SOSYAL ADALET YANILTMACASI MI, SERVETİN İSLÂM’A GÖRE DAĞILIMI MI?

Hakan Bolat

Bu makalede laik-kapitalist ulus devletlerin mal ve hizmet paylaşımları sonucu ortaya çıkan gelir dağılımının yarattığı adaletsizlik ve yoksulluğun çözüm yolu olarak gösterilen sosyal adalet konusuna değineceğiz. Binaenaleyh laik-kapitalist ulus devletlerinin Fransız İhtilâli sürecinde [1789-1799] “Mülk mutlak manada insana aittir!” fikri ile sunulan “müreffeh yaşam” hedefinde gelinen noktaya bakıldığında, rakamların hiç de iç açıcı olmadığı görülmektedir! Dünyanın en zengin sekiz insanının serveti, bugünün dünyasında 3 milyar 600 bin insanın servetine eşit düzeydedir. Yine dünyanın en büyük 10 şirketinin gelirinin 180 ülkenin gelirinden daha büyük olduğu bir dünyada yaşamaktayız. Sosyal adalet teorisyenlerinin ortaya attıkları teorileri ile dünyada açlık sınırında yaşayan 820 milyon insanı kurtarmalarını beklemekteyiz. Sosyal adalet teorisyenlerinin gerçeklere ulaşmayı engelleyen mugalatacı-yanıltmacı düşünceleri ile gayri insani durumlar ve adaletsizliğe çözüm yolu bulmaya çalışmaktayız. Acı olan başka bir gerçek ise İslâm coğrafyası bu adaletsizliğin merkezinde yer almaktadır. Müslümanların âlimleri, kanaat önderleri, siyasileri de diğer konularda olduğu gibi bu konuda da Batılı düşünürleri referans alıp mevcut soruna çözüm yolları bulmak için gayret ve enerjilerini harcamaktadırlar. Hâlbuki İslâm’ın servetlerin dağıtımı, korunması ve çoğaltılması konularına sunmuş olduğu fikirler mevcut sorunu köklü şekilde çözmeye kadirdir.  Makalenin ikinci kısmında ise Allah’ın yardımını umarak; İslâm ümmetinin kalkınmasını sağlayacak fikir ve çözümlerin başka ideolojilerle değil, iman etmiş oldukları İslâm akidesi ve ondan fışkıran hayat nizamında olduğunu hatırlatmaya gayret sarf edeceğiz.

كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُٓوا اٰيَاتِه۪ وَلِيَتَذَكَّرَ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ

“Bu mübarek Kitabı, ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana(inananlara) indirdik.”[1]

Sosyal adalet düşüncesi, Avrupa’da totalitarizme karşı oluşan laiklik ve onun türevi kapitalizmin tatbiki sonucu devletin zengin ve yoksul arasındaki maddi farkı kapatamaması, yoksul kitlelerin temel-zorunlu (yeme-içme-barınma-sağlık-eğitim vb.) ihtiyaçlarını karşılayamaması, işçi sınıfının mülk özgürlüğüne rağmen emeği karşılığında mal edinememesi vb. sosyoekonomik hadiseleri pansuman etmek için oluşturulmuş bir düşüncedir. Batılı düşünürler sosyal adalet kavramı üzerinde birçok çalışmalar yapsalar da kavramın anlamını sınırlandırmayı ve belirsizlikten kurtarmayı başaramadılar. Sosyal adalet kavramının 21.yy’daki karşılığı “Mal ve hizmetlerin toplumda adil bir şekilde dağıtılmasıdır.” Başka bir ifadeyle “Toplumda herkesin, eşit bir paylaşım olduğu konusunda genel bir kanaatinin bulunmasıdır.”

Fakat sosyal adalet kavramını birçok düşünür tanımlamaya çalışmıştır. Ünlü sosyal adalet savunucularından olan Katolik rahip John A. Ryan [1869-1945] kavramı söyle tanımlamaktadır: “Sosyal adalet, toplumun bir üyesi olarak kabul edilen bireylerle toplum arasındaki sosyal ilişkilerin ortaklaşa iyinin gerçekleştirilmesi amacıyla düzenlenmesine verilen addır.” Asgari ücretin ilk tanımını yapan Ryan aslında kişi başına düşen milli gelirin bireylere dağılımına odaklanmış ve devletin bireyin hak ve özgürlüklerini koruması gerektiğini savunmuştur. Fakat bunların nasıl yapılacağı ve nasıl korunacağı düşüncelerinde kapalıdır.

Düşünürler sosyal adalet kavramına siyasal ve ekonomik anlamlar yükleyerek kapitalizmin oluşturduğu sosyal çöküntüye çareler oluşturmaya çabalamışlardır. Kapitalizmin topluma verdiği zararları devlet yardımı ve işçi sendikalarıyla giderilebileceğine inanan Louis Blanc [1811-1882] ise sosyal adaletin örgütsel ve kurumsal çalışmalarla elde edilebileceğini iddia etmektedir. Yine kavramın siyasi anlamını güçlendiren diğer bir düşünür anarşizmin kurucusu Pierre J. Proudhon’dur [1809-1865]. Faiz ve emeklilikten doğan mülkiyeti “hırsızlık” olarak görmekte ve faiz ve para despotlarının ortadan kaldırılması ile sosyal adaletin sağlanacağına inanmaktadır.[2]

Hegel’in birey ve devlet kavramlarından yola çıkan Alman düşünür Von Stein’e göre sosyal adalet, devlet aygıtının düzenlemesi ile olabilecektir. Şöyle ki: “Hukuk devleti, devlet gücünü sınırlayan ve hukuk karşısında bütün bireylerin mutlak eşitliğini sağlayan devlettir. Böyle bir devlet aynı zamanda üyelerinin ekonomik ve toplumsal ilerlemelerini de garanti altına almalıdır.”[3]

Sosyal Adalet kavramını iktisadi olarak yorumlanmasını sağlayan Karl Marx'ın en meşhur teorilerinden biri "değer teorisi"dir. Karl Marx, işçisinin ürettiği ile fiilen aldığı arasındaki farka "artık değer" adını vermiş ve bunu, üretim araçlarına sahip olanların "sermayenin kârı" olarak işçilerin haklarından gasp edilen değeri temsil ettiğini söylemiştir.[4]

Karl Marx'ın bu önermesinden hareket eden sosyalist düşünürler sosyal adalet kavramını “kârın eşit dağılımı” olarak, tanımlarının merkezine almışlardır ve “Ortak üretim, ortak paylaşım” çıkarımları ile sosyal adaletin oluşmasını şu üç esasa bina etmişlerdir:

1- Fiilî eşitliğin olduğu bir sınıf

2- Ferdî mülkiyetin kısmen ilgası

3- Üretim ve dağıtımın toplumsal araçlar ile düzenlenmesi

Diyalektik materyalizm üzerine bina edilen bu teoriler politik yaşamda karşılık bulmuştur. Kapitalist devletler buna karşıt eylemler geliştirerek; ilk yasal sendika 1820, emeklilik, hastalık sigortası 1883, iş kazası sigortası 1884 kanunlarıyla, yaşlılık ve iş görmezlik sigortaları 1891, vb. uygulamalar ile kapitalist sistemin açıklarını kapamaya çalışmışlardır.

Siyaset felsefecisi John Rawls [1921-2002 ABD] “Bir Adalet Kuramı” isimli kitabında sosyal adalet teorisini iki temelde incelemektedir. Birincisi temel hak ve ödevlerin eşit bölüşümünü gerektirirken, ikincisi; sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin ancak toplumun en az avantajlı üyelerinin yararına olacaksa ahlaki açıdan kabul edilebilir olmasını gerektirmektedir.[5] Bu iki temelde vurgulanan nokta ile; demokrasinin sağladığı özgürlüklerin korunması (mülk, şahıs, inanç, fikir) ve söz konusu özgürlüklerin oluşturduğu hakların insanlara eşit şekilde tanzim edilmesinin gerektiğini savunmaktadır.

Batı düşünce dünyasında sosyal adalet kavramını savunan düşünürler olduğu gibi bu teoriye karşı çıkan birçok Batılı iktisat ve hukuk felsefecileri de mevcuttur. Bunlardan en önemlilerinden biri iktisatçı F. August von Hayek’tir.[1899- 1992] “Sosyal Adalet Kavramı İllüzyonu” adlı kitabında sosyal adaletin imkânsız olduğunu, bu kavramla amaçlanan sosyal eşitlik ve adil paylaşımın bir mugalatadan ibaret olduğunu savunur. Hayek, sosyal adalet kavramının, ancak eksik ve yanlış yönlendirilmiş sosyalist planlı ekonomide bir anlam taşıyabileceği sonucuna ulaşır.[6] Aslında bu düşüncesi ile Batı’nın demokrasi ve eşitlik ilkelerinin sosyal adaleti sağlayacak dinamiklere hiçbir zaman sahip olmadığını söylemektedir.

Batılı düşünürlerin laik-kapitalist ulus devletlerin insanlığa yaşatmış olduğu acı tecrübeler karşısında arızi vakıaya çözüm üretme gayretleri takdire şayan olsa da İslâmiyet’e karşı mesafeli (inatçı) oldukları sürece hakikati bulmaları mümkün olmayacaktır. Düşünürlerden yapılan alıntılara dikkat edilirse birçoğunun arızi vakıayı doğru tespit ettiğini göreceksiniz. Düşünürlerin ekseriyetinin düşünce temellerinde sosyal adalet kavramına kayma nedeni kapitalist iktisadın üretim-servet edinme araçlarını kendi menfaatleri için kullanması ve ortaya çıkan artı değeri paylaşmak istememesinden kaynaklanmaktadır.

 

Lakin mevcut sorunu sosyal adalet teorisiyle temellendirip çözmeye çalışmak, toplumsal hayatı daha da karmaşık hâle getirecektir. Fakat düşünürlerin tespit ettiği mevcut sorunda teşhis edilen iki önemli alanı düşüncenin konusu hâline getirmeliyiz.

1- İktisat nizamının düzenlenmesi

2- Yönetim sistemin düzenlenmesi

İslâm insanların yanlış veyahut sapıkça tatminleri sonucu oluşan arızi vakıaya çözüm ararken; Mevcut sorunu düşüncesinin merkezine yerip çözümler sunmamıştır. İslâm, insanların problemlerini çözerken mevcut problemi düşüncesinin konusu edinir. Düşüncesinin merkezine de İslâm akidesini yerleştirir. Bu sebeple sosyal adalet vb. kavramlar veyahut teoriler onun düşünce sisteminde hiçbir zaman var olmamıştır.

 

İslâm akidesi, mülkiyetin tümüyle sahibini mülkü kendisine ait kılması itibarıyla sadece Allah’a ait olduğunu bildirmektedir.

وَاٰتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللّٰهِ الَّـذ۪ٓي اٰتٰيكُمْۜ

“Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin.”[7]

İnsanlar fiilen mülkün sahibi değillerdir. İnsanların ihtiyaçlarını doyurmaları için Allahu Teâlâ malın temsilî mülkiyet hakkını insanoğlunun bütün bireylerine genel olarak vermiştir.

وَاَنْفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُمْ مُسْتَخْلَف۪ينَ ف۪يهِۜ

“Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı (servet-mülk) şeylerden harcayın.”[8]

Bu minvalde insanların iktisadi sorunlarına iki temel üzerinden yaklaşarak onu sükuna kavuşturmaktadır.

1- Bireye insan nazarı ile bakar. İnsanın temel-zorunlu ihtiyaçlarını garanti altına alınmasını mevcut otoriteye emreder. Lüks ihtiyaçlarının karşılanması için de fırsatların yani maddi servet edinmesinin önünün açılmasını talep eder.

2- İnsanın iktisadi yaşamında bir tek fikrî temel üzerine yani işlerini şer’î hükümler ile yürütmesini kayıtlı kılar. Şer’î hükümler ise insanların Allah’a olan takvalarının etkisiyle, otorite ve devlet tarafından uygulanır ve gözetilir.

İslâm, insanların sosyal alakalarını, faaliyetlerini çözen, düzenleyen hükümler ile birey ve toplumun maddi-ruhi-ahlaki-insani değerlerini dengede tutulmasını hedefler. Amacı her bir ferdin temel ihtiyaçlarını karşılamasını güven altına almaktır. Yine lüks ihtiyaçlarını da karşılaması için imkân ve olanaklar sağlar. Bu minvalde insanların fiilleriyle ilgili Şâri’nin hitabına bakıldığında insanların arızalarını tatmin etmeleri için birtakım teklifler sunmaktadır:

- Çalışmayı emreder. Zorunlu kılar.

- Çalışmaya uygun değil ise yakınlarını (aile-akraba) onun ihtiyaçlarını gidermekle sorumlu kılar

- Temel ihtiyaçlarını devlet aygıtı ile garanti altına alır

- Temiz yararlı işlerde teşvik eder

- Devletin vergi almasını yasaklar

- Ferde, servet kazanmasının yolunu açar

- Mülk edinme sınırlarını belirler ve kolaylaştırır

- Sözleşme türlerini belirler

- Piyasaya (devlet-sermaye sahipleri, şirketler vb.) maddi bir kuvvetin etki etmesini engeller

- Servetin insanlar arasında dağılımını belirler

İslâm akidesi arızi vakıaya çözümler sunarken kapitalizm ve komünizmde olduğu gibi sadece maddi varlıklara değer atfetmez. Ruhi-insani-ahlaki hissedilen bütün olgulara değer atfederek toplumun iktisadi ve toplumsal bütün sorunlarına çözümler sunmaktadır. Bu sebeple “İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılamam, üretime katkı sağlasın ve kazansın!” diyen kapitalizmin karşısında İslâm; insana insan nazarı ile bakarak temel ihtiyaçlarını garanti altına alır. Sosyalizmin “İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılarım fakat eşitliği koruyabilmek için lüks ihtiyaçlarının önünün kesilmesi lazım!” tezi karşında İslâm; insana insan nazarında bakarak lüks ihtiyaçlara ulaşabilmesi için imkân ve olanaklar sağlar.

İkinci sorun olan yönetim nizamının düzenlemesi kısmında ise İslâm, servetin insanlar arasında dağıtımını esas almıştır. Toplumun vazgeçmeyeceği ve gereksinim duyduğu mal ve hizmetleri kamu mülkiyetine dahil etmiştir. Bu tür malların özel mülkiyet olarak kullanılmasını caiz görmemiştir. Diğer yandan gelirin, mal ve hizmet olarak insanlara dağılımında devleti mesul tutmuş, bunun sağlanması içinde devlet mülkiyetine ait malları da devletin mülk edinmesini mubah görmüştür. Bunun oluşması da bir bütün olarak şeriat hükümlerinin (mülk edinme hükümlerinin) uygulanması ile toplumun böylesi bir sistem atmosferinde olmasına bağlıdır.

Gerek devletin İslâm nizamını uygulamadaki zafiyeti ve gerekse halkın İslâm anlayışındaki yanlışlıkları neticesinde meydana gelebilecek gelir dağılımı bozuklukları şu iki kök nedene bağlıdır:

1- Maddi servetlerin yalnızca zenginler arasında dolaşarak, sadece zengin kesim arasında birikmesinden

2- Maddi servetlerin insanlar arasında dolaşımını engelleyici tutumlardan

İslâm her iki durum için de çözümler oluşturmuştur

Dünyanın hemen her yerinde milli gelirin fertler arasında dağılımındaki adaletsizlik, günlük hayatta bir realite olarak karşımızda durmaktadır. İhtiyaçların karşılanmasında insanlığın yaşadığı bu korkunç dengesizlik, açıklama veya izahat getirmeye gerek kalmayacak şekilde ortadadır.

Batılı düşünürler bu konuyu çözüme ulaştırmak amacıyla birtakım çalışmalar yapmış olmalarına rağmen bir başarı sağlayamamışlardır. Kapitalist ekonomistler ise gelir dağılımı üzerine yaptıkları araştırmalarda gelir dağılımının ferdî boyutunu büsbütün ihmal etmişlerdir. Bu konuda bir çözüm üretmek yerine, ortaya istatistiki bilgiler vermekle yetinmişlerdir. Sosyalistler ise mülkiyeti genel mülkiyetle sınırlandırmak dışında gelir dağılımındaki dengesizliğe çözüm getirmek için bir yol bulamamışlardır. Komünistler ise ferdî mülkiyeti yasaklamakla çözüm yoluna gitmişlerdir.

İslâm ise üç temel esasının uygulanması ile gelir dağılımını mutabık bir şekilde dengelemiştir.

1- Mülkiyetin belirlenmesi; ferdî mülkiyet, kamu mülkiyeti, devlet mülkiyetinin sınırlarının belirlenmesi

2- Sahip olunan malın harcanma keyfiyetinin belirlenmesi, serveti biriktirmenin yasaklaması

3- İnsanlar arasında ihtiyaçların temininde, zenginlik ve fakirlik seviyelerinin yakınlaştırılması ve ihtiyaçların temini noktasında mahrum olan kişilere yardım etmeyi garanti etmek.

İslâm sunduğu üç çözüm yoluyla toplumun yaşanmış olduğu çirkin gelir dağılımına bir çözüm sağlamaktadır.

İktisadi dengenin bozulmasını sağlayan en büyük tehlike, büyük servet-sermaye sahiplerinin kasalarında veyahut bankalarda biriktirmiş oldukları altın, gümüş veyahut nakit paralardan gelir. Paranın, altın ve gümüşün bir yerde birikmesiyle gelir dağılımı bozulur. İşsizlik artar ve fakirlik baş gösterir. Bu nedenle nakit paranın biriktirilmesine bir çözüm bulmak gerekir. Zira nakit; mal ile mal, mal ile emek, emek ile emek arasında bir mübadele aracıdır. Bu mübadelenin ölçüsü de paradır. Para piyasadan çekildiği ve halkın elinden alındığı zaman bu mübadele yok olur. Bunun neticesinde ekonomi durma noktasına gelir. Bu nedenledir ki insanların elinde mübadele aracı olarak para, ne kadar fazla bulunursa yatırım ve üretim hacmi o kadar büyür.

Toplumda, insanların gelirleri ile yaptıkları genel harcamalar devamlı olarak bir daire şeklinde devam eder. Bir kimse para harcamayarak biriktirse o piyasadan o kadar para çekilmiş olur. Bu da tabii olarak harcamanın azalmasını doğurur. Böylece paradan biriktirdiği miktarla kendilerine verilecek veya kendileriyle alışveriş yapılan kişiler gibi başkalarının gelirlerinin azaltılmasına neden olur. Bu ise onların üretimlerini azaltmaya götürür. Çünkü mala talep azalmıştır. Bu da işsizliğe sebep olacağı gibi genel olarak ekonominin düşmesine de sebep olacaktır. Bundan dolayı nakit paranın, altın ve gümüşün birikimi, halkın gelirinin azalmasından işsizliğin meydana gelmesine ve ekonominin düşmesine neden teşkil edecektir. Paranın, altın ve gümüş birikimini İslâm, Kur'an’ın açık ayeti ile haram kılmıştır. Allahu Teâlâ şöyle dedi:

وَالَّذ۪ينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ

“Altın ve gümüşü biriktirip onu Allah yolunda infak etmeyenleri elem verici bir azapla müjdele.”[9]

Ancak şu hususun bilinmesi gerekir ki ekonomiye gelen zarar, yapılan tasarruftan dolayı değil, nakit paranın birikiminden dolayıdır. Tasarruf hiçbir zaman ekonomik işleri durdurmaz. Durduran unsur nakit birikimidir.

Diğer bir çözüm ise İslâm, tüm mal ve servetlerin toplumun tüm fertleri arasında dağılımını vacip kılmıştır. Bu dağılıma yalnızca belli bir kesim arasında cereyan eden tekelleşmeyi yasaklamıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

كَيْ لا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الأغْنِيَاءِ مِنْكُمْ  

“Mal içinizde yalnızca zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”[10]

İhtiyaçların temini noktasında fertler arasında fahiş bir dengesizlik durumunda -ki bunun nedeni İslâmi hükümlerin tatbikinden doğan zafiyet olsa da- bu durumun düzeltilmesi için yani toplumsal dengenin sağlanması için devletin müdahalesi gereklidir. Devlet bu dengeyi, ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere, elinde bulunan menkul ve gayrimenkul mallardan vererek sağlamaya çalışır. Mal vermekten amaç, ihtiyaçların geçici olarak tatmini değil ihtiyaçları giderici ve servet veya mülkiyeti çoğaltarak köklü bir çözüm sağlanmasına yardımcı olacak vasıtaları çoğaltmaktır.

Bu dengeyi tesis etmek için elinde yeterince mal bulunmadığı zaman halkın malından temin ederek bunu yapması devlet için doğru olmaz. Yine tesis edilecek bu denge için halk üzerine vergi koyması da doğru olmaz. Zira bu konu tüm Müslümanlar üzerine farz olan işlerden değildir. Bu nedenle devlete düşen görev, bu dengeyi sağlamak amacıyla kamu mülkiyeti ve ganimetler gibi kaynakları çoğaltmaya çalışmaktır.

Böylece devlet toplumda dağılım konusunda ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere beytu’l maldan mal vererek bu durumu tedavi eder. Ekonomik dengenin temini için bütün Müslümanların malı olan beytu’l maldan tebaasından sadece fakirlere mal vermesi, halife üzerine düşen bir vazifedir. Böylece bu yardım vasıtasıyla istenen ekonomik denge sağlanmış olur. Yalnız bu konu beytu’l malın sabit bir harcaması olarak düşünülmemelidir. Çünkü bu, belli durumlar için yine belirli malların harcaması yoluyla düşünülmüş bir düzenlemedir.

Sonuç

İnsanlığın tarihî sürecinde toplumlar, bireyin kendisi ile olan alakaları ve diğer varlıklar ile alakalarının doğru tanziminin sağlanması için “adalet” mefhumuna ihtiyaç duymuşlardır. İnsan, hissettiği maddi hayat içerisinde zorunlu ve lüks ihtiyaçlarının doyumunun doğru mikyaslar ile tatmin edilmesini, gözetilmesini ve yerine getirilmesini talep etmektedir. Bu sebeple adalet mefhumu insanlık için olmazsa olmaz bir zaruret olmuş ve düşünce konularının başında yer almıştır. Ne var ki “sosyal adalet” kavramı için bunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu kavram insanların organik ve içgüdüsel alakalarının sonucunda ortaya çıkan doğal bir sorun veyahut varlık düşüncesinin oluşturduğu bir alan değildir. Sosyal adalet kavramı, Avrupalı ve ekseriyette dünya halklarına tatbik edilen sömürgeci sistemlerin sonucu oluşan “adaletsizliğe” sunulan önermelerden oluşmaktadır. Yani özetle diyebiliriz ki; sosyal adalet kavramı, arızi vakıası idrak edilen fakat vakıaya uygunluğu olmayan görüşler bütününden oluşmaktadır. Mamafih Avrupalı aydınların ifsat olan toplumlarına sundukları sosyal adalet teorisinin toplumsal pratikte uygulaması olmamış, insanın karşılaştığı problemleri sulha götürüp sükûnete kovuşturduğu hiçbir zaman mutlak manada gözlenmemiştir.

İslâm bu sorun ile birlikte diğer tüm sorunlara insani bir mesele olarak bakmış ve hepsini akidesinden çıkan hükümler ile çözüme kavuşturmuştur. Adalet, hayatın her alanını kuşattığından, sosyal adalet gibi bir mugalataya gereksinim duyulmamıştır. Bu makalede İslâm’ın fikirlerine canlı şahitlik etmiş tarihî vesikaları sunmadık. Eğer İslâm tarihine ve yönetim nizamına temiz bir akılla bakılır ise Müslümanların, Batılılar gibi gayri insani ve adaletsiz olan nizamlarını, sosyal adalet gibi bir sloganla perdelemeye çalışmadıkları görülecektir. Bilakis Müslümanlar, İslâm akidesini esas alarak kurdukları yönetim nizamı ile hakkın her alanda tesisini sağlamışlardır. Tarihî vesikalar ve İslâm Devleti’nin zabıtları buna şahitlik etmektedir. Dolaysıyla İslâm’ın iktisadi hayatla ilgili ortaya koyduğu köklü çözümler, sosyal adalet kuramcılarının ulaşamayacağı seviye ve netliktedir. Bu nedenle İslâm, servetin dağılımına sunduğu sahih ve pratik çözümler ile mevcut siyasi ve iktisadi sorunları köklü bir şekilde ortadan kaldırmıştır.



[1] Sad Suresi 29

[2] Sosyal Adalet Kavramı Sadece Bir İdeal midir? Doç.Dr.Arslan Topakkaya

[3] Von Stein, 1876;215/ Sosyal Adalet Kavramı Sadece Bir İdeal midir? Doç.Dr.Arslan Topakkaya

[4] İslâm’da İktisat Nizamı-Takiyyuddin En-Nebhani

[5] Ali Fuad Başgil ve sosyal adalet meselesi

[6] Sosyal Adalet Kavramı Sadece Bir İdeal midir? Doç.Dr.Arslan Topakkaya

[7] Nur Suresi 33

[8] Hadid Suresi 7

[9] Tevbe Suresi 34

[10] Haşr Suresi 7


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz