesin nasslarla sabit hükümler zamana ve şartlara göre değişmez. Bununla birlikte Hz. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Sahabe, Tabiin ve müçtehit imamlar döneminden sonra zamanın ve mekânın farklılık arz etmesiyle karşımıza yeni çıkan meseleler de -tüp bebek, organ nakli, klonlama- gibi ortaya çıkan bazı güncel meselelerde fetva vermek ve içtihat etmek caizdir. Bunda herhangi bir sakınca yoktur. Söylemek istediğimiz İslâm şeriatının her zaman ve mekâna hitap eden bir hayat nizamı olduğu gerçeğidir.

Dolayısıyla modernistler/yenilikçiler şeriatın asra uygunluğu ve şer’î hükümlerin her asır, zaman ve mekâna uygun olmasının zarureti gerekçesiyle şeriata muhalif hükümler koydular. Bunun neticesi de İslâm’ın hayattan uzaklaştırılması ve bu hatalı anlayışlar ve bâtıl hükümlerden faydalanan İslâm düşmanlarının, kendi kanun ve ideolojilerini, Müslümanlar üzerine tatbik etmesi oldu.

Maslahat Neredeyse Hüküm Oradadır

Müslüman düşünürlerin Batılı çağdaş fikrî akımlardan etkilenmelerinin neticesinde düşünmelerinde büyük bir tahribat oluşmuştur. Özellikle rasyonalizm ve pozitivizm düşüncesinin birtakım Müslüman düşünürlerde ve günümüz modernistlerinde yer bulmasından sonra Müslümanların şer’î hükümlere bağlılığında bir zayıflama meydan gelmiş ve bunun neticesinde ise Müslümanların vahiyle olan bağlantısı ciddi anlamda kopmuştur. Bu da her meselede aklın ön plana çıkartılarak hakem kılınması ve vahyin geri plana atılması demektir. Yani hüküm koymada tek kaynak/hakem akıl olmuştur. Maslahatı belirleyen, iyi, kötü, doğru, yanlış, güzel ve çirkini tayin eden bizzat akıldır. Hâlbuki Allah Azze ve Celle doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü insanların bilemeyeceğini, ancak kendisinin bileceğini bildirmektedir.

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـٔاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـٔاً وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟ 

“Hoşlanmadığınız (doğru bulmadığınız) bir şey sizin için hayırlı (doğru) olabilir; hoşlandığınız (doğru bulduğunuz) bir şey de sizin için şer (yanlış) olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.”[14]

Diğer bir yönden maslahat neredeyse hüküm/İslâm oradadır düşüncesi faydacılık üzerine kurulu olan bir düşüncedir. Kişi bu şekilde haram olan bir şeyde mesela; faiz, zina, kumar, uyuşturucu vb. fiillerde birtakım maddi kazançlar gördüğünde menfaati gereği onu hemen yapabilir. Çünkü akıl onlarda bir maslahat/fayda görmüştür. 

Oysa İslâm şeriatı bu tür fiillerin yapılmasını haram kılar. Amellerde maslahatı/faydayı esas almak İslâm’a zıt ve muhaliftir. Maslahat veya faydayı esas almayı değil şer’î hükümlere bağlanmayı ve kayıtlı olmayı zorunlu kılar. Bir eşyada fayda ne kadar büyük olursa olsun Müslüman Allah’ın haram kıldığı o şeyden uzak durur. Mesela şu ayette olduğu gibi:

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِۜ قُلْ ف۪يهِمَٓا اِثْمٌ كَب۪يرٌ وَمَنَافِـعُ لِلنَّاسِۘ وَاِثْمُهُمَٓا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَاۜ

“Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük günah ve bazı faydalar vardır; günahları da faydalarından büyüktür.”[15]

Yine aynı şeklide düşünce ve davranışlar hakkında yegâne karar verici mercinin aklın değil bilakis kendisi olduğunu bildirmiştir.

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْراً اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ

“Allah ve Rasulü herhangi bir konuda hüküm verdiğinde hiçbir mümin erkek veya kadının tercih etme imkânı yoktur.”[16]

Dolayısıyla Müslümanların hayatın her alanında şer’î hükümlere bağlanmaları gerekmektedir. Maslahat neredeyse hüküm oradadır düşüncesi yerine İslâm neredeyse maslahat oradadır düşüncesiyle hareket edilmelidir.

Toplumları Zehirleyen ve Ayrıştıran Milliyetçilik

17. yüzyıl sonlarında, ulus devlet anlayışı ile etkili olan milliyetçilik, kapitalist devletlerin bir ürünüdür. Kapitalist sömürgeci devletlerin, toplumlar üzerindeki siyasi, askerî ve kültürel hakimiyetini gerçekleştirmek ve onları sömürmek için kullandığı en önemli ve en tehlikeli argümanlardan birisidir milliyetçilik. Sömürgeci Batılı devletler Müslümanların ümmet bilincine sahip olup bütünlüklerini muhafaza ettiği ve bunu da bizzat pratikte tatbik eden devletleri olduğu sürece kendi sömürülerinin önünde büyük bir engel teşkil ettiklerini gördü. İşte Batı kendi hedeflerini gerçekleştirmek, bu tehlikeyi bertaraf etmek, ümmeti ayrıştırmak ve onların arasına ayrılık tohumları ekmek için milliyetçilik fikrini bir silah gibi kullandı. Nitekim 1924 yılında Hilâfet’i yıkmayı başardıktan sonra bu hayallerini gerçekleştirmiş oldu. İşte Batı bu sayede 1300 senelik Hilâfet Devleti’ni yıkmış, ümmeti birçok devletçiğe bölmüş, aralarına suni sınırlar çizmiş ve milliyetçilik fikrini ümmete empoze etmiştir.

Müslümanların devletlerini kaybetmesi ve bunun sonucunda da birçok devlete bölünmesiyle beraber kendilerine milliyetçilik fikirleri hâkim olmaya başladı. Her ulus kendi milliyeti ile övünmeye ve bunun için savaşmaya başladı. Türk ve Arap milliyetçiliği kavramları ön plana çıkartılarak ümmetçilik anlayışından uzak durulması hedeflendi. Özellikle Osmanlı Hilâfet Devleti’nin son zamanlarında Batı kültürü ile kültürlenen Jön Türkler eliyle bu batıl ve gayri insani olan fikrin bayraktarlığı yapıldı. Özellikle son yüzyılda ümmet kavramı kötülenip, millet kavramı ön plana çıkartıldı. Hatta ümmet kavramını gündem yapan birtakım fertler ve İslâmi gruplara karşı sistemler sert tedbirler alarak onlara suçlu muamelesi yaptılar. Fakat bunun tam tersi yani millet kavramını ise yücelttiler. Toplumları bu kokuşmuş cahiliye fikrine çağırdılar. Böylelikle de kendi fasit nizamlarının bekasını garanti altına almayı başardılar.

Milliyetçilik fikri hiçbir şekilde İslâm ile bağdaşmaz. Milliyetçilik gayri insani ve gayri İslâmi olup İslâm’ın yasakladığı fikir türlerindendir. Zira Müslümanları birbirine bağlayan ve onları diğer toplumlardan ayıran en önemli faktör İslâm inancı ve kardeşliğidir. Milliyetçilik ise bu hayati bağı koparıp, insanlar arasında büyük kaos ve fitnelere sebep olduğundan dolayı kesinlikle yasaklanmıştır. Yine aynı şekilde İslâm şeriatı toplumları yiyip bitiren ve birbirlerinin soy sopu ile övünen toplumları kınamıştır. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَـبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ 

“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en üstün (kerim) olanınız takvaca en üstün olanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”[17]

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

دَعُوهَا فَإِنَّهَا مُنْتِنَةٌ

“Onu (milliyetçiliği) terk edin, çünkü o kokuşmuştur.”[18]

Dolayısıyla Batı bir gün kendi nizamının yıkılacağını, ümmetin tekrar bir araya gelerek Râşidî Hilâfet Devleti’ni kuracağını çok iyi bilmekte ve bu korkuyla yatıp kalkmaktadır. Bu korku onlar için bir kâbusa dönüşmüştür. Bunun için de İslâm’ı yok etmek, İslâm’ın hayata yeniden hâkim olmasını engellemek için her türlü siyasi, askerî, kültürel vb. enstrümanları kullanmaktadır. Fakat bununla birlikte sömürgeci Batılı devletlerin ümmetin vahdetini gerçekleştirecek Râşidî Hilâfet Devleti’nin kuruluşunu engellemeye güçleri yetmeyecektir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ

“Sonra nübüvvet metodu üzere Hilafet olacaktır.”[19] 



[1] Tevbe Suresi 31

[2] Yusuf Suresi 40

[3] Nahl Suresi 89

[4] Maide Suresi 3

[5] Maide Suresi 48

[6] Maide Suresi 49

[7] Maide Suresi 44-45-47

[8] Nisa Suresi 59

[9] Tevbe Suresi 123

[10] Enfal Suresi 61

[11] Maide Suresi 1

[12] Bakara Suresi 179

[13] Maide Suresi 38

[14] Bakara Suresi 216

[15] Bakara Suresi 219

[16] Ahzab Suresi 36

[17] Hucurat Suresi 13

[18] Buhari

[19] Ahmed b. Hanbel


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz