İnsanoğlu, imtihan için gönderildiği dünya hayatı yolculuğunu, sahiplendiği
bir takım esaslar ve fikirler doğrultusunda gerçekleştirir. Hayatın her bir
alanında ortaya koyduğu davranışın belirleyeni, sahiplendiği fikirleridir. Söz
konusu fikirlere göre sever ya da nefret eder; bir fiili yapar ya da yapmaz.
Kısacası söz konusu fikirlere göre hareket eder, yaşamını şekillendirir. Biz
Müslümanlar için hayatımızı şekillendiren fikirlerin kaynağı şüphesiz ki
İslâm’dır. İslâm, bizim kulluk yolculuğumuzdaki yegâne rehberimizdir. İslâm,
bizim nerede durup nerede hareket edeceğimizi, hangi yollara sapmamamız
gerektiğini, istikamete nereden ve nasıl gidileceğini, hangi yolların tehlikeli
ve hangilerinin güvenli olduğunu öğreten mihmandarımızdır. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in
[تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ
لَنْ تَضِلُّوا مَا تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا كِتَابَ اللَّهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ] “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla
sapıtmayacaksınız: Allah'ın kitabı ve Rasul’ün sünneti.”[1] hadisinde de buyurduğu gibi Kur’an ve Sünnet yani İslâm, bizim istikamet
garantörümüzdür.
Asırlar boyunca İslâm’ın mihmandarlığında epeyce yol ve mesafe kat edilmiş,
İslâm’ın adaleti en ücra topraklara bile ulaşmıştır. Yine İslâm’ın
garantörlüğünde fasit fikirlerden, tehlikeli düşüncelerden Müslümanlar
korunabilmiş ve yoldan saptırıcı tuzaklara tevessül etmemiştir. Bundan dolayı
da İslâm Devleti, asırlar boyunca siyaset arenasında birinci devlet olma
özelliğini korumuş, gücüne, adaletine şahit olan insanlar fevç fevç İslâm’a
girmişlerdir.
Ne var ki olan olmuş ve İslâm hayatın her alanında belirleyici kriter
olmaktan çıkmış ve sadece ibadetlere müteallik bir din olarak kabul edilmeye
başlanmıştır. İslâm’ın sadece camilere, ibadetlere hasredilen bir din olarak
anlaşılması, hayatın sair alanlarında İslâm’dan başka düşüncelerin ve
fikirlerin kabul edilmesini de beraberinde getirmiştir.
İslâm’ı, ibadetlerin yapılış keyfiyetinde ve en ince ayrıntısında bile
belirleyici esas kabul edip hayatın sair alanlarında esas kabul etmemek,
İslâm’a ait olmayan dahası, İslâm’la taban tabana zıt olan düşüncelerin
hayatımıza girmesine kapı aralamıştır. İslâm, hayatımızda karşılaştığımız
problemlerin ve yapacağımız işlerin sevk ve idaresinde esas olmaktan çıkınca,
Batı’nın fasit fikirleri etkisi altında kalmak; zamanla da istikamet
çizgisinden peyderpey uzaklaşmak da kaçınılmaz olmuştur. Bir zamanlar “insanlık
için çıkartılmış hayırlı ümmet” vasfını üzerinde taşıyan Müslümanlar bugün,
Allah’ın razı olduğu konumdan çok uzak bir hayat sürmektedirler. İşte bunun
başlıca sebeplerinden bir tanesi de “düşmanın silahı ile silahlanmak”
yanılgısına kapılarak Batı’nın mihmandarlığını kabul etmek, her ne kadar niyet
hayır ve iyi olsa da kurallarını kâfirlerin belirlediği oyunda yer almak
olmuştur. Yıllarca demokrasi ve laiklik kavramlarından uzak yaşamış ve asla
dönüp de beşeri sistemlere tevessül etmemiş Müslümanlar, “düşmanın silahı
ile silahlanmak” yanılgısının tuzağına düşerek, maalesef demokrasi ile
kazanım elde edileceğini düşünür hale gelmişlerdir. Düşünmekle de kalmamış;
demokratik yollarla, demokratik zeminde icra edilen siyasetle Müslümanları
yeniden kalkındırmayı amaçlamışlardır. Tabii her şeyden önce bu, Allah’ın
rızasına uygun değildir. Bununla birlikte genel-geçer kuraldır: “düşmanın
araladığı kapı ancak düşmanın istediği yere çıkar.”
Sanki İslâm’ın kendisine has bir kalkınma yöntemi yokmuşçasına Müslümanlar,
Batı’nın icat ettiği düşünce ve yöntemlerle İslâm ümmetinin kalkındırılmasını
amaçlamıştır. Ancak neredeyse altmış yıldır haram olmasına rağmen demokratik
kulvarda icra edilen siyasi mücadeleler Müslümanların siyaset karnesine her
defasında hüsran ve kaybediş olarak geri dönmüştür. İslâm Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in [لَا يُلْدَغُ الْمُؤْمِنُ مِنْ
جُحْرٍ وَاحِدٍ مَرَّتَيْنِ] “Mümin, bir (yılanın)
deliğinden iki defa sokulmaz (aldatılmaz).”[2]
hadisinde de geçtiği üzere Müslümana, aynı delikten iki defa sokulmayı
yasaklamasına rağmen onlarca yıldır Müslümanlar, demokrasi tarafından
ısırılmakta ve her defasında hüsran üstüne hüsran yaşamaktadırlar. Bunun en
büyük ispatı belki de demokratik yollarla elde edilen son yirmi yıllık AK Parti
iktidarı ve Müslümanlara kazandırdıklarıdır(!).
Demokrasi ve Stockholm Sendromu
“Stockholm sendromu” olarak bilinen, -bizdeki yaygın karşılığı- “celladına
âşık olmanın” bir öyküsü vardır. Şöyle ki: Stockholm’de, 23 Ağustos 1973 günü
bir soygun hadisesi yaşanmaktadır. Soyguncular, bir bankayı silahla basar ve
içerdekileri rehin alırlar. Olayı haber alan polis, hemen binayı kuşatır.
Buraya kadar her şey, olması gerektiği gibi normal olarak gelişir ama bankanın
kuşatması 6. güne uzayıp polis de, soyguncular da taviz vermeyince, normal dışı
hadiseler baş gösterir. Rehineler, soyguncuları sevmeye, polise ise tepki
vermeye başlar. Hatta rehineler, polisin bankayı basacağını fark edip
soyguncuları uyarır. Olay, sonunda polis baskınıyla çözülür ama ilginç bir
şekilde soyguncuların aleyhine tanıklık etmeye yanaşmayan rehineler, bir de
aralarında para toplayıp soyguncuların savunmalarına maddi yönden de destek olurlar.
Hatta hapisten çıktıktan sonra ailecek görüşürler. Bir diğer enteresan durum da
rehinelerden bir tanesinin bir yıl sonra soygunculardan biriyle evlenmesidir.
Yaşananlar, rehinenin rehin alana, kurbanın avcıya, mahkûmun celladına âşık
olma halidir. Psikolojideki tabiri ile; “Stockholm Sendromu”dur.
Bu kadim topraklarda yaşayan Müslümanların, yıllarca İslâm nizamı ile
yönetilmişken bugün tarihte asla tanışık ve barışık olmadığı demokrasiyle,
küfür rejimiyle yönetiliyor olması büyük bir talihsizliktir. Lakin asıl
talihsizlik ise Müslümanların zamanla demokrasiyi kanıksamaya başlamaları,
adeta İslâm’ın kendisine has siyaset icra etme yöntemi yokmuşçasına
demokrasiden ödün vermemeleridir. Dün kimileri için sadece “İslâmi değişimin
aracı” olarak görülen demokrasi artık “vazgeçilmez” olmuştur…
Her ne kadar Müslümanlar tam olarak “celladına âşık oldular” diyemesek
de kapitalizm celladının hazırladığı tuzaklara onlarca yıldır düştüğü gerçeğini
de inkâr edemeyiz maalesef.
Daha anlaşılır bir ifadeyle Müslümanlar kendi boyunlarına ilmeği geçiren
demokrasiyi kanıksar hale geldiler. Toplumsal manada yaşadığımız çöküntünün
tartışmasız en büyük müsebbiplerinden bir tanesi demokrasidir. Demokrasi
tartışmasız Müslümanların celladıdır.
Nasıl olur da “Şapka gâvur icadıdır” diyerek İslâmi
hassasiyetlerinden ötürü takmaktan imtina ettiği için idam edilen bir ceddin
torunları, günümüzün en bükük gâvur icadı olan demokrasinin çığırtkanlığını
yapabilir?
Nasıl olur da “Başımdaki başörtüsünü açmam” dediği için meydanlarda
asılan Şalcı Bacı’nın torunları tesettürden yoksun bir vaziyette demokratik hak
ve özgürlükler naraları atabilir?
Nasıl olur da “gâvurun eli değdiyse ben onu yemem” diyerek mubah
olan bir yiyeceği yemekten bile imtina edenlerin torunları, bugün en büyük
gavur icadı demokrasiyle yönetilmeye, onunla siyaset icra etmeye razı
gelebilir?
Kısacası nasıl olur da celladına âşık olabilir? Âşık değilse de nasıl olur
da düşmanın izinden gidebilir?
Bugüne kadar bize demokrasiden, laiklikten hiçbir hayır gelmemiştir. Zira
yaşadığımız topraklarda kapitalizme kurban verdiğimiz insanların celladı
demokrasi değil midir?
Düşmanın Araladığı Demokrasi Kapısından Girenler Kaybetmeye Mahkûmdur!
Toplumsal çöküntüden rahatız olan ve İslâmi duyarlılığa sahip olan
Müslümanlar, yeri geldi cemaatleşti, yeri geldi kitleleşti ve İslâm adına bir
şeyler yapma gereksinimini her daim omuzlarında hissetti. İslâm’ın tatbik
sahasından kaldırılmasından bu yana laik, demokratik cumhuriyet rejiminin var
ettiği atmosfer Müslümanları gün be gün zehirledi ve bu zehirden kurtulmak
isteyen samimi Müslümanları bir şeyler yapmaya sevk etti. Evet, toplumsal bir
değişim olmalıydı ama nasıl ve neyle?
İşte tam da bu duygularla Müslümanlar partiler kurdular, cemaatleştiler ve
var olan İslâmi kitleleri dolaylı veya dolaysız olarak desteklediler. Hatta
bunu bir zorunluluk addettiler…
Lakin bu değişimi fikrî temele dayalı, ön hazırlıklı ve sağlam bir irade
ile değil de sadece tepkisel ve duygusal olarak arzuladılar. Dolayısıyla
Müslümanlar yeri geldi; “gaye vasıtayı meşru kılar” anlayışının ardına
sığınarak demokratik kulvarda mücadele verdiler, bunun adına da “İslâmi mücadele”
dediler.
Yeri geldi; bu mücadelede “ehven-i şerreyn/iki şerden, daha hafif
olanını tercih etmek” ilkesini esas kabul ettiler ya da bu ilkeden ilham
aldılar.
Yeri geldi; “zaruretler mahzurlu olanları mubah kılar” kaidesi
doğrultusunda mücadelelerini omuzladılar.
Yeri geldi; “Hz. Yusuf’un küfür sistemi içerisinde yer aldığı”(!)
düşüncesinden hareketle demokratik düzenin içerisindeki yerlerini
meşrulaştırdılar(!).
Hâl böyle olunca da değiştirmek üzere çıktıkları bu yolda, kendileri sistem
içerisinde değiştiler ve yola koyulduklarında “araç” olan demokrasi, yolun
ortasında “amaç” oldu; hatta daha da ileri gidilerek bazılarınca Müslüman mahallelerde
pazarlanır hale geldi. Hâlbuki Müslüman mahallesinde fıkhi bir temele dayandığı
için salyangoz satılabilirdi belki ama İslâm akidesi ile taban tabana zıt
demokrasi asla satılamazdı.
Böylece demokratik kulvarda rol alan İslâmî hareketler/partiler(!)
kuruldular ve Müslümanlar, İslâm adına bir şeylerin yapılacağı ümidiyle
demokratik siyasi hareketlere destek oldular. Hatta bu partilerin
liderlerince “din eksenli parti olmadıkları” defalarca
söylenmiş olmasına rağmen bu partiler İslâmi mücadeleye atfedildi. Evet, sahip
çıkıldı, desteklendi ve bu destek adeta bir mücadeleye dönüştü.
Peki, ne için? Sadece İslâm’a dair bir şeylerin hayatımızda olması ve İslâm
ile değişmek adına…
Ama pratikte öyle olmadı! Pratik hayatta demokrasi gerçeğinin Müslümanlara
hayır namına zerre miktarı katkısı olmadı.
Pratik hayat bize; şer’i hüküm yerine pragmatizmi ölçü kabul ederek hareket
edenlerin nasıl savrulduklarını göstererek acı bir şekilde öğretti.
Pratik hayat bize; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in değişim
metodunu takip etmeyerek demokratik kulvarda değişim arzulayanların zamanla
kendilerinin değiştiğini, kendi arzu ve heveslerinin esiri olduklarını da
gösterdi.
Düşmanın tayin ettiği demokrasi gibi kaygan ve tehlikeli zeminde siyaset
icra etmenin, İslâm adına bir şeyler yapma iddiasının Müslümanlara yaşattığı ve
tattırdığı çok büyük acıları oldu… Halen de olmaya devam etmektedir.
Demokrasi bizim celladımızdır ve bizim hayrımızı asla istemez. Bilakis
demokrasi, bizi biz yapan İslâmi değerlerden bizleri bir bir uzaklaştıran sinsi
bir aldatmacadır. Örnek olması bakımından bir araştırmadan alıntı yapmak
istiyorum. “Rob Vreeken” adında bir Hollandalı araştırmacının “Een Heidens
Karwei” adlı, Erdoğan’ın siyasal İslâm başarısızlığını anlattığı kitabının
bir bölümünde, yapılmış bir araştırmadan örnek veriyor ve şöyle diyor: “İnsanlara
2015 ile 2020 yılları arasında; ‘bir kadın dışarıya çıktığından giydiği dış
kıyafetine dikkat etmeli midir?’ sorusu sorulduğunda, zamanla bu oranın yüzde
80’den yüzde 32’yi düştüğü görülmüştür.”
Belki konuya dair birçok araştırma örnekleri verilebilir ancak sadece bu
örnek bile demokratik hak ve özgürlükler(!) anlayışının Müslümanlarda açtığı
tahribatı göstermek adına yeterlidir. Hani tabir yerinde ise “demokrasi ile
nereden nereye…”
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem asırlar öncesinden bizlere
demokratik yöntem ve yöneticilerden haber vermiş, onların saptırmalarına karşı
uyanık olmayı ve onlara nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğini de bizlere
tembihlemiştir:
[أَلَا
إِنَّ الْكِتَابَ وَالسُّلْطَانَ سَيَفْتَرِقَانِ ، فَلَا تُفَارِقُوا الْكِتَابَ
، أَلَا إِنَّهُ سَيَكُونُ عَلَيْكُمْ أُمَرَاءُ يَقْضُونَ لِأَنْفُسِهِمْ مَا لَا
يَقْضُونَ لَكُمْ إِنْ
عَصَيْتُمُوهُمْ قَتَلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ أَضَلُّوكُمْ قَالُوا: يَا رَسُولَ اللهِ ،
كَيْفَ نَصْنَعُ ؟ قَالَ: كَمَا صَنَعَ أَصْحَابُ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ نُشِرُوا بِالْمَنَاشِيرَ ،
وَحُمِلُوا عَلَى الْخَشَبِ ، مَوْتٌ فِي طَاعَةِ اللهِ
خَيْرٌ مِنْ حَيَاةٍ فِي مَعْصِيَةِ اللهِ]
“‘Şuna da dikkat edin ki, ileride
kitap (Kur’an) ile sultan (devlet) birbirinden ayrılacaklar. Bu durumda
siz sakın kitaptan ayrılmayın. Şunu da iyi bilin ki, ileride başınıza öyle
reisler gelir ki, kendileri için verdikleri hükmü (menfaatlerine olan şeyleri
elde etmek için aldıkları kararları) sizin için vermezler. (Yani: Hukukun
üstünlüğüne riayet etmezler, üstünlerin hukukunu oluşturmaya gayret ederler).
Öyle ki, eğer onlara isyan ederseniz, sizi öldürürler, itaat ettiğiniz takdirde
de sizi hak yoldan saptırırlar.’ ‘Peki, ne yapalım ey Allah’ın Rasulü?’ (diye sorduklarında ise,
Peygamberimiz şöyle buyurdu:) ‘Meryem oğlu İsa’nın arkadaşları gibi yapın!
Onlar (dinleri uğrunda) testerelerle biçildiler, ağaçlarda asıldılar... (Evet,)
Allah’a
itaat yolunda ölmek, Allah’a isyan etmekle geçen bir hayattan daha hayırlıdır.”[3]
İşte tıpkı hadiste de beyan edildiği üzere hak yolda sebat ederek itaat
üzere ölmek, Allah’a isyan üzere yaşamaktan daha hayırlıdır.
Demokrasi Mahallesi Bizim Değil
Demokratik kulvarda mücadele veren “İslâmi” partiler, oluşumlar, kısaca;
düşmanın araladığı kapıdan adımını atanlar; -samimi niyetlerini tartışmaya
açmaksızın söylüyorum,- ümmete rehberlik etmek için yola çıktılar ancak ne var
ki demokrasi karanlığında yönlerini kaybettiler.
Hâlbuki bizler, Allah’tan başka hiçbir ilahı kabul etmeyen, hayatımızın her
alanında Rabbimizin sözüne kulak veren inananlarız!
Bizler, demokrasi ve laiklik mahallesi meskûnu olmaktansa “Güneşi sağ
elime ayı da sol elime verseniz yine de davamdan vazgeçmem!” diyerek
vahyin ışığında İslâm’ın hükmettiği bir dünya inşa eden Muhammed Mustafa’nın
ümmetiyiz!
Bizler, kendisine İslâm dışı yönetim teklif edildiğinde ne pahasına olursa
olsun İslâm dışı rejim ve yöntemlere asla tevessül etmeyen Peygamberin
ümmetiyiz.
Bizler, bütün zorluğuna rağmen davasını taşırken, heva ve hevesi
doğrultusunda hareket edip düşmanını hoşnut eden değil bilakis “Ya Allah
beni muzaffer kılar ya da ben bu hal üzere helak olurum” diyen davetçi
bir Peygamberin ümmetiyiz.
İşte bizler, böyle bir Peygamberin ve O’na ittiba etmek zorunluluğu olan
ümmetiz. Biz böyle bir ümmetsek ne işimiz var, demokrasi ve laiklik
mahallesinde?
“Yavru deve sorar:
-Anne! Bizim ayaklarımız neden büyük?
-Çölde ayaklarımız kuma batmasın diye...
-Kaşlarımız neden uzun anne?
-Çölde şiddetli kum fırtınalarında gözlerimize kum tanelerinin girmesini
önlemek için.
-Peki, neden hörgücümüz var anne?
-Uzun çöl gezilerinde uzun süre su ihtiyacımızı depolamak için.
-O zaman bizim hayvanat bahçesinde ne işimiz var?”
Evet, öyleyse bizim, bize ait olmayan bir mahallede ne işimiz var!
Hakta Sebat Edenler Kazanacak
Düşmanın araladığı demokrasi kapısından girenler kaybetmeye mahkûmsa o
hâlde kimler kazanacak?
Şer’i hüküm zırhını kuşanarak nebevi metot üzere sebat edenler, demokratik
laik nizamın parçası haline gelmeyenler yani celladına âşık olmayanlar
kazanacak!
Mücadelesinden vazgeçmesi istenilen Ömer Muhtar’ın “Her namazda
Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in de
O’nun Rasulü olduğuna şehadet eden parmaklarımız, asla yanlış bir şey
yazmayacaktır.” dediği gibi diyerek amel edenler kazanacak!
“Muhakkak ki zindan, sizin benden
istediğinizden çok daha hayırlıdır!” deyip Yusufi tavır
sergileyerek zalime meyletmeyen, konjonktüre boyun bükmeyenler ve laiklere prim
vermeyenler kazanacak!
Hakkı ayağa kaldırmak isteyen salihler, pragmatist hareket etmeyenler ve
Allah’tan başka kimseden korkmayan muttakiler kazanacak!
Batılı sömürgecilerin küresel sistemine Allah’ın izniyle Râşidî Hilâfet’i
ikame ederek son verecek olanlar kazanacak!
Allah’ın razı olacağı İslâmi hayatı inşa etmek için yeniden mücadele
edenler, hangi şartlarda olursa olsun demokrasi, laiklik, milliyetçilik vb. gayri
İslâmi fikirleri asla referans almayanlar kazanacak!
Râşidî Hilâfet’in yeniden ikamesi, Allah’ın vaadi ve Rasulü’nün müjdesidir.
Bu doğrultuda düşmanın aldatmacalarına kanmadan, kınayıcının kınamasına
aldırmadan nebevi metot üzere sebat edenler kazanacak!
Hem bu dünyada hem de ahirette Allah’ın izniyle…


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış