Müslümanların İhtilafı Vahdete Engel mi?

Selahattin Yazıcı

بِسْمِ اللَّـهِ الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ

İslâm Ansiklopedisi’nde tarif edilen “Hilâfet” maddesinin her mü’min tarafından ısrarla okunmasını teklif ederim. Yıllarca dilimizde tüy bitercesine anlatmaya çalıştığımız Hilâfet’in çok daha kapsamlı, kuşatıcı manalar taşıdığını bir kez daha yeniden keşfetmeliyiz. Sözlükte birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, vekâlet veya temsil etmek anlamlarına gelen Hilâfet sözcüğü, terim olarak İslâm devletlerinde Hz. Peygamber’den sonraki “devlet başkanlığı” kurumunu ifade eder.  İslâm tarihinde devlet başkanına Resul-i Ekrem’in vekili olarak O’nun adına toplumu yönettiği için Halife; mü’minlerin lideri, önderi olması hasebiyle de İmam denildiğini bilmekteyiz.

Hz. Ömer devrinden itibaren “Emiru’l-mü’minin” tabiri “Halife” yerine kullanılmıştır. Müslümanlar arasındaki ihtilaflar Hilâfet’ten daha çok farklı politik içerikler ya da milliyetçi, ırkçı tutumlar dolayısıyla ortaya çıkmıştır. 18. yüzyıldan itibaren Batı’nın ilerleyişiyle gelişip güçlenen yeni dünya düzeni, İslâm toplumlarına musallat olan eziklik ve güven kaybının da tesiriyle içimize kendi kültür ve medeniyetimize yabancı hatta düşman nazarıyla bakan önemli miktarda devşirilmiş insan yerleştirmiştir. Küresel yapıya hizmet eden ve oradan kopmayı bir kıyamet gibi algılayan bu devşirmelerin topluma saldığı “irtica” korkusu, kültür ve medeniyetimizin en halis kavramlarının bile uzun yıllar ağza alınamamasına neden olmuştur. Okuyan, yazan, dolayısıyla İslâm toplumlarının kaymak tabakasını oluşturan aydınlarımızı istila eden bu zihinsel korku atmosferi zamanla halk tabakasındaki sıradan insanlarımızı da etkilemiş ve dinine bağlı bu kesimin de kendi otantik müesseselerine, İslâm’dan beslenerek oluşmuş sosyokültürel yapılara kuşkuyla bakmasına, bigâne kalmasına yol açmıştır. Bütün bu handikapları aşma yolunda son yıllarda kat edilen mesafe umut vericidir. Bu iyileşme ve rehabilitasyon sürecine devam edilmeli, ne olursa olsun kendi kültür ve medeniyetimizin müesseselerine olan güvenimizi yeniden kazanmalıyız. Bunun için de öncelikle inancımızı billurlaştırmalı ve ne yapmamız gerektiğine ilişkin berrak bir vizyona sahip olmalıyız. Bilmeliyiz ki, Çanakkale’yi en yıkık dökük zamanımızda bile geçemeyen yedi düvel yani küresel sistem bizi sonsuza kadar kendi emellerinin zebunu yapmaya muktedir değildir. Bu millet Çanakkale tabyalarını bu kez vatanın tüm sathına yayarak kendi medeniyet değerlerini yeniden ayağa kaldırmak üzere modern dünyanın haset ve fesat mekanizmalarını parçalamak azmindedir.

  Millet olarak artık bu özgüveni kazandığımızı söyleyebiliriz. İman ve ibadetimize sarılarak manevi anlamda yeniden dirildikten sonra ilk ve en önemli görevimiz siyasi anlamda birlik ve beraberliğimizi sağlayacak Hilâfet müessesemize gereken önemi vermektir. Asıl olan kelimelerin kabuğunu korumak değil, icra ettikleri işlevin bilincinde olmaktır. Hilâfet Müslüman toplumların birlik ve beraberliğinin sembolüdür. İman, ibadet ve siyasi birlik Müslümanlar için hayati öneme sahip kavramlardır. Bu üçlü sacayağını yerli yerine koyarsak üzerinde her türlü yemeği pişirebiliriz. Aksi halde zalimlerce işletilen küresel sistem, zehirle pişmiş aşı bize yedirmeye devam edecektir. Müslüman toplumlar arasındaki birlik ve beraberliği, bize özgü otantik kavramla ifade etmek gerekirse, Vahdeti gerektiren konularda tüm ihtilaflar ileriki dönemlere ertelenmelidir. Avrupa Birliği’nin kuruluş öyküsü bir beşeri tecrübe örneği olarak önümüzde durmaktadır. Yüzyıllarca birbirinin kanını dökmüş Batılı öncü devletler Kömür Çelik Birliği gibi gerçekçi, uygulanabilir projeleri önceleyerek ihtilaflarını ertelemişler, “step by step [adım adım]” politikasıyla gerçekçi, uygulanabilir, sürdürülebilir bir beraberliği tesis etmeyi başarmışlardır. Gerçekçi olmayan, hayalci, aceleci, romantik birleşme girişimleri sadece zaman kaybıyla neticelenmeye mahkûm girişimlerdir. Nitekim geçmişte Suriye-Mısır, Libya-Mısır birleşmeleri bu romantik maceralara örnektir.

Her konuda uzlaşamayan birçok parti ve devlet, elzem konularda koalisyon ya da birlik oluşturabilir. Bunun örnekleri yaşadığımız çağda mebzul miktarda mevcuttur. Hilâfet’in tarihi bir kurum olarak sona erdiği/erdirildiği coğrafya burasıdır. Dolayısıyla “Yiğit düştüğü yerden kalkar.” atalar sözü mucibince bütün dünya Müslümanlığı hasretle, hararetle ve büyük umutlarla yiğidin yine buradan, yani düştüğü yerden kalkmasını beklemektedir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, orada bu beklentiyi dile getiren mazlum, mağdur, ezilen, horlanan Müslümanları göreceksiniz. Aklın yolu da aynı gerçeği işaret etmektedir. Müslümanların vahdetini sağlayacak yegâne müessese, modern dünyanın işleyiş mekanizmaları hesaba katılarak adım adım gerçekleştirilmesi mümkün olan Hilâfet’tir. Hilâfet’in bugünün şartlarına uygun halini, AB’nin kurumsal yapısıyla örnekleyebiliriz. Brüksel bu yapının karar alma merkezidir. Kendi içlerinde serbest olan ülkeler, üst bir çerçevede siyasi ve ekonomik bir birliğin parçaları olmayı, dolayısıyla güç birliği yapmayı başararak önemli bir siyasi güç merkezi olmuştur.

Müslüman toplumların hayalindeki birlik hasreti de böyle bir gerçekliğe kavuşturulmalıdır. Aklıselimin, sağduyu ve gerçekçiliğin yolu da budur. Tek çare Hilâfet’in yeniden ayağa kaldırılmasıdır. Bu manada “Mü’minler ancak ve ancak kardeştir.” ile “Allah’ın ipine topluca sımsıkı sarılın!” ayetlerini ve o ayetlerin devamını Hilâfet’in gerekliliği yönünde rahatlıkla yorumlayabiliriz. Çünkü başsız vücut olmaz.

Yaklaşık yüz yıldır siyasi birliğimizi kaybetmenin neden olduğu büyük güç kaybı sonucunda ümmetçe derin acılar, sancılar, kanamalar, ölümler yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. İhtilafları rahmete dönüştürecek değişim ve dönüşüm süreci ancak Hilâfet yöntemiyle gerçekleştirilebilir.

Esasen Hilâfet zarurat-ı diniyenin, zarurat-ı dünyeviyenin olmazsa olmazıdır. Eğer tevhidden, birlikten, vahdetten bahsedilecekse, öncelikle Hilâfet kurumunun ne olduğu, ne işlev göreceği incelenerek işe başlanmalıdır. Mevcut ihtilaflar yalnız Hilâfet makamının ihdası için yok sayılsa veya ertelenmiş olsa, belki de ana problemlerimizin önemli bir kısmı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Müslüman toplulukların sağlıklı bir seçim mekanizmasıyla seçtikleri bir halife ile onu her bakımdan denetleyip destekleyecek bir meclis, İslâm dünyasındaki birçok ihtilafı çözüp ortadan kaldırabilir. Hele hele Katolik, Ortodoks dünyanın kendi aralarında güçlü birlikler oluşturduğu günümüzde Müslümanların sahipsiz, dağınık ve ihtilaf yumağı içinde bulunması son derece acı vericidir.  

Osmanlı İslâm Devleti’nin hükümferma olduğu dönemin dünyasıyla bugünün dünyası Müslümanların hali pürmelâli açısından mukayese edilebilir mi? Mahkûmiyet, esaret altında paramparça olmuş bir ümmet… İmparatorluğa bağlı şehirler, eyaletler güya bağımsız birer devlet olmuşlar. Ne var ki, hepsi de sahip olmaları gereken izzet ve onurdan binasip, zavallı ve himayeye muhtaç durumdalar. Yazık ki, himaye aradıkları güç de bizzat zebunu oldukları Batı’nın müstevli, sömürücü, menfaatçi devletleri…

Asr-ı Saadet’in Hilâfeti’ni bir rüya gibi ne kadar anlatsak o kadar dinlenmeye değer güzellikler içerir. Düşmanların dillerine doladığı 33 yılda 3 hadise: Sıffın, Cemel, Kerbela… Ecdat bu üzücü olaylardan ders çıkartarak uzun yüzyıllar dünyaya hâkim oldu. Gittiği her yerde, fethettiği her bölgede adaleti tesis etti. Gittiği hiçbir yerde milyonların öldüğü, yüz binlerce insanın katledildiği bir insanlık mezbahası oluşmadı. Hilâfet varken ümmet ve dünya insanı ne haldeydi, şimdi ne halde? Bu soruya verilecek adil ve doğru cevap, Hilâfetsizliğin öncelikle ümmetin birliğini yok ettiği, buna bağlı olarak da dünyanın zalim ve acımasız bir sömürü ağına teslim olmak zorunda kaldığıdır. Hilâfetsizlik dünya Müslümanlarının canlarını ucuzlattı. Hilâfetsizlik zarurat-ı diniyeyi yani can güvenliğini, mal güvenliğini, nesil, akıl ve din (inanç ve ibadet) güvenliğini ortadan kaldırdı. Gücü yetenin gücü yetmeyen üzerinde zulüm icra ettiği yoğun bir kaos dönemi oluştu. Ümmetin ve insanların ihtiyaçları adaletli paylaşılmadığı için toplumlar arasında haset, fesat, kin ve intikam hisleri yayıldı.

Müslümanların yaşadığı tüm zamanların olmazsa olmaz yönetim şekli Hilâfet’tir. Ya evvelinde ya da eninde sonunda halifelik Müslümanların vahdeti için tek çare olarak görülmüştür. Beşeri planda vahdete ulaşmanın matematiksel tek formülü Hilâfet’in ihyasıdır. Bu 2 kere 2 dört eder gibi kesin bir gerçektir.

Bu yazıyı kaleme aldığım İstanbul’un tarihi isimlerinden biri de “Daru’l-Hilafe”dir. Batızede olmuş Türk aydınları II. Abdulhamid Han’dan itibaren Hilâfet bilincini kaybetmiş, İttihat ve Terakki iktidarı sürecinde bu bilinç daha da zayıflayarak büyük imparatorluk coğrafyasının 15’te 1’e düşürüldüğü acı bir yenilgi dönemi yaşanmıştır. Bu yenilgi dar ve ufuksuzluğun bir sonucudur. Eğer Halife Abdulhamid ve onun Hilâfet siyaseti doğru anlaşılıp bu siyasete yeterli destek verilebilseydi kim bilir tarihin akışı nasıl cereyan ederdi?

Son halifeden bu yana İslâm toplumlarının başına gelmedik zillet ve rezalet kalmamıştır. Hilâfet’in yani İslâm Devleti’nin ayakta tuttuğu can, mal, nesil, akıl, onur, haysiyet, şeref, namus gibi değerlerimiz adına ortada ne kalmıştır?

Bugünkü dünyada İslâm toplumları arasındaki siyasi ihtilaflar ümmetin sosyal, siyasi ve ekonomik konularda birlikte hareket etmesini engelleyen en önemli unsurlardır. Farklılıkları ve ayrılıkları tevhid etmek için Vahdeti sağlayacak bir merkez olmalıdır. Hilâfet kurumu bu merkezin ta kendisidir. Vahdeti sağlayabilecek ikinci bir teklif yüzyıllar boyu ortaya konulamamıştır. İstanbul bu şerefli kuruma ev sahipliği yaptığı için “Daru’l-Hilafe” unvanıyla anılır. Bu, yüzyıllar boyu İstanbul’u dünyanın başkenti yapan, onu bir marka konumuna taşıyan bir unvandır. Bu unvanın elinden alınmasıyla özelde Müslümanların genelde ise tüm insanlığın onur, şeref ve haysiyetinin korunurluğu ve korunaklılığı ortadan kalktı. Ümmet arasındaki ihtilafların bir çözüm mercii ve meclisi yok edildi. Hilâfet müessesesi Hz. Peygamber Aleyhi’s Selam’ın bize bir emanetidir. Müslümanların ihtilaflarının ortadan kaldırılması ancak böyle kurumsal bir organizasyonla mümkündür.

Müslümanlar yoğun musibetler yaşayarak da olsa eninde sonunda Hilâfet’e sarılacaklardır. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Gelecekte daha yoğun düşmanlıkların ve rekabetlerin yaşanacağı bir dünyada Müslüman toplumlar külfette boğulmadan ülfete sarılmalıdır.

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz