بِسْمِ اللَّـهِ
الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ
İslâm Ansiklopedisi’nde tarif
edilen “Hilâfet” maddesinin her mü’min tarafından ısrarla okunmasını teklif
ederim. Yıllarca dilimizde tüy bitercesine anlatmaya çalıştığımız Hilâfet’in
çok daha kapsamlı, kuşatıcı manalar taşıdığını bir kez daha yeniden
keşfetmeliyiz. Sözlükte birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun
yerini almak, vekâlet veya temsil etmek anlamlarına gelen Hilâfet sözcüğü,
terim olarak İslâm devletlerinde Hz. Peygamber’den sonraki “devlet başkanlığı”
kurumunu ifade eder. İslâm tarihinde
devlet başkanına Resul-i Ekrem’in vekili olarak O’nun adına toplumu yönettiği
için Halife; mü’minlerin lideri, önderi olması hasebiyle de İmam denildiğini
bilmekteyiz.
Hz. Ömer devrinden itibaren
“Emiru’l-mü’minin” tabiri “Halife” yerine kullanılmıştır. Müslümanlar
arasındaki ihtilaflar Hilâfet’ten daha çok farklı politik içerikler ya da
milliyetçi, ırkçı tutumlar dolayısıyla ortaya çıkmıştır. 18. yüzyıldan itibaren
Batı’nın ilerleyişiyle gelişip güçlenen yeni dünya düzeni, İslâm toplumlarına
musallat olan eziklik ve güven kaybının da tesiriyle içimize kendi kültür ve
medeniyetimize yabancı hatta düşman nazarıyla bakan önemli miktarda devşirilmiş
insan yerleştirmiştir. Küresel yapıya hizmet eden ve oradan kopmayı bir kıyamet
gibi algılayan bu devşirmelerin topluma saldığı “irtica” korkusu, kültür ve
medeniyetimizin en halis kavramlarının bile uzun yıllar ağza alınamamasına
neden olmuştur. Okuyan, yazan, dolayısıyla İslâm toplumlarının kaymak
tabakasını oluşturan aydınlarımızı istila eden bu zihinsel korku atmosferi
zamanla halk tabakasındaki sıradan insanlarımızı da etkilemiş ve dinine bağlı
bu kesimin de kendi otantik müesseselerine, İslâm’dan beslenerek oluşmuş
sosyokültürel yapılara kuşkuyla bakmasına, bigâne kalmasına yol açmıştır. Bütün
bu handikapları aşma yolunda son yıllarda kat edilen mesafe umut vericidir. Bu
iyileşme ve rehabilitasyon sürecine devam edilmeli, ne olursa olsun kendi
kültür ve medeniyetimizin müesseselerine olan güvenimizi yeniden kazanmalıyız.
Bunun için de öncelikle inancımızı billurlaştırmalı ve ne yapmamız gerektiğine
ilişkin berrak bir vizyona sahip olmalıyız. Bilmeliyiz ki, Çanakkale’yi en
yıkık dökük zamanımızda bile geçemeyen yedi düvel yani küresel sistem bizi
sonsuza kadar kendi emellerinin zebunu yapmaya muktedir değildir. Bu millet
Çanakkale tabyalarını bu kez vatanın tüm sathına yayarak kendi medeniyet
değerlerini yeniden ayağa kaldırmak üzere modern dünyanın haset ve fesat
mekanizmalarını parçalamak azmindedir.
Millet olarak artık bu özgüveni kazandığımızı söyleyebiliriz. İman ve
ibadetimize sarılarak manevi anlamda yeniden dirildikten sonra ilk ve en önemli
görevimiz siyasi anlamda birlik ve beraberliğimizi sağlayacak Hilâfet
müessesemize gereken önemi vermektir. Asıl olan kelimelerin kabuğunu korumak
değil, icra ettikleri işlevin bilincinde olmaktır. Hilâfet Müslüman toplumların
birlik ve beraberliğinin sembolüdür. İman, ibadet ve siyasi birlik Müslümanlar
için hayati öneme sahip kavramlardır. Bu üçlü sacayağını yerli yerine koyarsak
üzerinde her türlü yemeği pişirebiliriz. Aksi halde zalimlerce işletilen
küresel sistem, zehirle pişmiş aşı bize yedirmeye devam edecektir. Müslüman
toplumlar arasındaki birlik ve beraberliği, bize özgü otantik kavramla ifade
etmek gerekirse, Vahdeti gerektiren konularda tüm ihtilaflar ileriki
dönemlere ertelenmelidir. Avrupa Birliği’nin kuruluş öyküsü bir beşeri tecrübe
örneği olarak önümüzde durmaktadır. Yüzyıllarca birbirinin kanını dökmüş Batılı
öncü devletler Kömür Çelik Birliği gibi gerçekçi, uygulanabilir projeleri
önceleyerek ihtilaflarını ertelemişler, “step by step [adım adım]”
politikasıyla gerçekçi, uygulanabilir, sürdürülebilir bir beraberliği tesis
etmeyi başarmışlardır. Gerçekçi olmayan, hayalci, aceleci, romantik birleşme
girişimleri sadece zaman kaybıyla neticelenmeye mahkûm girişimlerdir. Nitekim
geçmişte Suriye-Mısır, Libya-Mısır birleşmeleri bu romantik maceralara
örnektir.
Her konuda uzlaşamayan birçok parti
ve devlet, elzem konularda koalisyon ya da birlik oluşturabilir. Bunun
örnekleri yaşadığımız çağda mebzul miktarda mevcuttur. Hilâfet’in tarihi bir
kurum olarak sona erdiği/erdirildiği coğrafya burasıdır. Dolayısıyla “Yiğit
düştüğü yerden kalkar.” atalar sözü mucibince bütün dünya Müslümanlığı
hasretle, hararetle ve büyük umutlarla yiğidin yine buradan, yani düştüğü
yerden kalkmasını beklemektedir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, orada bu
beklentiyi dile getiren mazlum, mağdur, ezilen, horlanan Müslümanları
göreceksiniz. Aklın yolu da aynı gerçeği işaret etmektedir. Müslümanların
vahdetini sağlayacak yegâne müessese, modern dünyanın işleyiş mekanizmaları
hesaba katılarak adım adım gerçekleştirilmesi mümkün olan Hilâfet’tir. Hilâfet’in
bugünün şartlarına uygun halini, AB’nin kurumsal yapısıyla örnekleyebiliriz.
Brüksel bu yapının karar alma merkezidir. Kendi içlerinde serbest olan ülkeler,
üst bir çerçevede siyasi ve ekonomik bir birliğin parçaları olmayı, dolayısıyla
güç birliği yapmayı başararak önemli bir siyasi güç merkezi olmuştur.
Müslüman toplumların hayalindeki
birlik hasreti de böyle bir gerçekliğe kavuşturulmalıdır. Aklıselimin, sağduyu
ve gerçekçiliğin yolu da budur. Tek çare Hilâfet’in yeniden ayağa
kaldırılmasıdır. Bu manada “Mü’minler ancak ve ancak kardeştir.” ile “Allah’ın
ipine topluca sımsıkı sarılın!” ayetlerini ve o ayetlerin devamını
Hilâfet’in gerekliliği yönünde rahatlıkla yorumlayabiliriz. Çünkü başsız vücut
olmaz.
Yaklaşık yüz yıldır siyasi
birliğimizi kaybetmenin neden olduğu büyük güç kaybı sonucunda ümmetçe derin
acılar, sancılar, kanamalar, ölümler yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz.
İhtilafları rahmete dönüştürecek değişim ve dönüşüm süreci ancak Hilâfet
yöntemiyle gerçekleştirilebilir.
Esasen Hilâfet zarurat-ı diniyenin,
zarurat-ı dünyeviyenin olmazsa olmazıdır. Eğer tevhidden, birlikten, vahdetten
bahsedilecekse, öncelikle Hilâfet kurumunun ne olduğu, ne işlev göreceği
incelenerek işe başlanmalıdır. Mevcut ihtilaflar yalnız Hilâfet makamının
ihdası için yok sayılsa veya ertelenmiş olsa, belki de ana problemlerimizin
önemli bir kısmı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Müslüman toplulukların
sağlıklı bir seçim mekanizmasıyla seçtikleri bir halife ile onu her bakımdan denetleyip
destekleyecek bir meclis, İslâm dünyasındaki birçok ihtilafı çözüp ortadan
kaldırabilir. Hele hele Katolik, Ortodoks dünyanın kendi aralarında güçlü
birlikler oluşturduğu günümüzde Müslümanların sahipsiz, dağınık ve ihtilaf
yumağı içinde bulunması son derece acı vericidir.
Osmanlı İslâm Devleti’nin
hükümferma olduğu dönemin dünyasıyla bugünün dünyası Müslümanların hali
pürmelâli açısından mukayese edilebilir mi? Mahkûmiyet, esaret altında
paramparça olmuş bir ümmet… İmparatorluğa bağlı şehirler, eyaletler güya
bağımsız birer devlet olmuşlar. Ne var ki, hepsi de sahip olmaları gereken
izzet ve onurdan binasip, zavallı ve himayeye muhtaç durumdalar. Yazık ki,
himaye aradıkları güç de bizzat zebunu oldukları Batı’nın müstevli, sömürücü,
menfaatçi devletleri…
Asr-ı Saadet’in Hilâfeti’ni bir
rüya gibi ne kadar anlatsak o kadar dinlenmeye değer güzellikler içerir.
Düşmanların dillerine doladığı 33 yılda 3 hadise: Sıffın, Cemel, Kerbela… Ecdat
bu üzücü olaylardan ders çıkartarak uzun yüzyıllar dünyaya hâkim oldu. Gittiği
her yerde, fethettiği her bölgede adaleti tesis etti. Gittiği hiçbir yerde
milyonların öldüğü, yüz binlerce insanın katledildiği bir insanlık mezbahası
oluşmadı. Hilâfet varken ümmet ve dünya insanı ne haldeydi, şimdi ne halde? Bu
soruya verilecek adil ve doğru cevap, Hilâfetsizliğin öncelikle ümmetin
birliğini yok ettiği, buna bağlı olarak da dünyanın zalim ve acımasız bir
sömürü ağına teslim olmak zorunda kaldığıdır. Hilâfetsizlik dünya
Müslümanlarının canlarını ucuzlattı. Hilâfetsizlik zarurat-ı diniyeyi yani can
güvenliğini, mal güvenliğini, nesil, akıl ve din (inanç ve ibadet) güvenliğini
ortadan kaldırdı. Gücü yetenin gücü yetmeyen üzerinde zulüm icra ettiği yoğun
bir kaos dönemi oluştu. Ümmetin ve insanların ihtiyaçları adaletli paylaşılmadığı
için toplumlar arasında haset, fesat, kin ve intikam hisleri yayıldı.
Müslümanların yaşadığı tüm
zamanların olmazsa olmaz yönetim şekli Hilâfet’tir. Ya evvelinde ya da eninde
sonunda halifelik Müslümanların vahdeti için tek çare olarak görülmüştür.
Beşeri planda vahdete ulaşmanın matematiksel tek formülü Hilâfet’in ihyasıdır.
Bu 2 kere 2 dört eder gibi kesin bir gerçektir.
Bu yazıyı kaleme aldığım
İstanbul’un tarihi isimlerinden biri de “Daru’l-Hilafe”dir. Batızede olmuş Türk
aydınları II. Abdulhamid Han’dan itibaren Hilâfet bilincini kaybetmiş, İttihat
ve Terakki iktidarı sürecinde bu bilinç daha da zayıflayarak büyük imparatorluk
coğrafyasının 15’te 1’e düşürüldüğü acı bir yenilgi dönemi yaşanmıştır. Bu
yenilgi dar ve ufuksuzluğun bir sonucudur. Eğer Halife Abdulhamid ve onun
Hilâfet siyaseti doğru anlaşılıp bu siyasete yeterli destek verilebilseydi kim
bilir tarihin akışı nasıl cereyan ederdi?
Son halifeden bu yana İslâm
toplumlarının başına gelmedik zillet ve rezalet kalmamıştır. Hilâfet’in yani
İslâm Devleti’nin ayakta tuttuğu can, mal, nesil, akıl, onur, haysiyet, şeref,
namus gibi değerlerimiz adına ortada ne kalmıştır?
Bugünkü dünyada İslâm toplumları
arasındaki siyasi ihtilaflar ümmetin sosyal, siyasi ve ekonomik konularda
birlikte hareket etmesini engelleyen en önemli unsurlardır. Farklılıkları ve
ayrılıkları tevhid etmek için Vahdeti sağlayacak bir merkez olmalıdır.
Hilâfet kurumu bu merkezin ta kendisidir. Vahdeti sağlayabilecek ikinci bir
teklif yüzyıllar boyu ortaya konulamamıştır. İstanbul bu şerefli kuruma ev
sahipliği yaptığı için “Daru’l-Hilafe” unvanıyla anılır. Bu, yüzyıllar boyu
İstanbul’u dünyanın başkenti yapan, onu bir marka konumuna taşıyan bir
unvandır. Bu unvanın elinden alınmasıyla özelde Müslümanların genelde ise tüm
insanlığın onur, şeref ve haysiyetinin korunurluğu ve korunaklılığı ortadan
kalktı. Ümmet arasındaki ihtilafların bir çözüm mercii ve meclisi yok edildi.
Hilâfet müessesesi Hz. Peygamber Aleyhi’s
Selam’ın bize bir emanetidir. Müslümanların ihtilaflarının ortadan
kaldırılması ancak böyle kurumsal bir organizasyonla mümkündür.
Müslümanlar yoğun musibetler
yaşayarak da olsa eninde sonunda Hilâfet’e sarılacaklardır. Zararın neresinden
dönülürse kârdır. Gelecekte daha yoğun düşmanlıkların ve rekabetlerin
yaşanacağı bir dünyada Müslüman toplumlar külfette boğulmadan ülfete
sarılmalıdır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış