Feminizm, “XVIII.
yüzyılda Fransa’da filozoflar ve kadın yazarlarca ortaya atılan ve savunulan,
daha sonraki yüzyıllarda her toplumda yandaş bulan, kadının siyasal ve
toplumsal haklar bakımından erkekle eşit olması gerektiğini öne süren ve bunu
gerçekleştirmeye çalışan akım” olarak bilinmektedir.
Türk Dil Kurumu’na
göre ise Feminizm; “Toplumda kadının haklarını çoğaltma, erkeğinkiler
düzeyine çıkarma, eşitlik sağlama amacını güden düşünce akımı, kadın hareketi”
olarak tarif edilmektedir.
Sömürgeci kapitalist
ideolojinin ortaya çıkışıyla birlikte İslâm coğrafyasını “hukuki” metinlerle
dizayn etme amacı taşıyan Sened-i İttifak, Tanzimat ve Islahat Fermanı’yla
başlayan süreç, bugün de gerek medeni kanun, gerekse uluslararası bir takım
sözleşmelere atılan imzalar yoluyla devam ediyor.
Öncelikle feminist
hareketler çıkış itibariyle Batı merkezlidir. Kapitalist ideolojinin tatbiki
neticesinde ortaya çıkmıştır. İlk baştaki talepleri; “erkeklerle aynı şekilde
muamele görmek” için bir takım bireysel haklar etrafında dönerken daha
sonraları farklı bir kulvara yönlendirilmişlerdir.
Feminist
hareketler, önceki talep ve isteklerini elde ettikçe daha sonra yasama da
(yönetim) dâhil olmak üzere kadın ve erkek arasında “tam bir simetri” sloganını
yükseltmeye başladılar. Feminist örgütler kapitalistlerce desteklenen dünyadaki
en güçlü ve en yaygın örgütlerdir. Türkiye’de ve dünyada dernekler üzerinden
örgütlenen bu hareketlerin ve savundukları fikirlerin etkisi -medyanın da
desteği ile- siyasete, yargıya, eğitime ve diğer alanlara kadar yayılmıştır.
İslâm beldeleri
içerisinde, feminist hareketlerden ilk etkilenen ülke Mısır olmuştur. Bu
nedenle 1923 yılında Mısır’da kurulan ilk feminist derneğe ve yapacağı konferansa
destek vermek amacıyla Uluslararası Kadın Hareketi Federasyonu Başkanı Mısır’a
gelmiştir. Hatta dönemin ABD Başkanı Roosevelt’in karısı konferansa
bir telgraf göndererek yapılan konferansı “kutsamıştır”!
Feminist hareketler
teori ve ortaya çıkışlarında bir takım farklı esaslara dayansa da önceleri “eşitlik”
sloganını yükseltiyorlardı. Daha sonraları “cinsiyet feminizmi” sloganını
yükseltmeye başladılar. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren gelişen feminizmin
teori ve uygulaması daha önceki feminizm biçimlerinden farklılaşmıştır. Çağdaş
feminizm, çalışmalarında daha çok iki temel olgu benimsemiştir. Bunlar:
cinsiyet kavramı, mağdur-kurban.
“Cinsiyet” kavramı
ile feminist hareket, cinsiyetler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya,
iki farklı cinsiyetin varlığını tamamen inkâr etmeye, “erkek” – “dişi” algısını
değiştirmeye dolayısıyla Allah’ın insanda yarattığı nev’i içgüdüsünü yani karşı
cinsine olan ilgisini (evlilik) ortadan kaldırmak amacıyla erkek ve kadınların
içgüdülerini yok etmeye çalıştı.
“Kurban” kavramı
ile feminist hareket, erkeklerin kamuoyunda eleştirilmesini benimsedi.
Erkeklere karşı nefret duygusunu derinleştirdi. Bu yeni eğilime hizmet eden
çabaları yönlendirdi ve şöyle dedi: “Kadın, erkeklerin varlığının
kurbanıdır.”
Feminist hareketin hedeflerine gelince:
Birincisi: Erkekler ve kadınlar arasında hiçbir
fark olmadığı, erkeğin zihinsel ve psikolojik özellikleriyle kadına benzediği
inancını güçlendirmek. Bununla ilgili çalışmalar, makaleler ve önyargılı
kitaplar aracılığıyla bu inancı doğrulamaya çalışmak. Ayrıca bir erkek ve bir
kadın arasındaki evlilik müessesini kaldırarak, tek cinsiyetli bir evliliğin
onayı ile doğal ailenin altını oymak. Buna ek olarak, tüm yasaları buna göre
değiştirip her iki cinsiyeti birleştirmek. Ailenin, anneliğin ve evliliğin
kadınlara baskı yapılmasının nedenlerinden biri olduğunu ve varlığının
kadınlara yük olduğunu düşündürmek. Bu düşünceye göre; “kadının evliliğe
ihtiyacı yok.” Çünkü evlilik kadının zamanını ve çabalarını çaldığı halde ona
hiçbir ödeme yapılmıyor! Dolayısıyla bu durum kadın için “kârsız” bir eylemdir.
İkincisi: Feminist hareketler, “mağdur” kavramının
kutsanması yoluyla da; kadının, bir erkeğin şeytani hegemonyasının “kurbanı”
olduğunu düşünmesini ve bunu bilinçli olarak benimsemesini sağlamaya çalışır.
Zira bunlara göre kadını bu düşük duruma erkeğin hegemonyası düşürmüştür. Yine
kadının, özellikle ekonomik ihtiyaçlarını sağlamak için bir erkekle evlenmesi
gerekmediği inancını da bu mağduriyet olgusunu kullanmak suretiyle aşılamaya
çalışır.
Üçüncüsü: “Tecavüz” kavramı üzerinden de erkeklerin
kadınlara tecavüz uyguladığını onaylayan çalışma ve makalelerle bu iddiayı doğrulamaya
çalışmak. Buna göre, kadınların arzusuna tâbi olmayan bir ilişkide kocası da
olsa tecavüzcü sayılabiliyor.
Dördüncüsü: Kadınlara cinsel ilişki alanında
mutlak özgürlük vermek. Böylece, istedikleri cinsel türü belirleme, istediğiyle
cinsel ilişki kurma ve üreme sürecinin kontrolü konularının da -kocasının bile
müdahale edemeyeceği- sırf kadının hakkı olduğunun propagandasını yaparlar.
Beşincisi: Eşcinsel evlilik. “Eşcinsel”
evliliği teşvik ederek, uluslararası alanda korunmasını talep ederler. Böylece
kadın, çocuk doğurmak zorunda kalmaz.
Yukarıda ifade
ettiğim gibi Batı bir takım hukuki metinlerle İslâm ümmetini baskılamak ve
dizayn etmek için çalışmalar yapmaktadır. İslâm beldelerindeki yönetimler de
zaten buna teşne oldukları için önüne gelen her sözleşmeyi imzalamaktadır. İşte
bunlardan en önemlisi Birleşmiş Milletler (BM) düzeyindeki dokuz temel insan
hakları sözleşmesinden biri olan “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan
Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW)”dir.
CEDAW, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu tarafından 1979 yılında kabul edildi. 1981 yılında ise
yürürlüğe girdi. Türkiye tarafından da 1985 yılında imzalandı. Bu anlaşmaya
göre sözleşmeye imza atan devletlerin düzenli olarak bu kapsamda rapor
sunmaları gerekmektedir. Diğer taraftan kadın örgütleri de CEDAW’a alternatif
olarak “kadın haklarının gelişip gelişmediğiyle alakalı” hükümetten ayrı rapor
sunuyorlar. CEDAW komitesi, hükümete yazacağı cevabi raporunda hükümetin
raporundan daha ziyade bu sivil toplum örgütlerinin yani kadın derneklerinin
raporlarını daha ciddiye almaktadır.
Dolayısıyla gerek
CEDAW Sözleşmesi, gerek İstanbul Sözleşmesi, gerekse de 6284 sayılı kanun olsun
tüm bunlar, doğrudan aileyi hedef alarak hazırlanmış ve âdeta Müslüman toplum
içine atılmış olan nükleer birer bomba gibidirler. İşte Türkiye’deki Feminist
derneklerin bu sözleşmeleri savunmakta ve hükümetin de bu sözleşmeler doğrultusunda
adımlar atması için çalışmalar yapmaktadırlar. Feminist dernekler, gerek
Birleşmiş Milletler bünyesinde, gerekse de Avrupa Birliği uyum yasaları
sürecinde yapılan bu sözleşmelerin savunucuları ve takipçileri konumunda olan
derneklerdir.
Bu sözleşmelerin
ifsat edici ve hükümeti bağlayıcı yönüne İstanbul Sözleşmesi üzerinden örnek
verecek olursak; sözleşmenin 4. Maddesi “cinsel yönelimi” güvence altına
almaktadır.[1]
Bilindiği üzere
İstanbul Sözleşmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde bakanlar kurulu
kararıyla ve 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayıyla yürürlüğe girmişti. Ayrıca
İstanbul Sözleşmesi’nin etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak için Aile
Bakanlığı bünyesinde kurulan “İstanbul
Sözleşmesi’nin Etkin Uygulanması ve İzlenmesi Alt Komisyonu”, yönetim
kurulunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın da
bulunduğu Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM), Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı,
Kadın Dayanışma Vakfı ve Türk Kadınlar Birliği gibi sivil toplum örgütlerinden
oluşuyor.
Toplumu ifsat eden
bu tür derneklerin kapısına derhal zincir vurulması gerekirken, “kadına yönelik
şiddetin önlenmesi” gibi masum bir algı üzerinden feminizm, bir nevi devlet
politikası haline gelmiş durumda. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızının
böylesi bir derneğin üyesi olmasından mütevellit durumdan rahatsız olanların
birçoğu bile bu yanlışı eleştirmekten çekinmektedir.
Sonuç olarak; “Mor
Çatı” ya da “KADEM” gibi dernekler bazı noktalarda farklı bakış açılarına sahip
olsalar da “İstanbul Sözleşmesi” gibi aileyi yıkan bir sözleşmeyi birlikte
destekleyebilmektedirler. Aslında hepsi de aynı düşünceye hizmet etmektedir.
Bazı konularda farklı bakış açılarına sahip olmaları ise daha büyük kitleleri
etkileyebilme amacı taşımaktadır.
Feminist fikirleri
benimseyen Müslümanlara buradan şu uyarıyı tekrar yapmak istiyorum: Bu düşünce,
sınırlı ve aciz olan insan aklının ürünü olan laik-demokratik sistemin düşünce
ve uygulamalarının zulmü ve haksızlıkları neticesinde ortaya çıkmıştır.
Kapitalist-laik ideolojinin insanlardan her bir kadın ve erkeğe bakışı ile İslâm’ın
bakışı farklıdır. Üstelik İslâm, kapitalist bakış açısını esastan ve fürudan,
külliyen reddetmektedir. Dolayısıyla bu meseleyi sanki Müslümanların ve İslâm
düşüncesinin bir problemiymiş gibi sunmak ya da savunma psikolojisi üzerinden
hareket etmek tam bir akıl tutulmasıdır.
İster “cinsiyet
eşitliği”, isterse de “kadına yönelik şiddeti engelleme” denilerek, feminist
idealleri savunan derneklerin tamamı, Müslüman aile yapısında ve özellikle de
genç nesil üzerinde ciddi bir tahribat yaptıklarını ya görmüyorlar ya da bu
tahribatı yapmak için bilinçli bir çaba söz konusudur. Masum bir takım algılar
üzerinden etkilenen insanlar bunu göremese de söz konusu dernek ve devlet için
aynı hüsnü zanda bulunamayacağım; bu durumda bir art niyet olduğu apaçık…
Son olarak;
özellikle sömürgeci Batı, İslâm beldelerini ve insanlığın servetlerini sömürmek
için soykırım bile yapmaktan çekinmiyorken, nasıl olur da bizler milyon
dolarlarla fonladığı feminist dernekler hakkında hüsnü zan besleyebiliriz? Aslında
bu durum bile bizlere feminist derneklerin varlık amacı hakkında net bir fikir
veriyor: bu dernekler, yukarıda ifade ettiğim hedefleri gerçekleştirmek için
Batı tarafından fonlanan ve Müslümanlardaki aile mefhumunu ortadan kaldırmak
için çalışan derneklerdir. Bu dernekler vasıtasıyla eğitimden siyasete,
yargıdan medyaya varana kadar toplumun etki mekanizmaları harekete geçirilmek
suretiyle bu fasit düşünceyi bir virüs gibi yaymak istiyorlar. Yasama, yürütme
ve yargı eliyle devlet, bizzat bunun alt yapısını oluşturuyor.
Müslümanlar bu
fasit düşünce ve derneklerin tehlikesinin boyutlarının farkında olmalı ve bunlara
asla prim vermemelidir!


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış