İnsanoğlu,
yaradılışından günümüze değin yaratılan şeylerle ihtiyaçlarını doyurmaya
çalışmaktadır. Gerek savunma gerekse de saldırı amaçlı olsun güvenliği için
aletlerden istifade etmek suretiyle bekasını muhafaza etmektedir. İnsan,
yaşadığı çevrede edindiği malumatlar, tecrübe, birikim ve bunların
akledilmesiyle daha ileriye gitti. Aletleri daha verimlileştirme ve etkin hâle
getirme adına bunları kullandı, geliştirdi. Bu süreç, kimi zaman temel gıda
maddelerini temin etmek için ziraat ve aletlerini geliştirme üzerinde kimi
zaman da güvenliğini daha güçlü sağlama adına savunma ve saldırı aletlerini
geliştirmek suretiyle madenleri kullanma üzerinde oldu.
İnsanın madenleri
kullanmaya başlamasıyla bunların konumlarını ve şekillerini değiştirmesi iki
temel unsura dayanıyordu. Bunlardan birincisi ihtiyaçlarını doyurması, ikincisi
ise güvenlik, savunma ihtiyaçlarını gidermesi. Bu iki temel kaygı, devletlerin
sanayileşmedeki itici unsuru olmaktadır. Nihayetinde bu kaygılar üzerine
sanayileşen devletler, aynı anda kaçınılmaz bir rekabeti de beraberinde
getirmiştir ki bu rekabet daha çok birinci devletler arasında yaşanmıştır.
Geçmişte bu rekabet Fars imparatorluğu ile Bizanslılar arasında yaşanırken,
daha sonra İslâm Devleti’nin ortaya çıkmasıyla birlikte İslâm Devleti ile Fars
ve Bizans imparatorlukları arasında yaşandı. Ardından bu durum I. Dünya Savaşı’na
kadar İslâm Devleti ile İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya arasında yaşandı.
Sonrasında bu rekabet Amerika ile İngiltere, Fransa, Rusya arasında yaşandı.
Sınai rekabet
önceleri daha çok bedensel ve akli maharete dayanırken, 19. yüzyılda buhar
enerjisinin keşfiyle sanayide bambaşka bir çığır açılmış oldu. Bedensel gücün
yerini makinaların alması, üretimin çok yüksek boyutlara ulaşması, yeni
icatların ortaya çıkması, makine sanayisini hayatın esası hâline getirdi.
Enerjinin,
sanayinin belkemiği mesabesinde olduğu herkesin malumudur. İnsanoğlu yeni
enerji kaynaklarını keşfettikçe sanayide daha bir ilerleme kaydetti. Önceleri
ateşi, daha sonra kömür ve kömüre dayalı buhar enerjisini kullanan insanoğlu,
sonrasında petrol, nükleer enerji ve doğalgazdan istifade etmeye başladı ki bu
gelişmeler sanayide, yeni devrimlerin yaşanmasını sağladı. Tabii olarak sanayide
bu atılımların gerçekleşmesini sağlayan esasi unsur, ideolojilerine sahip çıkan
milletlerin onu taşıma düşüncesinden ileri gelmektedir.
Bu hakikat Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani
tarafından şöyle ifade edilmektedir: “Fikrî
servetlerini koruyabilen bir toplum maddi servetleri tahrip edilse dahi,
böylesi bir toplum, onu hemen yeniden üretebilir. Fakat fikrî servetleri çökmüş
toplumlarda maddi servet mevcut olsa da bunların azalması ve fakirleşmesi çok
çabuk olur. Zaten bir toplum düşünce metodunu kaybetmeden elde ettiği bilimsel
gerçekleri kaybetse bile onların çoğunu tekrar elde edebilir. Hâlbuki kendine
ait verimli düşünce metodunu kaybederse anında gerilemeye ve elindeki tüm
teknolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı öncelikle fikrî değerlere
sahip çıkmak gerekir.”
Nebhani’nin tarihe
ışık tutacak bu tespitinin ne kadar haklı ve yerinde olduğuna yaşadığımız
coğrafyada bir kez daha şahitlik etmiş oluyoruz. Bugün, akidesinden çıkan
çözümlerden uzak bir hayat yaşayan Müslümanların, kâfirler karşısında varlık
gösterememelerinin yegâne sebebi sahip olduğu fikrî servetlerin bir devlet
bünyesinde vücut bulmamasıdır. İslâm akidesinden çıkan fikirlerin devletle
temsil edildiği asırlarda Müslümanlar istisnasız her alanda kâfirlere karşı
mutlak üstünlük kurmuşlardı. Tarih bunun şahitliğini yapmaktadır.
Bugün kapitalizmin
bayraktarlığını yapan sanayileşmiş Batılı ülkeler, dünyadaki enerji ve hammadde
kaynaklarının önemli bir kısmını tüketerek diğer devletlerin gerek zati gerekse
de savunma ihtiyaçlarının karşılanmaması için kirli hesaplarla iğrenç
politikalar izlemekteler.
Bu iğrenç
politikalara rağmen ülkeler, siyasetlerini, sanayileşmiş ülkeler hâline gelme
maksadı üzerine kurmalıdır. Bunun ise
yalnızca tek bir yolu vardır. Bu yol makine sanayisinin kurulmasıdır. Sanayinin
diğer kolları ise buna dayalı olarak ortaya çıkar. Yani her şeyden önce
motorlar gibi makineleri üreten sanayilerin kurulmasını gerçekleştirmek gerekir.
Bu tür sanayilerin kurulmasından sonra bu makineler yardımıyla diğer sanayiler
de kurulur. Ülkenin sanayileşmesini sağlayacak makinelerin çoğaltılmasından
sonra ise bu makineler kullanılarak diğer saniyeler de kurulur. Bir ülkeyi
sanayileşmiş bir ülke yapabilmek için, öncelikli olarak işe makine sanayisinden
başlamaktan başka bir yol yoktur. Bunun ardından ülkede makinelerin üretimine
geçilebilir.
Birilerinin telkin
ettiği gibi “Makine sanayisi için uzun bir zamana ihtiyaç var. Bunun için önce
temel ihtiyaç sanayisinden başlamak gerekiyor. Makine sanayisi için birtakım
aşamalardan geçmek gerek. Bunun için mühendis, tekniker, işçiden meydana gelen
sanayi ortamının oluşturulması gerekir.” sözleri ile kurulmak istenen ağır
sanayinin önüne geçmek, ülkeyi Batı ve ABD’nin tüketim pazarı hâline
getirmekten başka bir amaca hizmet edilmediğinin bilinmesi gerekir.
Bu telkinler,
oyalamadır, kandırmadır, aldatmadır. Nitekim Batılı ülkeler, Amerika ve hatta
Rusya ağır sanayi hamlesini hiçbir aşamaya tâbi olmaksızın
gerçekleştirmiştir. Elbette birtakım
mühendislik ve tekniker elemana ihtiyaçlar olabilir. Fakat bu diğer ülkelerden
getirilecek bilginlerin, gençlerin eğitilmesiyle hızla aşılabilecek bir
problemdir. Yeter ki devletler, ağır sanayi yani motorlar üreten sanayi dışında
gözünü başka bir sanayiye dikmiş olmasın.
Makine sanayisine
sahip olmayan ülkeler, ellerindeki sanayi ve sanayileri için gerekli olan yedek
parça vs. unsurların tamamı için makine sanayisine sahip olan ülkelere muhtaç
ve bağımlıdır. Bu, ülkenin güvenliği, bağımsızlığı için büyük bir risktir.
Bugün İslâm coğrafyasındaki ülkelerin sahip olduğu sanayinin büyük bir kısmı
tüketim ve montaj sanayisini aşamadığı için kâfirlerin sanayisine göbekten
bağlı bir durumda maalesef. Bu da hem ekonomik hem siyasi hem de stratejik
anlamda ümmetin çok büyük kayıplar yaşamasına sebep olmaktadır.
Allah’ın izniyle
kurulacak olan İslâm Hilâfet Devleti açısından ise sanayileşme vacip olan büyük
bir iştir. Zira makine sanayisinin kurulması Müslümanlar üzerindeki şer’î bir
vaciptir yani farz olan bir husustur. Devletin ve ümmetin kesin olarak herhangi
bir seçeneğe sahip olmadan mutlaka yapmaları gereken bir farzdır. Bu farziyet
şundan dolayıdır:
وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِرٖينَ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ
سَبٖيلًا
“…ve Allah elbette
o günde, kâfirler için müminler aleyhine bir yol (imkân ve delil) verecek
değildir.”[1]
Makine sanayisi
bulunmadığında Müslümanlar, bu sanayiye sahip olan sömürgeci kâfirlere muhtaç
olup, gerekli olan yedek parçaları dahi onlardan temin etme zorunluluğu
Müslümanlara zarar verecektir. Ayrıca makine sanayine sahip olunmaması savaş
sanayinin de durmasına sebep olur. Böylesi bir durum Müslümanları topraklarını
savunmaktan aciz bir duruma getirir ki bu, çok daha büyük bir zarardır.
Yine İslâm’ın
zirvesi olan cihadın hakkıyla yapılabilmesi ancak güçlü bir makine sanayisiyle
mümkündür. Hilâfet Devleti’nde ağır sanayi, savaş sanayisiyle iç içedir.
İdeolojik bir din olan İslâm’ın yeryüzünün her karışına taşınması, önüne çıkan
maddi engelleri kaldırma zorunluluğu bu sanayiyi elzem kılmaktadır:
وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ
الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ
بَص۪يرٌ
“Fitne kalmayıncaya
ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlara karşı savaşın. Eğer
vazgeçerlerse şüphesiz Allah ne yaptıklarını görmektedir.”[2]
وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ
رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَرينَ مِنْ
دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْ
“Siz
de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar her türlü kuvvet ve cihad için,
bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah düşmanını, kendi düşmanınızı
ve bunlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları
korkutasınız.”[3] Zira [ما لَا يَتِمُّ الْوَاجِبُ إلَّا بِهِ
فَهُوَ وَاجِبٌ] “Kendisi olmadıkça vacibin tamamlanmayacağı husus da
vaciptir.” kaidesine göre ağır
sanayinin ve makine sanayinin oluşturulması vaciptir.
Ağır sanayinin
kurulması farz olduğu için ister maddi anlamda zarar edelim ister ihtiyaç
duyduğumuz ürün ve parçaları zor veya kolay temin etmiş olalım, isterse de birtakım
devletlerin engelleriyle karşılaşalım bunların hiçbiri Müslümanları bu sanayi
hamlesini gerçekleştirmekten uzak tutmayacaktır biiznillah. Müslümanlar
geçmişte İslâm Devleti’nin gölgesi altında, bulundukları çağın en ileri
hamlelerini gerçekleştirdiler.
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem döneminde Sahabe’nin mancınığı öğrenmesi, Abbasiler
döneminde Müslümanların icat ve keşiflerdeki hayret verici üstünlükleri, Fatih
Sultan Muhammed’in, İstanbul’un fethi için döktürdüğü devasa toplar -ki bu
toplar bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına vesile oldu- Müslümanların
asırlarca düşmanlarına üstünlüğünü sağlarken insanlığa da güven ve emniyet
temin ediyordu. Bütün bu başarılar çağın ilerisini fikredip icat ve hamleler
yapmalarındandı.
Bugün, İslâm
coğrafyasının her karış toprağı, bu ağır sanayi hamlesini gerçekleştirecek
kaynağa fazlasıyla sahiptir. İslâm, bu hamleyi gerçekleştirirken bugün
kapitalizmin yaptığı gibi halkların kanını emerek değil, insanlığa,
Müslümanlara huzur getirecek bir liderlikle yapacaktır. İslâm coğrafyasının
sahip olduğu petrol, doğalgaz, kömür, uranyum, toryum ve yenilenebilir enerji
kaynakları ağır sanayi hamlesi için gereken enerjiyi fazlasıyla bünyesinde
barındırmaktadır. Yine makine sanayinin hammaddesi için gerekli olan demir,
çinko, manganez, bakır, kurşun, uranyum ve diğer değerli madenlerin tamamı bu
coğrafyada fazlasıyla mevcuttur.
Bütün ulaşım araçları için uygun coğrafi
özellikler, stratejik boğaz ve su yolları, gerekli olan dinamik iş gücünün
muazzam oranda olması, makine sanayisi için gerekli her nimetin hazır olduğunu
bizlere göstermektedir. Geriye sadece bu hamleyi gerçekleştirecek Hilâfet Devleti’nin
vücut bulması kalmıştır. İşte İslâm, sanayi hamlesini inkılabi bir şekilde
gerçekleştirecek, ümmeti kâfirlere muhtaç etmekten kurtarıp o kâfirlere hak
ettiğini verecektir. Böylece İslâm Devleti tekrardan hatta daha güçlü bir
şekilde dünyanın dört bir tarafına adaleti götürecektir. Çünkü ümmet, bunu
gerçekleştirecek fikre de kaynağa da fazlasıyla sahiptir.
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ
بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَوْ
اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ
وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
“Siz, insanlar için
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve
Allah'a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için
hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var ama pek çoğu fasık kimselerdir.”[4]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış