Biraz “mutluluğun”
kimseye zararı olmaz. Herhalde bu masum düşünceden hareket eden antik Yunan
filozofu Epikuros; insanın faydasına olan şeylerin, insana mutluluk
getireceğini öngördü. Ne var ki bu savının 18 yy. ortalarında oluşmaya başlayan
kapitalist ideolojinin mihenk taşı olabileceği aklının ucundan bile geçmemişti.
Fakat bu şeytani ölçü, insanları kendi akli çıkarımları ile güzel ve kötüyü
bulacağına ve faydaları en yüksek noktaya getirmeye çalışan canlılar olduğuna
inanan Bentham ile hayat buldu. İngiliz düşünür Jeremy Bentham (1748/1832) “fayda
= mutluluk” denklemini “pragmatizm” olarak geliştirip kapitalizmin mikyası hâline
getirdi. Sonrasında insanın en iyiyi bulmasını sağlayacak teoriyi Charles S.
Peirce (1839-1914) ve William James (1842-1910) bilimsel ve kurumsal yapıya
kavuşturdu. Böylelikle pragmatizm insanların davranışlarına şu temel ölçüyü
(mefhumu) kazandırdı: “Yapmış
olduğum davranış benim faydama mı?” sorusuna cevap “evet” ise bu
davranış iyi ve (hayrımadır) beni mutlu eder. Cevap “hayır” ise bu
davranış kötü ve (şerrimedir) beni mutsuz eder.
Peki,
davranışlarımızın ölçüsünü belirlerken fayda esas alınmalı mı?
Müslümanlara bu
soru sorulmadan pragmatizmi ölçü olarak kabul etmeleri sağlandı. Müslümanların
faydacılığı İslâm ile mütalaa etmelerine bile müsaade edilmedi. Müslümanlarda
yol açtığı tahribatları çeşitli yanıltmacalar ile kimi zaman başka olgulara,
kimi zaman bizzat İslâm dinine isnat edildi. Pragmatist düşüncenin insanlara ve
toplumlara verdiği zararları bir takım teknik bilgiler verdikten sonra Allah’ın
yardımını umarak izaha çalışacağım…
Pragmatizmin Tanımı
Pragma, Latince
kökenli bir kelimeden türemektedir. Eski Yunan’da insanların iş, uygulama,
eylem veyahut yarar gibi hissedilir davranışlarını ifade ederken “pragma”
kökünden türeyen kelimeler kullanılmaktaydı. Türk Dil Kurumu ise kelimeyi “yararcılık” ya da “faydacılık” olarak tanımlamakta.
Fakat sözlük anlamından ziyada Batılı düşünürlerin pragmatizme yüklediği
mefhuma bakmak daha doğru olacak. Batılı düşünürlerin kavrama yükledikleri
ıstılaha baktığımızda; eylemi,
araştırmayı, bilgiyi pratik faydaya çeviren davranış normuna pragmatizm denilmekte… Bu sebeple insanın, davranışının ölçüsünün
herhangi bir inanç, ideoloji veyahut doktrine bağlı kalmadan fayda ve zarar
ölçüsüne göre karar vermesi gerektiği anlamına gelebilir diyebiliriz.
Pragmatizmin Ortaya Çıkış Süreci
İngiliz hukukçu ve
düşünür Jeremy Bentham faydacı düşünürlerin en meşhurudur. Jeremy Bentham 18. yy.
İngiltere’sinde “faydanın en büyük mutluluk ölçüsü” olabileceğini
savunarak insan aklının her konuda fayda ve zararı tespit edebilecek
kabiliyete sahip olduğunu düşünüyordu. Bentham; fayda ve zararı, haz ve acı
olarak insanın en büyük yol göstericisi olarak tanımlar. İnsan bu ölçülerden
hareketle zevk aldığı şeye yönelir; kendisine zararı dokunacağı şeylerden uzak
durur. Örneğin; futbol maçı seyretmeyi boş vaktinizi
değerlendirmek için istemezsiniz. Futbol maçını izlemenin amacı seyrettiğinizde
size büyük olasılıkla haz verecek olmasıdır. Aynı şekilde trafik kurallarına
uymayı, kurallara uyan saygıdeğer biri olmak için istemezsiniz, uymadığınız zaman
size acı sonuçları olacağı için kurallara uymaya çalışırsınız. Bentham bu
insani hallerden yola çıkarak “güzel-çirkin” ve “hayır-şer” kavramlarına akılcı
bir yaklaşımla tanımlamaya çalışıp bireyin, toplumun hukuk ve ekonomide
ölçülerini belirlenmesi gerektiğini savunmuştur.
İngiliz filozof,
ekonomist John Stuart Mill (1806-1873) ise hazzı ya da mutluluğu, insan
davranışlarının en büyük amacı, mutlak ölçüsü yaptı. Yararcılığı genelin
iyiliği ve refahı olarak temellendirmeye çalıştı. Böylece insanın ulaşması
gereken yegâne gayenin mutluluk olduğunu savunmaktadır. Mill’e göre; daha üstün
olan (zekâ, eğitim, başkalarına duyarlılık, ahlaki bir duygu ve fiziksel sağlık
ile ilişkili) hazların daha alt seviyelerdeki (tensel düşkünlükten ileri gelen birtakım
davranışlar, tembellik, bencillik, aptallık ve cehalet gibi kavramları içeren)
hazlara göre daha önce giderilmesi, bireylerin faydaları açısından daha
önemlidir. Mill, “Mutsuz bir Sokrates olmak mutlu bir domuz olmaktan daha
iyidir.” diyerek bu görüşünü pekiştirmiştir. Mill’in, “Utilitarianism”
başlıklı makalesinde pragmatizmi Epikuros’a dayandırmasının en önemli nedeni; “İnsan
bütün fiillerini hiçbir zorlama olmaksızın kendi serbest irade ve seçimi ile
yapar.”[1]
görüşünden kaynaklanmaktadır. Bu esastan yola çıkarak insanın kanunlarının
mutlak manada mutluluk gayesine yönelmesi gerektiğini savunmak idi.
19. yüzyıla
gelindiğinde Charles Sanders Peirce, William James ve John Dewey gibi
düşünürler kapitalizm puzzle’ının kanaat-ölçü-mikyas parçasını “pragmatizm” ile
tamamladılar. Pragmatizmi anlam, araştırma, ahlak, eğitim kuramı olarak tüm
dünyanın sahiplenmesini, bilimsel açıdan yaklaşarak sağladılar.
Bu isimler arasında
en meşhuru William James’tir; 1842-1910 yıllarında ABD'de yaşayan bir düşünür.
James için “pragmatist usulün kurucusudur” diyebiliriz. Varlık
düşüncesinin esaslarını “Pragmatizm” (1907) adlı kitabında kanıtlamaya çalıştı.
Felsefi görüşü pratiklik, faydalılık ve verimlilik kavramlarına dayanır. James,
diğer faydacı düşünürlerden farklı olarak insanın temel amacının bekasını
sürdürmek ve korumak olduğunu savunur. Faydacılık düşüncesini de bu amacı
sağlayacak hissedilen, pratiği olan ve hayatta etki meydana getiren faydacılık
olarak tanımlar. Bu sebeple insanın doğası gereği kendi çıkarını korumaya
yönelik davranışlar sergilediğini savunur. James
anlayışı gereği; “Ne insan için yararlıdır; o doğrudur. Ne ki insan için
doğrudur; o yararlıdır.” sözüyle insan aklının “güzel” olarak tespit ettiği
şeyin “hayır” olduğunu, “kötü” olarak tespit ettiğinin de “şer” olduğunu
savunmaktadır. Bu sebeple bütün dogmaları reddeder. Pragmatizmin, hiçbir
dogması olmayan, değişken vakıaya göre insanın eylemlerinin değişen ölçüleri
olabileceğini savunur.
Epikuros’un “insan,
fiilini kendi yaratır” düşüncesi 18 yy.da pragmatizmi savunan birçok
düşünüre ilham oldu. Düşünürler; insanın
davranışlarının mahiyetini de yine insanın kendi edindiği bilgi ile elde
edebileceği düşüncesinin üzerine gittiler. Öyle ise insanın davranışlarının
mahiyetini de yine insanın kendi edindiği bilgi ile elde edebileceği
düşüncesinin üzerine gittiler. Batılı düşünürler, bilimsel metot ile
hissedilen, ağırlığı olan, gözlemleyebildikleri somut değerleri esas alan
felsefelere yöneldi. Çünkü teokratik kurumların insanın hayat hakkındaki
alakalara sunduğu ölçülerin yetersiz kaldığını ve temel insani problemleri dahi
çözmekte aciz olduğunu hissediyorlardı. Dinin hayat sahasından çıkması ile
oluşan boşluğun mutlak akıl ile doldurulması gerektiğini düşündüler. Bilimsel
düşünce metodu onlara bu kudreti sağlamaktaydı. Bu sebeple Batılı düşünürler
insanın fillerinin mahiyetine akli gözlem ve bilimsel yöntemi kullanarak,
deneylerle ulaşmayı amaç edindi. Görüşlerindeki ayrılıkları bir tarafa
bırakacak olursak temelde şu esasta anlaşıyorlardı: İnsanın meyilleri bilimsel düşünceler ve mantık ile bulmuş olduğu
ölçülere göre hareket edince mutluluk elde edilir.
Son bahiste
pragmatizmin faydacılık teorisini bir örnek ile izah etmek gerekir ise; mal
edinme duygusu ile harekete geçen bir insan ev sahibi olmak ister. Bu isteğini,
geliri hayatı boyunca karşılayamayacağı için bir bankayla anlaşıp faiz
karşılığında para almayı mantık çerçevesinde faydalı bulur. Bilimsel olarak da
faizin zararı ispatlanamamıştır. Bu iticiler ile davranışına ölçü kazanır ve
arzuladığı evi alır. Aldığı ev mikro ölçekte onun mutluğa ve refaha ulaşmasına
sebep olur. İşte düşünürler pragmatizm mefhumu ile insanın mutluluğu bu
şekilde elde edeceğini ve gelişip kalkınma yolunda yürüyeceğini
savunmaktadırlar.
Pragmatizmin Toplumsal Yaşama Etkisi
Düşünürlerin ileri
sundukları ekonomi, siyaset, eğitim alanındaki pragmatik tezler toplumu
etkiledi. Fayda ölçüsü kapitalistlerin eksik parçalarını tamamlayan bir
kurtarıcı gibiydi. Artık zenginleşirken yaptıkları her gayri insani muameleyi
örtebilecek bir kılıfları vardı. Mesela; onlara göre pragmatizm ölçüsü ile
bakıldığında işçinin doğal ücret alması onun faydasınadır. Düşüncesi ile
asgari ücreti toplumsal yaşamın ekonomik bir parametresi haline getirdiler.
Dediler ki: “İşçinin hayatını devam ettirebileceği asgari miktarda mala
sahip olmasındaki fayda hayat pahalılığı arttıkça bu ücreti arttırabilir.”
Fakat düşünürler pragmatist yaklaşım ile ortaya çıkan faydanın kime ve neye
göre olması gerektiği sorusuna cevap bulamadılar. Bu sebeple hayat pahalılığını
işçinin ücretini belirlemede ölçü haline getiren faydacı yaklaşım, piyasa
şartlarına göre işçinin emeğini istediği gibi belirleme özgürlüğünü sermaye
sahiplerine veyahut devlet aygıtına bıraktı. Böylece işçilere
verilen asgari ücret daima yoksulluk seviyesinin altında kaldı.
Siyasal yapının
şekillenmesinde ise pragmatizm, “çeşitli milletlerin ulus devlet anlayışıyla
üniter yapıya göre devlet olmalarının o topraklarda yaşayan insanların
faydasınadır” düşüncesi ile milliyetçilik fikrinin devletleşmesi
gerektiğini savundu. Buna binaen milli gelir, milli yeraltı ve yerüstü
kaynaklar, milli eğitim, vatandaş vb. kavramlara faydacı yaklaşımlar ile
ülkelerin servetlerini ve siyasetlerini belirlemesi gerektiğini savundular.
Eğer ülke ekonomisi kötüye gidiyorsa “kamu malı özel kuruluşlara ya da
kişilere satılarak kamunun faydası korunur” politikasını savundular. Tabii, “kamu mülkiyetinin satılması bireylere mi yoksa sermaye sahiplerine
mi fayda sağlar?” sorusuna pragmatist düşünce ile belirlenen fayda ölçüsü
izah getirememektedir. Çünkü kapitalist ideolojide fayda her zaman güçlüye
hizmet etmektedir. Bu sebeple pragmatizmin fayda ölçüsü güç veyahut iktidar
tarafından suiistimale açıktır.
Pragmatik teorinin
esası da bozuktur. Çünkü insan, eşyanın ve davranışlarının mahiyetini
ölçebilecek bir akla/akli kabiliyete sahip değildir. Düşünürler, insanın
içgüdü ve organik ihtiyaçlarında faydayı ayırt etme özelliğine güvenerek aklın,
davranış ve eşyanın mahiyetindeki faydayı da ölçebileceğine inanmak zorunda
kaldılar. Çünkü dinin ölçülerinin aklen reddedilmesi gerektiğine kesin olarak inanmışlardı.
Mesela; bir kişinin içki içtiğinde keyif alması veyahut ticaretini yaptığında
maddi bir değer kazanarak faydalanabileceği bir içecek olmasından hareketle
insan aklının içki hakkındaki hükmü belirleyebileceğini düşündüler. Pragmatizm
o anki vakıada içkiyi haz veyahut mutluluk sağladığı sonucundan dolayı faydalı
buldu. Pragmatist faydacı anlayış bir şeyin faydasını çıkarma sonucuna
odaklanmaktadır. Bu sebeple tecrübe veyahut denemelerin oluşturabileceği
zararlar önemli değildir. Hatta Makyavelizm’in faydaya ulaşmakta her yolun
mubah olacağı kaidesini benimseme yapmıştır. İnsanın faydaya sahip
olabilmesi için yapması gereken bütün işleri yaptığı takdirde gelişeceği ve
doğru ölçülere ulaşacağı iddia edilmektedir.
Peki, “fayda = mutluluk” mu? İnsan faydasını elde
etmediği şeylerde mutlu olamaz mı? Veyahut bir eşyanın faydalı olması insanın
mutlak manada mutlu olacağını garanti edebilir mi? Faydanın elde edilmesinde
oluşan zarardan kim sorumlu tutulacak?
Pragmatist
yaklaşımın sadece insanın yaşadığı ânın faydasını elde etmeye yönelik olması
dünyayı kaosa sürüklemiştir. Büyük ekonomik krizlerin oluşmasına, ülkelerin
büyük dünya harplerine girmesine, toplumsal erozyona vb. sosyal ve ekonomik
soruna sebep olmuştur. En basit örneğiyle; 9 Ağustos 1945'te ABD’nin pragmatist
politikası gereği, Japonya’nın şehirlerine attığı “Şişman adam” lakaplı atom
bombası 140 bin insanı öldürdü, yüzbinlerce insanı sakat bıraktı. ABD’nin diğer
devletler ile arasındaki ilişkide esas aldığı ölçü pragmatizmdir. Eğer ABD’nin
faydasına ise bir ülkeye atom bombası atmanın hiçbir mahsuru yoktur. Bu yaptığı
cürmü de pragmatizme sarıp sarmalayarak tüm dünyaya meşru gösterebilir.
Batılı dünya görüşü
insanın diğer varlıklar ile alakasını belirlemede tek ölçütün aklın faydayı
tespit edebilme kabiliyetinin esas alınması gerektiğini kabul etmektedir. Doğal
olarak bu yanlış ön kabul de insanın doyumunu veyahut mutluluğunu elde etmesini
sağlayacak en büyük kazanımın maddi faydayı elde etmekle olabileceği yargısını
çıkarmaktadır. Bu sebeple ister bireyin isterse toplumun veyahut devletin,
ulaşması gereken tek yegâne gayenin mutluluk olacağını ve bu mutluluğu kazanmak
için dünya hayatında çalışması gerektiği görüşünü insanlığa sunmaktadır. Bu
düşünceler, sadece içgüdüleri ve organik ihtiyaçlarının maddi doyumu ile
dinamik enerji ve canlılığı sağlamak amacını taşımaktadır. Buna bağlı olarak
insanın probleminin söz konusu ihtiyaçlarının doyumuyla sağlanacağını, insanın
mutluluğunun sadece bu ihtiyaçlarının maddi tatmini ölçeğinde elde
edilebileceği düşüncesine sahiptirler.
İslâm’ın Pragmatizme Bakışı
Kuşkusuz şu gök kubbe
altında yaşayan her bir bireyin; inancına, rengine, diline bakılmaksızın mutlu
olma arzusu bir hakikattir. Fiillerinin neticesinde elde etmek istediği bir
hedeftir. Hiçbir insan fiilinin veyahut eşya ile alakasının sonucunun zararına
olmasını arzulamaz. Bu aklın vakıasında terstir. Fakat insanın bu mutluluğu
somut olarak nasıl elde edeceği, İslâm harici diğer dünya görüşlerinde
farklılık arz eder. Sadece ruhani temele dayalı Hıristiyanlık ve Yahudilik,
ahiret ve insanın bireysel görevleri ile alakalı birtakım fikirler sunar. Hristiyanlık
ve Yahudilikte hayatın bütününe ve alakalarına dair bir nizam fikri oluşmaz.
İkincisi; kapitalist ve komünist hayat görüşleri ise ruhani boyuttan
yoksundurlar. Fakat hayat hakkında ve alakaları konusunda nizam oluşmasını
sağlayacak siyasi fikirleri barındırırlar.
İslâm’ın hayat
görüşü ise bu iki hayat görüşünden ayrılarak, her iki hayat görüşünün
özelliklerini bünyesinde bulunduruyor. Yani, siyasi aynı zamanda ruhi fikirlere
sahip. İslâm bu özelliğinden dolayı maddi hayatla Allah’ın hitabını meczederek
mutluluğun ölçüsünü ve insanın mutluluğu konumlandırdığı yeri
sınırlandırıyor.
Bu detaya girmeden
Yunan filozofu Epikuros’un; insanın faydasına olan şeylerin, insana mutluluk
getireceği görüşünü temellendirdiği düşüncesine vurgu yapmakta fayda var. Evet,
araştırma konusu olan insana bakıldığında arzularını doyurmadaki
davranışlarının kendi iradesine ait olduğunu görürüz. Fakat iradesinin
neticesinde oluşan fiillerine baktığımızda bunları; “kimi fiillerinin
sonuçlarındaki fayda ve zarara müdahale edememektedir, kimi fiillerinin
sonuçlarındaki fayda ve zarara müdahale edebilmektedir” şeklinde ikiye
ayırabiliriz. Epikurus maalesef bu ayrımı yapamayan düşünürler arasındadır.
İnsan aklını kutsallaştırır. İnsanın davranışlarının sebep ve sonuçlarını
insana bağlar. Fakat insanın fiilleri incelendiğinde iki daire karşımıza
çıkıyor. Birinci daire ona hükmeden daire; ikinci daire insanın hükmettiği
daire. İkinci dairede insan, fiillerini belirleyebiliyor.
İslâm bu iki
dairede insanın karşıladığı tüm fiilleri, eşyaları ve sonuçlarını fayda
mikyasına binaen hayır ve şer ya da güzel ve çirkin olarak vasfetmez. Çünkü
fayda ölçüsü Allah’ın hitabındaki sevap veyahut cezayı değiştireceğinden
tehlikeli görülmüştür. (Allah’ın egemenlik sıfatına ortak olarak
görülmektedir.) İslâm’da insanın fiillerini fayda ve zarara binaen hüküm vermek
batıldır.
Müslüman,
meyillerini doyuma götüren vesilelere şu soruyu sormadan davranışa yönelmez: “Bu
vesileyle isteğini tatmin etmek kendisi için caiz midir?” Vereceği cevap, “Caiz”
ise onunla amel eder. “Caiz değil” ise o işten uzak durur. Yani
davranışını onayan ölçüye/şer’i hükme döner. Eğer bu davranışı yapmayı üzerine
vacip kılan ölçü var ise o doyum ameliyesini yapmakla Allah’ın rızasını
gözetir. Meydana gelebilecek sonuca bakmaksızın davranışa yönelir ve davranışı “hayır”
olarak itibar edilir. İster kendisine isabet eden bir fayda veya kendisine
isabet eden bir zarar olsun fark etmez. O insan için mutluluk madde ile
Allah’ın hitabını mecz ile oluşan rıza-i ilahidir. Sonucun fayda veyahut zarar
olmasından kaygılanmaz.
Batılı düşünürler
bilimsel düşünce ve akli idrak ile tatlı ile acı arasını, renkler arasını,
güzel ile çirkin arasını ayırt edebildikleri gibi fiiller arasını da ayırt
etmeye muktedir olduklarını zannettiler. Dolayısıyla fiiller ve eşya üzerine
hayır ve şer, güzel ve çirkin olduklarına ilişkin hüküm verdiler. Bu hükümlere binaen
nizamlarını oluşturup sevap ve cezayı gerekli gördüler. İnsan akılının, gül
ile diken, tatlı ile acı arasını ayırt etme kabiliyetinden dolayı davranışlar
üzerine hüküm vermeye de yetki sahibi olduğunu iddia ettiler. Fakat bunlar
idrak edilen eşyalardır, hisler onları beyne nakletmeyi sağlar. Maddenin
özelliklerine ve niceliğine ilişkin hüküm verilebilir. Lakin eşyanın güzel ve
çirkin veyahut hayır ve şer olmasına gelince; onlar maddenin özelliklerinden
parça değildirler. İslâm bu kudretin;
sevap ve ceza tertip etmenin, hayrı ve şerri belirlemenin, güzel ve çirkinin ne
olduğunu ortaya koymanın salahiyetinin sadece Allah Subhanehu ve Teâlâ’da
olduğunu bildirmektedir. Bu sebeple ister iktisat ile ilgili olsun isterse
devlet yönetimi ile ilgili nizamların ölçüsünü belirlemek olsun hüküm Allahu
Teâlâ’ya aittir. İşçinin ücretini belirlemedeki ölçü, paranın kıymetini
belirlemedeki ölçü, mülkün sahip olunmasındaki ölçü Subhanehu ve Teâlâ’nın
belirlediği ölçülerdir. Yine zina edene verilecek cezadaki ölçüyü, hırsızlık
edene verilecek cezadaki ölçüyü, devletin diğer devletler arasındaki ilişkisini
belirlemedeki ölçüyü sınırlandıran sadece ve sadece şeriattır.
İslâm, pragmatizm
gibi meseleye fayda merkezli bakmaz. İnsanın davranışlarını fayda ekseninde
belirleyip zararı yok saymaz. Bu sebeple iki konuda davranışların sonuçlarını
inceler. Birinci konu; hayır ve şer
olarak inceleyerek, fiillerin ölçüsüne ilişkin araştırma yapar. Yani etkin
davranış ve onlardan gözetilen gaye hakkındadır. İkinci konu; güzel ve çirkin
fiiller üzerine sevap ve ceza tertip etmek için güzelin ve kötünün ne olduğuna
ilişkin araştırma yapar. Bu araştırma sonrası insanın davranışı sonucu
zararı veya faydayı bazen hayırla bazen de şerle vasıfladırabilir. Bu minvalde
ne zaman bir fiili yapması gerektiğini, ne zaman da bir fiilden kaçınması
gerektiğini belirler. Fiilinin ölçüsünü, fiilleri yürüten şer’î hükümlerle ve
onlardan gözettiği gayelerin gayesi Allah’ın rızasını kazanmakla kayıtlı kılmaktadır.
Pragmatizmde olduğu gibi faydaya ulaşmak için her yolu mubah gören kaideyi külliyen
reddeder. Mesela; yalan, insan fiillerinden bir fiildir. Şayet bu insan
yalan söylediği zaman, bu fiil, fiilin zatından dolayı mı yoksa başka harici
bir vasıftan dolayı mı hayır veya şer olarak vasıflanır? Yalan, vakıaya
muhalif olan sözdür. İnsan harp halinde düşmana yalan söyleyebilir. İki kişi
arasını barıştırmak için yalan söyleyebilir. Yine karısına karşı yalan
söyleyebilir. Başkalarını teselli etmek için yalan söyleyebilir. Bir insan
hakkını heder etmek için yalan söyleyebilir. Bunların hepsi, gerçeğe aykırı bir
sözle bir şeyi gösterir. Bunlardan hangisine hayır ve hangisine şer olarak
itibar edilir? Pragmatizme göre o an hangisi faydalı ise hepsi hayırdır
veyahut güzeldir.
Fakat İslâm’da ölçü
asla fayda değildir. İslâm’da ölçü, Allah’ın emrine mutabıklık veya Allah’ın
emrine muhalefettir. Harpte veya karı ve koca arasını barıştırmak için yalan
söylemek gibi eğer Allah’ın emrine muvafık olursa, hayır olur. Teselli vermek
veya şahitliği örtbas etmek veya Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e
iftira atmak için olmuşsa şer olur.
Dolayısıyla insanın
fiilleri, kendisine faydalı olduğundan dolayı hayır ve şer olarak
vasıflandırılamaz. Aksine Allah’ın emirlerine mutabık olmasından veya Allah’ın
emirlerine muhalefetlerinden dolayı vasıflandırılabilir. Aynı şekilde gayeyi
veya amelin kendisinden gözetilen hedefi de göz önünde bulundurmak gerekir.
Gaye veya hedef Allahu Teâlâ’nın emrettiği hususlardan olmalıdır. Pragmatizmde
olduğu gibi sınırsız ve kontrolsüz bir mutluluk/haz gayesi olamaz. Allahu
Teâlâ’nın emrettiği hususlardan değilse o fiilden hayır vasfı kalkar. Konuyu
Peygamber efendimizden rivayet edilen bir hadisle aydınlatmak gerekirse; Ebu
Hurayra “Ben Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i şöyle derken işittim”
demiştir:
إِنَّ أَوَّلَ النَّاسِ يُقْضَى يَوْمَ
الْقِيَامَةِ عَلَيْهِ رَجُلٌ اسْتُشْهِدَ، فَأُتِيَ بِهِ فَعَرَّفَهُ نِعَمَهُ
فَعَرَفَهَا، قَالَ: فَمَا عَمِلْتَ فِيهَا؟ قَالَ: قَاتَلْتُ فِيكَ حَتَّى
قُتِلْتُ، قَالَ:
كَذَبْتَ، وَلَكِنَّكَ قَاتَلْتَ حَتَّى يُقَالَ: هُوَ جَرِئٌ، ، فَقَدْ قِيلَ،
ثُمَّ أُمِرَ بِهِ فَسُحِبَ عَلَى وَجْهِهِ حَتَّى أُلْقِيَ فِي النَّارِ،
وَرَجُلٌ تَعَلَّمَ الْعِلْمَ، وَعَلَّمَهُ وَقَرَأَ الْقُرْآنَ، فَأُتِيَ بِهِ
فَعَرَّفَهُ نِعَمَهُ فَعَرَفَهَا، قَالَ: فَمَا عَمِلْتَ فِيهَا؟ قَالَ:
تَعَلَّمْتُ الْعِلْمَ، وَعَلَّمْتُهُ وَقَرَأْتُ فِيكَ الْقُرْآنَ، قَالَ:
كَذَبْتَ، وَلَكِنَّكَ تَعَلَّمْتَ الْعِلْمَ لِيُقَالَ: عَالِمٌ، وَقَرَأْتَ
الْقُرْآنَ لِيُقَالَ: هُوَ قَارِئٌ، فَقَدْ قِيلَ، ثُمَّ أُمِرَ بِهِ فَسُحِبَ
عَلَى وَجْهِهِ حَتَّى أُلْقِيَ فِي النَّارِ، وَرَجُلٌ وَسَّعَ اللَّهُ عَلَيْهِ،
وَأَعْطَاهُ مِنْ أَصْنَافِ الْمَالِ كُلِّهِ، فَأُتِيَ بِهِ فَعَرَّفَهُ نِعَمَهُ
فَعَرَفَهَا، قَالَ: فَمَا عَمِلْتَ فِيهَا؟ قَالَ: مَا تَرَكْتُ مِنْ سَبِيلٍ
تُحِبُّ أَنْ يُنْفَقَ فِيهَا إِلَّا أَنْفَقْتُ فِيهَا لَكَ، قَالَ: كَذَبْتَ،
وَلَكِنَّكَ فَعَلْتَ لِيُقَالَ: هُوَ جَوَادٌ، فَقَدْ قِيلَ، ثُمَّ أُمِرَ بِهِ
فَسُحِبَ عَلَى وَجْهِهِ، ثُمَّ أُلْقِيَ فِي النَّارِ
“Muhakkak ki,
Kıyamet gününde hakkında hüküm verilecek insanların ilki, şehid edilen bir
adamdır. O adam getirilir, ardından ona nimetini tanıtır. O da onu tanır. Allah
ona, bunun uğrunda ne yaptın?, der. O da şehid olasıya kadar senin için savaştım,
der. Allah da, Yalan söyledin, fakat sen ‘cesur’ desinler diye savaştın, denildi
de, der. Sonra ona emreder, o da ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürünür. Ve
ilmi öğrenen, öğreten ve Kur’an’ı okuyan adamdır. Nimetini tanıtmak için adam
getirilir. O da onu tanır. Allah ona bunun uğrunda ne yaptın?, der. O da senin
için ilim öğrendim, öğrettim ve senin için Kur’an okudum, der. Allah da, yalan
söyledin, fakat sen ‘o âlim’ desinler, diye öğrendin. Hadi söylendi, der. Yine
sen Kur’an’ı ‘o, okuyucudur’ desinler, diye okudun. Şüphesiz söylenmiştir, der.
Sonra ona emreder, o da ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürünür. Ve Allah’ın
genişletip bütün mal çeşitlerinden kendisine verdiği adamdır. O getirilir ve
sonra ona nimetlerini tanıtır. O da onu tanır. Sonra der ki: Bunun uğrunda ne
yaptın?, O da uğrunda infak edilmesini sevdiğin bir yol bırakmadım ki, senin
için o yolda infak etmiş olmayayım, der. Allah da, yalan söyledin, fakat sen ‘cömert’
desinler, diye bunu yaptın. Şüphesiz denilmiştir, der. Sonra ona emreder, o da
ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürünür.”
Efendimiz SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’den rivayet edilen hadise bakıldığında, aklın fayda olarak
amelden gözettiği hedefin etki boyutu vurgulanmaktadır. Müslümanların şer’i
hükme uygun olan amelleri eğer amelin hedefi Allah’ın rızası dışında başka
hedefler taşır ise Allah’ın gazabının insanın yüzüne vurulacağını vurgular. Hadiste
geçen örnekteki bir âlim, insanlara ilim öğretiyor, Kur’an okuyor… Bu fiiler,
şer’i hükme uygun. Yalnız hedef, kendisi hakkında “âlim” ve “Kur’an
okuyucu” denmesi faydasına bina edilip Allah’ın rızası için değil dünyevi
kaygılardan sadır olabilmek için yapıldığı takdirde bunu yapan kişi azap
edilenlerin, yüzüstü sürüklenenlerin ve ateşe atılanların ilki olmaktadır.
Dolayısıyla bu fayda sağlayacağı umulan davranış, kendisi tarafından hedefin
değiştirilmesi sebebiyle sahibi üzerine vebal ve şer olmuştur.
İslâm, pragmatist
anlayışı hiçbir alanda kabul etmemektedir. İslâm iktisat nizamında değeri az
bulunurluk kaidesine sabitler. Pragmatizm ise değişen vakanın şartlarına göre
değeri düşürür ve çıkarır. Bu sayede zengin daha çok servet sahibi olur. Fakir
ise daha çok yoksullaşmaya başlar. İslâm toplumsal yaşamda davranışların
ölçüsünü farz, vacip, haram, helal, mubah, mendup vs. şer’i ölçüler ile
sınırlar. Pragmatizm ise fayda ölçüsüyle davranışlarda sınırlandırma yapmadığı
için mutlak hazzı esas alarak toplumun ahlaki ve insani değerlerinin düşmesine
sebep olur.
Sonuç
Batılı düşünürler
insanın mutluluk arzusunu tespit ederek mutluluğu insan için bir zafiyete
çevirdi. Onu elde etmesinin yegâne yolunun fayda olduğu yalanını söylediler.
Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا
“Gerçekten insan, pek hırslı yaratılmıştır.
Kendisine fenalık dokunduğunda feryat eder. Bir iyilik dokunduğunda da meneder!”[2] Ve yine şöyle buyurdu:
وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ
“Gerçekten hayır
sevgisi de pek şiddetlidir!”[3]
Batılı düşünürler,
Pragmatizmi insanın, davranışlarına ve eşyaya yönelmesinde veyahut yüz
çevirmesinde ölçü edindiler. İnsanın faydaya olan zafiyetini kullanarak devlet
yönetiminde, toplumsal ilişkilerde, aile ve akrabalık ilişkilerinde, bireyin
davranışlarında pragmatizmi ölçü tayin ettiler.
Devlet adamlarının
pragmatizm ölçüsüne dikkat etmeleri gerekmektedir. Batı bu ölçü ile yeraltı ve
yerüstü servetlerini sömürmekte, toplumlarını ifsat etmekte ve kendi politik
çıkarlarını pragmatizm sayesinde korumaktadır. Bir ülke için bir devlet
adamının pragmatik düşünmesi kadar tehlikeli bir şey olamaz. Karşısına
çıkarılan faydanın cazibesine kapılarak hem dünyasını hem de ahiretini
mahveder. Allah’ın gazabıyla karşı karşıya kalacak kararlar verebilir.
Efendimiz fayda ve zarar mefhumuna göre hareket eden idarecileri şu şekilde
uyarmaktadır:
“Benden sonra
idarenizin başına öyle adamlar gelecek ki, dininizin ve sizin kötü kabul ettiği
şeyleri onlar iyi (faydalı) kabul edecekler, sizin iyi ve güzel kabul ettiğiniz
davranışları da kötü (zararlı) sayacaklar. Böyle bir kötü devre sizden hanginiz
erişirse, Allah’a isyan edene itaatin olmayacağını bilsin.”[4]
Müslüman âlimler pragmatizme
dikkat etmelidir. Fayda ve zarar ölçütlerinden İslâmi delillere giderek hüküm
vermemelidirler. Hayır olarak işlediklerini zannettikleri amellerin hedefinin
de güçlü olanın rızasını kazanmak değil sadece âlemlerin rabbi olan Allah’ın
rızasını kazanmaları gerektiğini bilip amellerini şer’i hükümlere göre
yapmalıdırlar. Aksi takdirde Allah’ın şu hitabı ile karşı karşıya kalırlar:
وَلَا تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ اَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هٰذَا حَلَالٌ وَهٰذَا حَرَامٌلِتَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَايُفْلِحُونَۜ
“Dillerinizin yalan
yere nitelendirmesinden (ölçü tayin etmesinden) ötürü, şu helaldir, şu
haramdır, demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı
yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.”[5]
Pragmatizm İslâm’da
kesinlikle ölçü değildir. Müslüman için asıl fayda Allah’ın hükümlerindedir.
Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket ettikleri takdirde; yönetimden
ekonomiye, toplumsal hayatın bütün alakalarına gelişme ve kalkınma nüfuz
edecektir. Müslümanlar için mutluluk ve huzur ancak Allah’ın rızasına nail
olmaktadır. Müslüman amellerini Allah’ın, “güzel” ve “hayır” vasıflandırmasına
göre yönlendirmelidir. Allah’ın “çirkin” ve “şer” olarak vasıflandırdığı
şeylerden uzak durmalıdır. Aksi hâlde dünya hayatı sıkıntılar, musibetler,
fitneler ile dolu olur. Ahirette ise hüsran ve elim bir azapla karşılaşılması
kaçınılmazdır.
[1]
İslâm Şahsiyeti 1, Takiyyuddîn En-Nebhânî
[2]
Mearic 19-21
[3]
Adiyat 8
[4]
Camiu’s Sağir
[5]
Nahl 116


Yorumlar