بِسْمِ اللَّـهِ
الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ
Allah'ım, bize hakkı hak olarak
göster ve ona uymayı nasîb et. Bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan sakınmaya
muvaffak kıl. Onu bize karmaşık kılıp da sapıtmamızı önle. Ve bizi müttakîlere
önder kıl.
Muteber olan İslâmî kaynakların
tümünde, Hilâfet'in farziyetinden ve şer’î hükümlerden olduğu belirtilmesine ve
İslâm tarihi boyunca da Müslümanların her vakit için halifelerinin bulunmasına
rağmen, “Hilâfet’in tarihi bir kurum olduğu” hususundaki sözlerin nereden ve
neden çıktığına dikkatlice bakmak gereklidir.
Rabbimizin efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e indirmiş
olduğu bu din, Rasûlü aracılığıyla Medine'de devlet olarak varlık bulmasının
ardından, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasına kadar dünyanın parlayan
yıldızı oldu. İnsanlığı, içerisinde boğulduğu her türlü sapıklıktan kurtarıp,
onlara insan fıtratına uygun bir hayat fırsatı verdi.
Ancak şeytan ve dostları, İslâm
risaletinin Medine'de devlet olarak varlık bulmasının ardından göstermiş olduğu
hızlı büyüme karşısında son derece rahatsız oldular. Çünkü İslâm, insanların
kalplerini ve zihinlerini etkiliyor ve birbirinden farklı ırklara sahip olan
insanları birbirleriyle kardeş yapıyordu. Böylece kâfirler, İslâm'ın nurunu
söndürmek için bütün güçleriyle saldırılarda bulundular. Tarih boyunca dünyanın
değişik bölgelerinde yüzlerce defa Müslümanların üzerine yüz binleri aşan
ordularla saldırdılar ve büyük bir bölümünde de yenilgiye uğradılar. Allah’ın
lütfuyla Müslümanları hezimete uğratamadılar.
Bunun üzerine İslâm'a ve
Müslümanlara yönelik kültürel ve fikri saldırılarını başlattılar. Başlatmış
oldukları bu kültürel saldırılar, İslâmî asırların sonlarına kadar
Müslümanların şer’î nasslara bağlılık hususunda gösterdikleri sadakat ve
samimiyet nedeniyle fazla etkili olmadı. Bütün saptırma faaliyetlerine rağmen
Müslümanlar, İslâm hükümlerine olan bağlılıklarını korudular. Fakat özellikle
18. ve 19. yüzyıllardaki kapitalizmin gelişme döneminde, İngilizler başta olmak
üzere tüm kâfirlerin ve müsteşriklerin İslâm dünyasına yönelik kültürel
faaliyetleriyle bu saldırılar farklı bir boyut kazandı.
Özellikle sömürgecilikte önemli bir
mesafe kat etmiş olan İngilizler, 1700’lü yılların sonlarına doğru Hindistan’a
gittiklerinde, “Halife’nin” ve “Hilâfet Müessesesinin” etkisini daha yakinen
fark ettiler. Bu etkiyi kırmak, zayıflatmak ve nihayetinde yok etmek için çok
yönlü Hilâfet politikasının zaruri olduğuna kanaat getirdiler. “Hilâfet kurumunun Müslümanlar üzerinde var
olan dini-siyasi ağırlığının, şartlar değiştiği zaman kendi aleyhlerine de
kullanılabileceği endişesiyle 1870’lerde İngilizler, öncelikle ve özellikle
kendi sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar arasında Osmanlı Hilâfeti’nin nüfuzunu
yok etmeye yönelik tedbirler düşünmeye başladılar. Bu durum, İngiltere’de çok
yönlü bir hilâfet politikasına ihtiyaç bulunduğu gerçeğini ortaya çıkardı.”[1]
- İngiliz Dışişleri Bakanlığı Danışmanı
ve Arap dili-kültürü uzmanı olan George Percy Badger, Ocak 1873’de bu hususta
izlenecek politikalar hakkında kapsamlı bir rapor hazırladı.
- Kanûn-i Esâsî’de Osmanlı
sultanının bütün Müslümanların halifesi olduğunun belirtilmesi üzerine ise
İngiliz gazete ve dergilerinde bu alanda yoğun bir yazı trafiği başladı. Bu
yazılardan birisini kaleme alan Sir George Campbell şöyle diyordu: “Rus çarı, Katolikler ile İngiliz
Protestanlarının ne kadar lideriyse, Osmanlı sultanı da Müslümanların o kadar
halifesidir.”
- Eski bir Hindistan bürokratı olan
George M. Birdwood: “Sultanın halifeliği
gerçek değildir ve bu haliyle de Hindistan’daki İngiliz çıkarları açısından bir
tehdit oluşturabilir. Bunu önlemek için oradaki Müslümanlara bu iddianın gayri meşru ve zındıklık olduğunu
özellikle vurgulamamız lazımdır.”
- 10 Ekim 1877 tarihli Times
gazetesindeki yazısında ise şöyle diyordu: “Osmanlı Hilâfeti gayri meşru olup İslâmî
temeli bulunmamaktadır.”
İngilizler, Osmanlı Hilâfeti
hakkında yürütmüş oldukları kampanyaları güya meşru esaslara oturtabilmek için
ise şu iddiaları ortaya atmışlardır:
a- Osmanlı Hilâfeti tüm dünya
Müslümanları tarafından tasdik edilmemiştir.
b- Hilâfet Kureyş'e aittir,
Osmanlılar ise Kureyş’ten değildir.
c- Osmanlı Hilâfeti seçim ve biatla
değil, zorla ele geçirmekle ve tevarüsle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Hilâfet
değil saltanattır.
d- Müslüman dünyası için “İttihad-ı
İslâm” yani İslâm Birliği gerekir.
O dönemin İngiliz gazete ve
dergilerinde yer alan iddialar sadece bunlardan ibaret değildir. Zira
İngilizler bu hususta son derece geniş kapsamlı bir faaliyet başlattılar ve
yetiştirmiş oldukları adamlarını İslâm coğrafyasının her bir yanına
gönderdiler. Kendi yanlarına çekmiş oldukları bir takım Müslüman şahsiyetler
aracılığıyla da bu düşüncelerine destek buldular. O dönem itibariyle
İngilizlerin bu hususlarda görüşmüş olduğu kişilerden birisi de Muhammed
Abduh’tur. Arapları Osmanlı Devleti’nden koparmak için planlar ortaya koyan İngiliz
dışişleri diplomatı Blunt, bu amaçla Osmanlı toprakları içinde dolaşmaya
başlamış ve 1881 yılında Kahire’de Muhammed Abduh’la görüşmüştür.
Daha sonraki yıllarda “Hilâfet”
isimli bir kitap yazan İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee, Hilâfet hakkında
şöyle diyor: “Hilâfet zorba bir sistemdir… Müslümanların kitabında
"hilâfet" diye bir sistem yoktur. Onun için hilâfet İslâm'a ait değil
de Araplara aittir. Özellikle Muhammed'den sonra Arap geleneğine uygun
olarak ortaya çıkmış tarihi bir kurumdur."[2]
Bu çerçevede günümüz Müslümanları
tarafından da sık sık kullanılan ve bu yönde birtakım faaliyetlerin de yer
aldığı “İttihad-ı İslâm” yani “İslâm Birliği” kavramı üzerinde de bir miktar
durmak istiyorum.
“İttihâd-ı İslâm kavramı ilk defa
Nâmık Kemal tarafından Hürriyet gazetesinin 10 Mayıs 1869 tarihli sayısında
kullanılmış, ardından Yeni Osmanlılar’ın diğer yayın organlarında ve özellikle
Basîret Gazetesi’nde tartışılmaya başlanmıştır.”[3]
XIX. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm dünyasında etkin olan İttihad-ı İslâm
düşüncesinin önde gelen temsilcilerinden bazıları şunlardır: Cemaleddin Afgani,
(ö.1898), Seyyid Ahmet Han, (ö.1898), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rıza
(ö.1935)
“İttihad-ı İslâm” kavramının ortaya
çıkarılma amacına ve kaynağına olan vukufiyeti sebebiyle Sultan Abdulhamid, bir
taraftan Hilâfet müessesesine vurgu yaparken diğer taraftan da İslâm Birliğini
Osmanlı Devleti’nin içindeki ve dışındaki Müslümanlara yönelik boyutu
itibariyle iki yönlü bir siyasette kullanmıştır. O dönem itibariyle sultan
Abdulhamid’in bu kavramın farkında olarak onu Hilâfet’in lehinde kullanması
neticesinde zaman zaman Avrupa ülkeleri bundan rahatsız olmuşlardır. Çünkü
Sultan Abdulhamid Osmanlı Devleti içinde yaşayan Müslümanlar açısından farklı
bir boyutuyla bu kavram çerçevesinde faaliyet yürütürken, Osmanlı Devleti
sınırları dışında yaşayan Müslümanlar açısından ise onların Osmanlı Halifesine
bağlılıklarının sağlanması yönünde çalışmalarda kullanmıştır.
Günümüzdeki kullanılan anlamı
itibariyle ise mevcut sınırların ve devletlerin olduğu gibi kabul edilmeleri
esasına göre (İslâm İşbirliği Teşkilatı) örneğinde olduğu gibi bir yapıyı esas
alan İslâm Birliği kavramının Müslümanların birliğini sağlaması aklen de,
naklen de ve vakıası itibariyle de mümkün değildir. Zira günümüz İslâm
dünyasının başında bulunan yöneticilerinin, kendi halklarına düşman oldukları,
koltuklarından ve servetlerinden başka bir şeyi düşünmedikleri, İslâm'a ve
Müslümanlara düşmanlık bakımından sömürgeci devletlerle her türlü işbirliğine
giriştikleri açık ve net bir şekilde görülmektedir.
Osmanlı Hilâfeti’ni hedef alan
ancak bununla birlikte aynı zamanda “Hilâfet” müessesesini de tümüyle hedefe
koyan bu çalışmaları ne yazık ki o dönem itibariyle bir takım Müslüman
şahsiyetler ve onların yolunu izleyen diğerleri takip etmiştir.
Bu konu ile ilgili olarak gerek
Türkiye’de ve gerekse İslâm dünyasının diğer bölgelerinde kaleme alınan yazılar
dikkatli bir şekilde incelendiğinde, neredeyse bunların tümünde İngiliz
siyasileri ve müsteşrikler tarafından ortaya konulan iddiaların referans ve
esas olarak alındığı, “tarihsellik” kavramı adı altında daha başka
hususların da ilave edildiği görülmektedir. Bilerek veya bilmeyerek bu
düşünceyi dillerine dolayan kimseler gerçekte İngilizlerin ortaya attığı
düşünceleri yaymaktadırlar. Zira bu türden iddiaları ortaya atan kimseler
sadece Hilâfet’in tarihselliğinden bahsetmemekte, aynı zamanda Kur’an’da var
olan hükümlerin de tarihselliğinden bahsetmektedirler.
İslâm dünyasında Hilâfet konusunda
Batılıların ağzı ile konuşanların başında Ezher âlimi ve o dönem itibariyle
Mansûra Şeriat Mahkemesi Kâdısı olan Mısırlı Ali Abdurrâzık gelmektedir. “el-İslâm ve Usûlu’l Hükm/İslâm ve
Yönetim Esasları” isimli bu kitabı Hilâfet’in ilgasından bir yıl sonra
kaleme almıştır. 1927 yılında Ömer Rıza Doğrul tarafından “İslâmiyet ve
Hükümet” adıyla Türkçeye tercüme edilen bu kitap, ne ilginçtir ki Hizb-ut
Tahrir’in 1994 yılında gerçekleştirmiş olduğu Hilâfet Konferansı’nın hemen
ardından Mart 1995 tarihinde, “İslâm'da
İktidarın Temelleri: Bir İdeolojik Devlet Eleştirisi” adı altında sadeleştirilerek
yeniden yayınlanmıştır.
İngilizler tarafından özelde
Osmanlı Hilâfeti’ne, temelde ise “Hilâfet” müessesine yönelik saldırılara bağlı
olarak İslâm dünyasında farklı kişiler tarafından kaleme alınan yazılara,
bunların kaynaklarına, bu yazılarda kullanılan cümlelere ve iddialara bakıldığı
zaman, bunların tümünün İngiliz kaynaklarında, müsteşriklerin eserlerinde
yer alan cümlelerle hatta kelimelerle birebir aynı olma özelliğini taşıdığı
görülür.
Osmanlı Hilâfeti’ni ortadan
kaldırmak için her türlü yolu deneyen İngilizler, o dönem itibariyle
Müslümanların Osmanlı Hilâfeti’ne ne kadar derin bir sadakatle bağlı
olduklarını gördüklerinden, saldırılarını doğrudan doğruya “Hilâfet” müessesesi
üzerinde yoğunlaştırmaya cesaret edemediler. Hilâfet’in ilgasının ardından
İngiliz sömürgeciliğinin egemen olduğu bölgelerde Müslümanlar arasında bu
haberi gizlemeye dahi çalıştılar.
3 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal
tarafından Hilâfet’in kaldırılmasının ardından ise meydanı boş bulan
İngilizler, müsteşrikler ve bunların etkisi altında bulunan; Muhammed Abduh,
Cemaleddin Afgani, Reşid Rıza ve Ahmet Emin gibi şahsiyetlerin yolundan giden
Müslümanlar, ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek bu düşünceyi daha ileri bir
noktaya götürdüler. Ne yazık ki birtakım Müslüman şahsiyetler müsteşriklerin
sözlerinin de ötesine giderek, Hilâfet’in şer’î hükümlerden olmadığını, tam
tersine tarihi bir kurum olduğu tezini İslâm ümmeti arasında yaymaya
çalıştılar. İslâm'ın ilk dönemlerine kadar gidip, Râşidî Halifeler Dönemi’nden
sonra Hilâfet kurumunun bulunmadığı, tam tersine saltanatın var olduğu gibi
fikirler konuştular. Hilâfet sisteminde hukuki boşlukların bulunduğu gibi
iddialar ortaya attılar. Bugün Suriye olaylarının ardından Suriye halkı
nezdinde “Hilâfet” düşüncesinin yer bulması üzerine de bu konuda yazılar ve
konuşmalar tekrar ortaya çıkmaya başladı.
Nitekim Müslüman Kardeşler
Hareketi’nin Suriye’deki Genel Murâkıbı Muhammed Hikmet Velîd, “İslâmî Hilâfet: Tarih mi, Akide mi?”
başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “İslâm, herhangi bir yönetim biçimi
belirlememiştir. Aksine zamanın ve mekânın koşullarına göre uygun bir yönetim
biçimi inşa etmeleri için Müslümanlara ilham veren genel ilkeler koymuştur.
Hilâfet ise İslâm Devleti’nin tarihsel bir yönetim biçimidir. Müslümanlar, İslâm’ın
ilk asırlarında içtihat etmişler, bir yönetim biçimi geliştirip buna Hilâfet
adını vermişlerdir. Dolayısıyla bugün Müslümanların başka yönetim biçimleri
geliştirmeleri mümkündür. (Başkanlık sistemi, parlamenter sistem, anayasal
monarşi gibi…) İslâm’ın değerlerini, adaletini ve rahmetini temsil etsin yeter.”
Meselenin kaynağı ile ilgili olarak
kısa değerlendirmemiz bu şekildedir. Yani “Hilâfet’in tarihi bir kurum olduğu,
dört halife döneminden sonra Hilâfet değil de saltanatın var olduğu, Hilâfet
yerine İslâm Birliği’nin olması gerektiği gibi düşüncelerin tümünün kaynağı,
İslâm'ın, Müslümanların ve Osmanlı Hilâfeti’nin düşmanı olan İngilizler başta
olmak üzere Amerika’sından Fransa’sına varıncaya kadar tüm sömürgecilerdir,
kâfirlerdir. Dolayısıyla bu türden düşünceleri dile getiren samimi
Müslümanların da meseleyi bu açıdan düşünmeleri gerekir.
Netice olarak hiç şüphesiz ki
Hilâfet, şer’î hükümlerdendir ve bu husustaki deliller tümüyle sahih
delillerdir. Hilâfet’in tarihi bir kurum olduğu gibi aleyhteki görüşler ise
tümüyle Batılı müsteşrikler tarafından üretilip Müslümanlar arasında pazarlanan
düşüncelerdir. İslâmî açıdan ise bunların hiçbir surette dikkate alınır bir
tarafı yoktur.
İslâm’a ve Müslümanlara düşman olan
sömürgeci kâfirler, Müslümanları tek devlet, tek vücut haline getirecek, onları
eskiden olduğu gibi izzetli ve güçlü kılacak olan Hilâfet’ten korktukları için
bu şer’î hükmü bir takım Müslüman şahsiyetler aracılığıyla da karartmaya
çalışmaktadırlar. Dolayısıyla samimi Müslümanlar bu türden tuzaklara karşı son
derece uyanık olmalı ve şer’î nasslara olan bağlılıktan katiyen
uzaklaşmamalıdırlar.
Dualarımızın sonu âlemleri Rabbi
Allah’a hamddır.
[1]
İngiltere’de hilâfet tartışmaları 1873-1909, Azmi Özcan
[2]
(T. Arnold, TheCaliphate)
[3]
TDV Ansiklopedisi İttihad-ı İslam mad. Azmi Özcan
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış