Farazi olmayan her
fikir yönetme ve düzen kurma amaçlıdır. Yönetme ve düzen kurma işinde merkezde
kimin olacağı konusu en belirleyici konudur. İlahi gücü ve yaratılışı sadece
vicdani olarak değil pratikte de -dünya hayatında- kabul eden yönetim ve düzenler
merkeze yaratıcıyı koyarlar ve onun koyduğu hükümlere göre düzen koyarlar.
Burada yönetenler esasen sadece emanetçi konumundadırlar. İlahi nizamı
uygulayıcılardır onlar. Tüm işlerini ve görevlerini bağlayıcı kılan o ilahi
nizamın doktrinleridir. Yani yönetenler diğer insanlar gibidirler. Nasıl ki
diğer insanlar bu nizamın doktrinleri ile kayıtlıdırlar yönetenler de aynı
şekilde onlar gibidir. Asla ve asla özgür ve serbest değillerdir. Yönetenlerin
kutsiyeti yoktur, kutsiyeti olan sadece ilahi nizamın koyucusu olan yaratıcıdır
yani Allah Subhânehû ve Teâlâ’dır.
İşte ilahi nizamın
koyucusu olan Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın yeryüzündeki tüm tasarrufunu
yok sayan Laiklik düşüncesi bu tasarrufu başka birine verdi. Bireye yani insana
nizam koyma ve doktrinler oluşturma görevini yükledi. Yönetme konusunda ise
pratikte gerçekleşmesi mümkün olmayan bir sistemi hayata geçirdi. Bu sistemin
adı demokrasi… Bu makalede demokrasiye detayları ile girmeyeceğim ancak onun
bir yalan olduğunu söylemeden de geçmeyeceğim…
Demokrasi denilen
şey kısaca halkın yönetime katılması düşüncesidir. Bu kısa tarif aslında kulağa
çok hoş geliyor. Zira despotizm ve monarşi yönetimleri halkın iradesini tamamen
yok sayan yönetimler olunca, halk sadece güdülen koyunlar gibi görülünce, buna
karşı halkın yönetime katılma düşüncesi ilk başta çok mantıklı bir gereklilik
olarak kabul edilebilir. Ancak halk yönetime nasıl katılacak sorusunun “doğru”
cevabı henüz bulunabilmiş değildir. Halkın tümü direk olarak mı yoksa bir kısmı
mı ya da bugün uygulamada olduğu gibi halkı temsilen milletvekilleri, hükûmetler,
başkan, başbakan ve bakanlar mı yönetecekler?
Tüm halkın ya da
bir kısmının yönetimi gerçekleştirmesi düşüncesi vakıada mümkün olmayan
teoriler olunca çözüm halkı temsil eden meclisler ve o meclislerden çıkan
hükümetlerde bulundu. Nihai noktada felsefe olarak bir karşılığı olsa da
pratiği mümkün olmayan demokrasinin nasıl icra edileceği konusunda bir noktaya
varılmış oldu. Halkın seçtiği vekillerden oluşan meclisler, bu meclislerde
yasalaşan kanunlar ve bu kanunlara göre yürütme ve icra işini yapacak hükûmetler
formülü bulunmuş oldu. Esasen demokrasilerde halkın yönetime katılması tamamen
bir aldatmaca ve yalandır. Halk yönetime katılamaz, sadece önüne konulan
tercihleri seçer. Görünüşte yönetenler siyasetçilerdir ama gerçekte ise o
yöneticiler sömürgeci sermayedar bir avuç zümrenin çıkar ve menfaatlerini
korumak için vardırlar. Onlar yönetimi başka bir erk için yaparlar. Demokratik
yönetimlerde kuvvetler-erk ayrılığı ilkesi esasen yalandır. Tek bir erk vardır
o da kapitalist sömürgeci sermayedar gruptur. Halk adına yönettiğini
söyleyenler bu çıkar grubunun menfaatlerine göre yasa ve kanun yapıp
yönetirler. Yani asıl kutsal olan odur.
Demokrasiye halkın
yönetimi diyenler ve onu bireylerin yönetime katıldığı sistem olarak
pazarlayanlar esasen bu yalanlarını gizleyebilmek için bireyi kutsallaştıran
özellikleri ona verdiler ki gerçek yüzlerini gizleyebilsinler ve bireyi daha da
fazla sömürebilsinler. Çünkü Batı, feodal toplumdan sanayi toplumuna geçiş sürecinde
olmazsa olmaz bu değişimi gerçekleştirmek zorundaydı. Zira feodaller ve kilise
Fransız Devrimi’ne kadar kutsal kabul edilen erklerdi. Halkın bu iki sınıfın
kutsallığını tartışmaya açması ve ayaklanmaya başlaması süreci kapitalizmin
doğduğu süreçti. Kapitalistler eski dönemde kutsal kabul edilen kral ve
kiliseye karşı tepkiyi görünce yeni süreçte yeni kutsalın kendileri değil, halk
(bireyler) olduğunu göstermeleri gerekirdi. Çünkü feodal yapıyı yıkan halkın
kendilerini gözetlediklerini biliyorlardı. Kapitalistler kutsallık
saplantısından vazgeçtiler, bireyi kutsallaştırdılar ama gerçekte kutsal olan
para ve kapital sermayeden de vazgeçemediler. Böylece düzen koyma ve doktrin
oluşturma işini kral ve kiliseden alıp bireye ve insana verince kutsiyeti de
ona vermiş oldular.
Feodal toplum ile
sanayi toplumu arasında birey için bir değer mukayesesi yaptığımızda şunu
görürüz. Sanayi toplumunda kapitalistler demokrasi düşüncesi ile bireyi hiçbir
şey olmama hatta insan olarak bile görülmeme konumundan alıp demokratik zeminde
itibar edilen bir mertebeye çıkardılar. Böylece insanı feodalizmin
karanlığından çıkardıklarını ve demokrasi sayesinde aydınlığa kavuşturduklarını
söylediler. İşte insanı bu sebeple özgürlükler fikri ile donattılar, bu
özgürlükler fikri bireye verilmiş bu kutsiyetin bir gereğidir.
Liberal Demokrasi
Öyle ya yasaların
kaynağı olan, düzen koyan ve doktrin oluşturan birey ise o zaman o birey kutsal
ve özgür olmalıdır yani onu sınırlayan hiçbir şey olmamalıdır. Nasıl ki ilahi
nizamı koyan yaratıcıyı sınırlayan bir şey yoksa insan da başkasının hakkına
tecavüz etmediği ölçüde sınırsız özgürlükler ile donatılmalıdır. Özgürlükleri
benimseyen ve savunanlar, bireyin düşüncesi ne kadar farazi, fantastik ve
ütopik olursa olsun istediği gibi düşünebilmesini, fıtrata ya da akla uygun
olsun ya da olmasın istediği gibi inanabilmesini, adil ya da haksızca olsun
istediği gibi ekonomik kazanç elde edebilmesini, yaratanının ya da başkasının
ne düşündüğünün hiçbir öneminin olmadığını onun istediği gibi yaşayabilmesini
sağlamışlardır. Bunun adı aslında liberal demokrasidir. Kişiye istediğini yapma
hakkını sağlayan demokrasi… Liberal demokrasi kapitalizmin ilk dönemlerinde
kullanılan bir slogan ile hatırlanır. Bu slogan “Laissez faire, Lissez
passer” “Bırak istediğini yapsın, bırak dilediği yerden geçsin” şeklinde
ifade edilir.
Özgürlükler
düşüncesinin bireye verilmesini ve liberal demokrasi hakkında verdiğimiz bu
bilgilerden sonra şimdi biraz daha detaylandırarak bu özgürlüklerin neler
olduğunu izah edelim. Demokrasinin olmazsa olmaz parçaları olan özgürlükler
düşüncesi dört ana başlıkta toplanmıştır:
İnanç Hürriyeti/Dini Özgürlük
Fikir Hürriyeti/Düşünce Özgürlüğü
Mülk Edinme Hürriyeti/Ekonomik Özgürlük
Ferdî Hürriyet/Şahsi Özgürlük
1- İnanç Hürriyeti: Bireyin istediği
inancı-akideyi kabul etmesi, istediği zaman bundan çıkıp başka bir inanca
geçmesini ifade eder. Yani inanç hürriyeti insana bu alanda sınırsız bir
özgürlük vermiştir. Bu düşünceye göre bir kişi iman edip mümin ve Müslüman
olduktan sonra İslâm’ı terk edebilir ve Hristiyanlığa, Budizm’e ya da başka bir
dine geçebilir. İsterse de hiç inanmayabilir. Hiç kimse -devlet ya da bireyler-
ona inancı konusunda baskı yapamaz ve karışamaz.
Bu özgürlük
düşüncesi dini bireyin vicdanına hapsediyor, oradan dışarı çıkarmıyor ve dini
yaşamı bireyin kendisi ile sınırlı hâle getiriyor. Bu yönü ile o kadar çok
tehlike arz ediyor ki toplum içinde sapkın inançların yayılmasına vesile oluyor
ve dinin temelini-akideyi sarsıyor. Kapitalist Batı dini sadece hayat
öncesindeki bir yaratıcının varlığı ile sınırlı tutup hayata müdahalesini
engellediği için bireylere inanç hürriyeti verme konusunda ideolojisi için bir
tehlike görmüyor. Ancak inanç hürriyeti İslâm akidesi için çok tehlike arz
ediyor. İslâm akidesi dine girme yani mümin-Müslüman olma konusunda bireye
herhangi bir zorlama yapmıyor. Bunun sebebi ikna yolu ve mutmainlik ile kati
bir inancın oluşmasını istemesidir. Zira insan, imanı karşılığında Rabbi
tarafından mükâfatlandırılır. Aynı zamanda İslâm kişiyi artık imanından sonra
dinin hükümleri ile kayıtlı kılıyor. Dinden dönmeyi yasaklıyor. Kadın olsun
erkek olsun eğer bir kişi dininden dönerse ona üç kez tekrar dinine dönmesi
için çağrı yapılıyor. Kişi bu çağrıya icabet ederse hem dünyasını hem de
ahiretinin korumuş olur. Aynı zamanda ona bu çağrıyı yapan nizam da toplumsal
düzen için İslâm akidesini korumayı amaçlar. Ancak İslâm’dan dönen kişi (mürtet)
bu çağrıya icabet edip tekrar iman etmezse öldürülür. Bu şekilde dinin
muhafazası sağlanmış olur.
وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ
د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُو۬لٰٓئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي
الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَاُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا
خَالِدُونَ
“İçinizden kim dinden döner de kâfir olarak ölürse
onların yaptığı (iyi) işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar o
ateşin arkadaşlarıdırlar. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.”[1]
2- Fikir Hürriyeti: Bu hürriyet insana her türlü
düşünceyi kabul etme, savunma, taşıma ve yayma özgürlüğünü veriyor. Buna göre
bireyin görüş ve fikirlerini kayıt altına alma ya da sınırlama düşünülemez.
Devlet ya da başka bir erk insanı düşünceleri konusunda baskı altına alamaz. Bu
düşünce esasen İslâmi temel sütunlara saldırmak için Batı tarafından bir fırsat
olarak insanlara sunuldu. En temel değerler, kutsallar dahi fikir özgürlüğü
kapsamında saldırıya uğradı. İslâm peygamberi Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sünneti’ne yönelik çirkin saldırılar
fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirildi. Bu yönde kültürel propaganda
yapanlar, kitap yazanlar, program yapanlar Batı tarafından desteklendi. Batı bu
özgürlüğü İslâm’a saldırı için kullananları sonuna kadar destekledi. Ancak aynı
Batı fikir özgürlüğü dediği şeyi kendi ideolojisine saldırı olunca yasakladı.
Demokrasi ile yönetilen Batılı ülkelerde Müslümanlar fikirlerini taşımakta
serbest hareket edemiyorlar. Yine aynı şekilde Müslüman beldelerin laik
demokratik yönetimleri Hilâfet düşüncesinin konuşulmasından ve yayılmasından
hemen rahatsızlık duyuyorlar. Yani Batı’nın fikir hürriyeti düşüncesinde
bireyler Batılı ideolojiye tehdit oluşturuncaya kadar özgürler ama İslâmi değer
ve kutsallara saldırma konusunda sınırsız bir özgürlüğe sahipler.
İslâm fikir özgürlüğüne
nasıl bakıyor? Müslüman olan bir kimse söz ve davranışlarında olduğu gibi düşünce
ve fikirlerinde de şer’î hükümler ile kayıtlıdır. Asla ve asla İslâm’a muhalif
ve zıt olan bir düşünceyi benimseyemez, yayamaz ve propagandasını da yapamaz. İslâm’ın
eman ve emniyeti altında olan diğer tüm bireyler için de durum aynıdır. Örneğin
İslâm, demokrasi düşüncesinin, ateizmin, deizmin, milliyetçiliğin, liberalizmin
vs. tüm bu İslâm ile çelişen düşüncelerin toplum içinde yayılmasını yasaklar.
Onların propagandasının yapılmasına asla müsaade etmez. Bozuk ve fasit fikirler
olmaları hasebiyle toplumun ifsat olmasından endişe eder. İslâm ancak hak ve
doğru olan sözün söylenmesini tavsiye eder.
مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللهِ
وَاليَومِ الآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْراً أَوْ لِيَصْمُتْ
“Her kim Allah’a ve ahiret gününe iman
ediyorsa ya hayır konuşsun ya da sussun.”[2]
3- Mülk Edinme Hürriyeti: Bu özgürlük
düşüncesi esasen kapitalizmin bizatihi kendisini doğurmuştur. Ekonomik özgürlük
olarak daha soft şekilde kullanılan ve propagandası yapılan bu hürriyet, bireyi
doymak bilmeyen azgın bir canavara dönüştürür. Çünkü bu özgürlük bireye her
şeyden her türlü yöntem ile kazanç elde etmeyi öğretmiş ve kazandıklarında da
istediği şekilde tasarruf hakkını vermiştir. Ekonomik özgürlük insana hırsızlık
yapmayı, sömürmeyi, haksız kazanç elde etmeyi, faizciliği, kumarı, rüşveti,
fuhuş ticaretini, içki imalat ve ticaretini, insanın bedenini kazanç için
satmasını ve daha birçok şeyi serbest bırakmıştır. Özellikle feodal toplumdan
sanayi toplumuna geçiş sürecinde Batılı kapitalist ideoloji en çok ekonomik
özgürlük düşüncesini kullanarak çalışanları ve kadınları istismar etmiştir.
Önce köyde çalışma alanı bulamayan erkekleri şehir hayatının içine davet etmiş,
kısıtlı iş imkânları sebebiyle onu düşük ücretle çalışmaya mahkûm etmiş, düşük
ücreti kabul etmeyip grev başlatınca da erkeklerin köydeki eşlerine davet
yaparak “Senin de kendi ekonomik özgürlüğün var, kocana bağımlı değilsin
çalışıp kazanabilirsin.” demiştir. Kadınları erkeklerden daha düşük ücretle
çalıştırmaya başlayan kapitalist fabrikatörler işte bu özgürlük düşüncesini
kullanarak sömürüp, yağmalamıştır. Mülkiyet konusunda komünist ideoloji
kapitalizmin tam aksine ferde hiçbir hak vermemiş, sadece karnını doyurmuş ve
köle gibi çalıştırmıştır. Bu sebeple ekonomik özgürlük kapitalizmin en bariz
özelliği olmuştur.
4- Ferdî Hürriyetler: Şahsi hürriyet olarak da ifade edilen bu
özgürlük çeşidi bireye kendisi ve hayatı hakkında sınırsız tasarruf hakkını
veriyor. Devlet ya da başka hiçbir güç bireye verilen bu hakları kısıtlayamaz,
engelleyemez ve yok sayamaz. Batı ideolojisi bireye bu hakkı vererek ona
aslında “Senin üstünde sana hükmeden, senin iradene baskın gelen başka
hiçbir irade yok.” demiş oluyor. Ferdî hürriyetler ile insani ve ahlaki
bütün değerler altüst oluyor; aileler parçalanıyor, insanların birbirine saygı
ve hürmeti kalmıyor. Birey bu hakkı kendinde bularak sapkın her türlü
ahlaksızlığa yöneliyor. Ferdî hürriyete sahip birey eşcinsel olmayı tercih
meselesi olarak görüyor. Kendi hayatına son vermeyi -intihar ya da ötanazi-
kendi kararı olarak görüp müdahale edilmesine müsaade etmiyor. Zinayı,
sarhoşluğu, çıplaklığı hatta kendi çocuklarından çocuk sahibi olmayı, bir
hayvan ile hayatını birleştirmeyi bile kendinde bir hak olarak görüyor. Batı
toplumundan servis edilen haberlere baktığımızda ferdî hürriyetlerin insanları
ne hâle getirdiğini görebiliriz. Öyle ki bu düşünce İslâm beldelerinde de
hızlıca yayılmaya başladı. Örneğin Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ne imza atarak
eşcinsel grupların kurumsallaşmasını ve dernekleşmesini sağladı. Böylece bu
dernekler çirkin ahlaksız işlerini topluma yaymak için meşru alanlar bulmaya
başladılar ve propaganda yaptılar.
İslâm bu tür
davranışları kesinlikle yasaklamış ve çok ağır cezalar koymuştur. İslâm’da
bireyin davranışlarında ona Allah sınırsız bir özgürlük asla tanımamıştır.
İnsanın tüm davranışları Allah’ın koyduğu şer’î hükümlere uygun olmalıdır. İslâm
insanın neyi yiyip neyi içeceğini, kiminle evlenebileceğini, nasıl
giyineceğini, bedeni üzerinde ne kadar tasarruf hakkı olduğunu belirlemiştir.
İslâm insan için
meşru hakları 8 maddede sınırlandırmıştır. Demokrasi dini hürriyet ile
bireyleri her gün din değiştirme konusunda, sapkın inançlara meyletme konusunda
özgür kılarken İslâm dinin muhafazası
ile ilahi mesajı muhafaza eder. Hiç kimseyi zorla dine girmeye zorlamaz, ancak
dini terk etmeyi de yasaklar ki tüm insanlık için en doğru ve sahih akide olan İslâm
akidesi korunmuş olsun. Demokrasi ferdî hürriyet ile insana kendi hayatını bile
sonlandırma hürriyeti vermişken İslâm nefsin
muhafazası ile başka birinin ya
da kendisinin hayatına kast etmeyi yasaklar ve bunu kısasa kısas ile
cezalandırır. Yine demokrasi ferdî hürriyet ile içkiyi, uyuşturucuyu, zinayı ve
eşcinselliği serbest kılarken İslâm aklın
muhafazasına çok önem vermiş ve uyuşturucu maddeler ve sarhoşluk veren her
şeyi yasaklamıştır. Neslin muhafazası ile zinayı ve eşcinselliği
yasaklamıştır ve ağır cezalar koymuştur. Böylece nesebin karışmasını da
engellemiştir. Demokrasi mülk edinme hürriyeti ile bireye her türlü kazanç
yolunu serbest kılmışken İslâm Müslümanların kazanç yollarını belirlemiş ve malın muhafazası ilkesi ile
hırsızlığın, sömürünün, talanın, haksız kazancın önüne geçmiştir. Demokrasi
düşünce hürriyeti ile her konuda insanlara konuşma özgürlüğü vermişken İslâm,
insanların haysiyetinin ve onurunun zedelenmesini yasaklayıcı olarak şerefin muhafazası hakkını insana
vermiştir. Yine aynı şekilde İslâm hem emniyetin
muhafazası ile tüm tebaasını koruma altına almış hem de devletin muhafazası ile bu hakları
uygulayıcı otoriteyi koruma altına almıştır. Zira İslâm, insanlar içinden bir
zümrenin çıkar ve menfaatlerini değil, sadece bireyin istek ve arzularını değil
toplumun çıkar ve menfaatlerini korumayı esas almaktadır. Toplumun çıkar ve
menfaatlerini ise bizatihi şeriat belirlemektedir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış