Hilâfet Tarihsel Bir Kurum mu Yoksa Şer’î Bir Hüküm mü?

M. Hanefi Yağmur

بِسْمِ اللَّـهِ الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ

Allah'ım, bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasîb et. Bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan sakınmaya muvaffak kıl. Onu bize karmaşık kılıp da sapıtmamızı önle. Ve bizi müttakîlere önder kıl.

Muteber olan İslâmî kaynakların tümünde, Hilâfet'in farziyetinden ve şer’î hükümlerden olduğu belirtilmesine ve İslâm tarihi boyunca da Müslümanların her vakit için halifelerinin bulunmasına rağmen, “Hilâfet’in tarihi bir kurum olduğu” hususundaki sözlerin nereden ve neden çıktığına dikkatlice bakmak gereklidir.

Rabbimizin efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e indirmiş olduğu bu din, Rasûlü aracılığıyla Medine'de devlet olarak varlık bulmasının ardından, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasına kadar dünyanın parlayan yıldızı oldu. İnsanlığı, içerisinde boğulduğu her türlü sapıklıktan kurtarıp, onlara insan fıtratına uygun bir hayat fırsatı verdi.

Ancak şeytan ve dostları, İslâm risaletinin Medine'de devlet olarak varlık bulmasının ardından göstermiş olduğu hızlı büyüme karşısında son derece rahatsız oldular. Çünkü İslâm, insanların kalplerini ve zihinlerini etkiliyor ve birbirinden farklı ırklara sahip olan insanları birbirleriyle kardeş yapıyordu. Böylece kâfirler, İslâm'ın nurunu söndürmek için bütün güçleriyle saldırılarda bulundular. Tarih boyunca dünyanın değişik bölgelerinde yüzlerce defa Müslümanların üzerine yüz binleri aşan ordularla saldırdılar ve büyük bir bölümünde de yenilgiye uğradılar. Allah’ın lütfuyla Müslümanları hezimete uğratamadılar.

Bunun üzerine İslâm'a ve Müslümanlara yönelik kültürel ve fikri saldırılarını başlattılar. Başlatmış oldukları bu kültürel saldırılar, İslâmî asırların sonlarına kadar Müslümanların şer’î nasslara bağlılık hususunda gösterdikleri sadakat ve samimiyet nedeniyle fazla etkili olmadı. Bütün saptırma faaliyetlerine rağmen Müslümanlar, İslâm hükümlerine olan bağlılıklarını korudular. Fakat özellikle 18. ve 19. yüzyıllardaki kapitalizmin gelişme döneminde, İngilizler başta olmak üzere tüm kâfirlerin ve müsteşriklerin İslâm dünyasına yönelik kültürel faaliyetleriyle bu saldırılar farklı bir boyut kazandı.

Özellikle sömürgecilikte önemli bir mesafe kat etmiş olan İngilizler, 1700’lü yılların sonlarına doğru Hindistan’a gittiklerinde, “Halife’nin” ve “Hilâfet Müessesesinin” etkisini daha yakinen fark ettiler. Bu etkiyi kırmak, zayıflatmak ve nihayetinde yok etmek için çok yönlü Hilâfet politikasının zaruri olduğuna kanaat getirdiler. “Hilâfet kurumunun Müslümanlar üzerinde var olan dini-siyasi ağırlığının, şartlar değiştiği zaman kendi aleyhlerine de kullanılabileceği endişesiyle 1870’lerde İngilizler, öncelikle ve özellikle kendi sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar arasında Osmanlı Hilâfeti’nin nüfuzunu yok etmeye yönelik tedbirler düşünmeye başladılar. Bu durum, İngiltere’de çok yönlü bir hilâfet politikasına ihtiyaç bulunduğu gerçeğini ortaya çıkardı.”[1]

- İngiliz Dışişleri Bakanlığı Danışmanı ve Arap dili-kültürü uzmanı olan George Percy Badger, Ocak 1873’de bu hususta izlenecek politikalar hakkında kapsamlı bir rapor hazırladı.

- Kanûn-i Esâsî’de Osmanlı sultanının bütün Müslümanların halifesi olduğunun belirtilmesi üzerine ise İngiliz gazete ve dergilerinde bu alanda yoğun bir yazı trafiği başladı. Bu yazılardan birisini kaleme alan Sir George Campbell şöyle diyordu: “Rus çarı, Katolikler ile İngiliz Protestanlarının ne kadar lideriyse, Osmanlı sultanı da Müslümanların o kadar halifesidir.”

- Eski bir Hindistan bürokratı olan George M. Birdwood: “Sultanın halifeliği gerçek değildir ve bu haliyle de Hindistan’daki İngiliz çıkarları açısından bir tehdit oluşturabilir. Bunu önlemek için oradaki Müslümanlara bu iddianın gayri meşru ve zındıklık olduğunu özellikle vurgulamamız lazımdır.”

- 10 Ekim 1877 tarihli Times gazetesindeki yazısında ise şöyle diyordu: “Osmanlı Hilâfeti gayri meşru olup İslâmî temeli bulunmamaktadır.”

İngilizler, Osmanlı Hilâfeti hakkında yürütmüş oldukları kampanyaları güya meşru esaslara oturtabilmek için ise şu iddiaları ortaya atmışlardır:

a- Osmanlı Hilâfeti tüm dünya Müslümanları tarafından tasdik edilmemiştir.

b- Hilâfet Kureyş'e aittir, Osmanlılar ise Kureyş’ten değildir.

c- Osmanlı Hilâfeti seçim ve biatla değil, zorla ele geçirmekle ve tevarüsle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Hilâfet değil saltanattır.

d- Müslüman dünyası için “İttihad-ı İslâm” yani İslâm Birliği gerekir.

O dönemin İngiliz gazete ve dergilerinde yer alan iddialar sadece bunlardan ibaret değildir. Zira İngilizler bu hususta son derece geniş kapsamlı bir faaliyet başlattılar ve yetiştirmiş oldukları adamlarını İslâm coğrafyasının her bir yanına gönderdiler. Kendi yanlarına çekmiş oldukları bir takım Müslüman şahsiyetler aracılığıyla da bu düşüncelerine destek buldular. O dönem itibariyle İngilizlerin bu hususlarda görüşmüş olduğu kişilerden birisi de Muhammed Abduh’tur. Arapları Osmanlı Devleti’nden koparmak için planlar ortaya koyan İngiliz dışişleri diplomatı Blunt, bu amaçla Osmanlı toprakları içinde dolaşmaya başlamış ve 1881 yılında Kahire’de Muhammed Abduh’la görüşmüştür.

Daha sonraki yıllarda “Hilâfet” isimli bir kitap yazan İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee, Hilâfet hakkında şöyle diyor: “Hilâfet zorba bir sistemdirMüslümanların kitabında "hilâfet" diye bir sistem yoktur. Onun için hilâfet İslâm'a ait değil de Araplara aittir. Özellikle Muhammed'den sonra Arap geleneğine uygun olarak ortaya çıkmış tarihi bir kurumdur."[2]

Bu çerçevede günümüz Müslümanları tarafından da sık sık kullanılan ve bu yönde birtakım faaliyetlerin de yer aldığı “İttihad-ı İslâm” yani “İslâm Birliği” kavramı üzerinde de bir miktar durmak istiyorum.

“İttihâd-ı İslâm kavramı ilk defa Nâmık Kemal tarafından Hürriyet gazetesinin 10 Mayıs 1869 tarihli sayısında kullanılmış, ardından Yeni Osmanlılar’ın diğer yayın organlarında ve özellikle Basîret Gazetesi’nde tartışılmaya başlanmıştır.”[3] XIX. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm dünyasında etkin olan İttihad-ı İslâm düşüncesinin önde gelen temsilcilerinden bazıları şunlardır: Cemaleddin Afgani, (ö.1898), Seyyid Ahmet Han, (ö.1898), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rıza (ö.1935)

“İttihad-ı İslâm” kavramının ortaya çıkarılma amacına ve kaynağına olan vukufiyeti sebebiyle Sultan Abdulhamid, bir taraftan Hilâfet müessesesine vurgu yaparken diğer taraftan da İslâm Birliğini Osmanlı Devleti’nin içindeki ve dışındaki Müslümanlara yönelik boyutu itibariyle iki yönlü bir siyasette kullanmıştır. O dönem itibariyle sultan Abdulhamid’in bu kavramın farkında olarak onu Hilâfet’in lehinde kullanması neticesinde zaman zaman Avrupa ülkeleri bundan rahatsız olmuşlardır. Çünkü Sultan Abdulhamid Osmanlı Devleti içinde yaşayan Müslümanlar açısından farklı bir boyutuyla bu kavram çerçevesinde faaliyet yürütürken, Osmanlı Devleti sınırları dışında yaşayan Müslümanlar açısından ise onların Osmanlı Halifesine bağlılıklarının sağlanması yönünde çalışmalarda kullanmıştır.

Günümüzdeki kullanılan anlamı itibariyle ise mevcut sınırların ve devletlerin olduğu gibi kabul edilmeleri esasına göre (İslâm İşbirliği Teşkilatı) örneğinde olduğu gibi bir yapıyı esas alan İslâm Birliği kavramının Müslümanların birliğini sağlaması aklen de, naklen de ve vakıası itibariyle de mümkün değildir. Zira günümüz İslâm dünyasının başında bulunan yöneticilerinin, kendi halklarına düşman oldukları, koltuklarından ve servetlerinden başka bir şeyi düşünmedikleri, İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık bakımından sömürgeci devletlerle her türlü işbirliğine giriştikleri açık ve net bir şekilde görülmektedir.

Osmanlı Hilâfeti’ni hedef alan ancak bununla birlikte aynı zamanda “Hilâfet” müessesesini de tümüyle hedefe koyan bu çalışmaları ne yazık ki o dönem itibariyle bir takım Müslüman şahsiyetler ve onların yolunu izleyen diğerleri takip etmiştir.

Bu konu ile ilgili olarak gerek Türkiye’de ve gerekse İslâm dünyasının diğer bölgelerinde kaleme alınan yazılar dikkatli bir şekilde incelendiğinde, neredeyse bunların tümünde İngiliz siyasileri ve müsteşrikler tarafından ortaya konulan iddiaların referans ve esas olarak alındığı, “tarihsellik” kavramı adı altında daha başka hususların da ilave edildiği görülmektedir. Bilerek veya bilmeyerek bu düşünceyi dillerine dolayan kimseler gerçekte İngilizlerin ortaya attığı düşünceleri yaymaktadırlar. Zira bu türden iddiaları ortaya atan kimseler sadece Hilâfet’in tarihselliğinden bahsetmemekte, aynı zamanda Kur’an’da var olan hükümlerin de tarihselliğinden bahsetmektedirler.

İslâm dünyasında Hilâfet konusunda Batılıların ağzı ile konuşanların başında Ezher âlimi ve o dönem itibariyle Mansûra Şeriat Mahkemesi Kâdısı olan Mısırlı Ali Abdurrâzık gelmektedir. “el-İslâm ve Usûlu’l Hükm/İslâm ve Yönetim Esasları” isimli bu kitabı Hilâfet’in ilgasından bir yıl sonra kaleme almıştır. 1927 yılında Ömer Rıza Doğrul tarafından “İslâmiyet ve Hükümet” adıyla Türkçeye tercüme edilen bu kitap, ne ilginçtir ki Hizb-ut Tahrir’in 1994 yılında gerçekleştirmiş olduğu Hilâfet Konferansı’nın hemen ardından Mart 1995 tarihinde, “İslâm'da İktidarın Temelleri: Bir İdeolojik Devlet Eleştirisi” adı altında sadeleştirilerek yeniden yayınlanmıştır.

İngilizler tarafından özelde Osmanlı Hilâfeti’ne, temelde ise “Hilâfet” müessesine yönelik saldırılara bağlı olarak İslâm dünyasında farklı kişiler tarafından kaleme alınan yazılara, bunların kaynaklarına, bu yazılarda kullanılan cümlelere ve iddialara bakıldığı zaman, bunların tümünün İngiliz kaynaklarında, müsteşriklerin eserlerinde yer alan cümlelerle hatta kelimelerle birebir aynı olma özelliğini taşıdığı görülür.

Osmanlı Hilâfeti’ni ortadan kaldırmak için her türlü yolu deneyen İngilizler, o dönem itibariyle Müslümanların Osmanlı Hilâfeti’ne ne kadar derin bir sadakatle bağlı olduklarını gördüklerinden, saldırılarını doğrudan doğruya “Hilâfet” müessesesi üzerinde yoğunlaştırmaya cesaret edemediler. Hilâfet’in ilgasının ardından İngiliz sömürgeciliğinin egemen olduğu bölgelerde Müslümanlar arasında bu haberi gizlemeye dahi çalıştılar.

3 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal tarafından Hilâfet’in kaldırılmasının ardından ise meydanı boş bulan İngilizler, müsteşrikler ve bunların etkisi altında bulunan; Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Reşid Rıza ve Ahmet Emin gibi şahsiyetlerin yolundan giden Müslümanlar, ne yazık ki bilerek veya bilmeyerek bu düşünceyi daha ileri bir noktaya götürdüler. Ne yazık ki birtakım Müslüman şahsiyetler müsteşriklerin sözlerinin de ötesine giderek, Hilâfet’in şer’î hükümlerden olmadığını, tam tersine tarihi bir kurum olduğu tezini İslâm ümmeti arasında yaymaya çalıştılar. İslâm'ın ilk dönemlerine kadar gidip, Râşidî Halifeler Dönemi’nden sonra Hilâfet kurumunun bulunmadığı, tam tersine saltanatın var olduğu gibi fikirler konuştular. Hilâfet sisteminde hukuki boşlukların bulunduğu gibi iddialar ortaya attılar. Bugün Suriye olaylarının ardından Suriye halkı nezdinde “Hilâfet” düşüncesinin yer bulması üzerine de bu konuda yazılar ve konuşmalar tekrar ortaya çıkmaya başladı.

Nitekim Müslüman Kardeşler Hareketi’nin Suriye’deki Genel Murâkıbı Muhammed Hikmet Velîd, “İslâmî Hilâfet: Tarih mi, Akide mi?” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “İslâm, herhangi bir yönetim biçimi belirlememiştir. Aksine zamanın ve mekânın koşullarına göre uygun bir yönetim biçimi inşa etmeleri için Müslümanlara ilham veren genel ilkeler koymuştur. Hilâfet ise İslâm Devleti’nin tarihsel bir yönetim biçimidir. Müslümanlar, İslâm’ın ilk asırlarında içtihat etmişler, bir yönetim biçimi geliştirip buna Hilâfet adını vermişlerdir. Dolayısıyla bugün Müslümanların başka yönetim biçimleri geliştirmeleri mümkündür. (Başkanlık sistemi, parlamenter sistem, anayasal monarşi gibi…) İslâm’ın değerlerini, adaletini ve rahmetini temsil etsin yeter.”

Meselenin kaynağı ile ilgili olarak kısa değerlendirmemiz bu şekildedir. Yani “Hilâfet’in tarihi bir kurum olduğu, dört halife döneminden sonra Hilâfet değil de saltanatın var olduğu, Hilâfet yerine İslâm Birliği’nin olması gerektiği gibi düşüncelerin tümünün kaynağı, İslâm'ın, Müslümanların ve Osmanlı Hilâfeti’nin düşmanı olan İngilizler başta olmak üzere Amerika’sından Fransa’sına varıncaya kadar tüm sömürgecilerdir, kâfirlerdir. Dolayısıyla bu türden düşünceleri dile getiren samimi Müslümanların da meseleyi bu açıdan düşünmeleri gerekir.

Netice olarak hiç şüphesiz ki Hilâfet, şer’î hükümlerdendir ve bu husustaki deliller tümüyle sahih delillerdir. Hilâfet’in tarihi bir kurum olduğu gibi aleyhteki görüşler ise tümüyle Batılı müsteşrikler tarafından üretilip Müslümanlar arasında pazarlanan düşüncelerdir. İslâmî açıdan ise bunların hiçbir surette dikkate alınır bir tarafı yoktur.

İslâm’a ve Müslümanlara düşman olan sömürgeci kâfirler, Müslümanları tek devlet, tek vücut haline getirecek, onları eskiden olduğu gibi izzetli ve güçlü kılacak olan Hilâfet’ten korktukları için bu şer’î hükmü bir takım Müslüman şahsiyetler aracılığıyla da karartmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla samimi Müslümanlar bu türden tuzaklara karşı son derece uyanık olmalı ve şer’î nasslara olan bağlılıktan katiyen uzaklaşmamalıdırlar.

Dualarımızın sonu âlemleri Rabbi Allah’a hamddır.

 

[1] İngiltere’de hilâfet tartışmaları 1873-1909, Azmi Özcan

[2] (T. Arnold, TheCaliphate)

[3] TDV Ansiklopedisi İttihad-ı İslam mad. Azmi Özcan



Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz