İSLÂM’IN SANAYİLEŞME HAMLESİ

Ahmet Sapa

İnsanoğlu, yaradılışından günümüze değin yaratılan şeylerle ihtiyaçlarını doyurmaya çalışmaktadır. Gerek savunma gerekse de saldırı amaçlı olsun güvenliği için aletlerden istifade etmek suretiyle bekasını muhafaza etmektedir. İnsan, yaşadığı çevrede edindiği malumatlar, tecrübe, birikim ve bunların akledilmesiyle daha ileriye gitti. Aletleri daha verimlileştirme ve etkin hâle getirme adına bunları kullandı, geliştirdi. Bu süreç, kimi zaman temel gıda maddelerini temin etmek için ziraat ve aletlerini geliştirme üzerinde kimi zaman da güvenliğini daha güçlü sağlama adına savunma ve saldırı aletlerini geliştirmek suretiyle madenleri kullanma üzerinde oldu.

İnsanın madenleri kullanmaya başlamasıyla bunların konumlarını ve şekillerini değiştirmesi iki temel unsura dayanıyordu. Bunlardan birincisi ihtiyaçlarını doyurması, ikincisi ise güvenlik, savunma ihtiyaçlarını gidermesi. Bu iki temel kaygı, devletlerin sanayileşmedeki itici unsuru olmaktadır. Nihayetinde bu kaygılar üzerine sanayileşen devletler, aynı anda kaçınılmaz bir rekabeti de beraberinde getirmiştir ki bu rekabet daha çok birinci devletler arasında yaşanmıştır. Geçmişte bu rekabet Fars imparatorluğu ile Bizanslılar arasında yaşanırken, daha sonra İslâm Devleti’nin ortaya çıkmasıyla birlikte İslâm Devleti ile Fars ve Bizans imparatorlukları arasında yaşandı. Ardından bu durum I. Dünya Savaşı’na kadar İslâm Devleti ile İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya arasında yaşandı. Sonrasında bu rekabet Amerika ile İngiltere, Fransa, Rusya arasında yaşandı.

Sınai rekabet önceleri daha çok bedensel ve akli maharete dayanırken, 19. yüzyılda buhar enerjisinin keşfiyle sanayide bambaşka bir çığır açılmış oldu. Bedensel gücün yerini makinaların alması, üretimin çok yüksek boyutlara ulaşması, yeni icatların ortaya çıkması, makine sanayisini hayatın esası hâline getirdi.

Enerjinin, sanayinin belkemiği mesabesinde olduğu herkesin malumudur. İnsanoğlu yeni enerji kaynaklarını keşfettikçe sanayide daha bir ilerleme kaydetti. Önceleri ateşi, daha sonra kömür ve kömüre dayalı buhar enerjisini kullanan insanoğlu, sonrasında petrol, nükleer enerji ve doğalgazdan istifade etmeye başladı ki bu gelişmeler sanayide, yeni devrimlerin yaşanmasını sağladı. Tabii olarak sanayide bu atılımların gerçekleşmesini sağlayan esasi unsur, ideolojilerine sahip çıkan milletlerin onu taşıma düşüncesinden ileri gelmektedir.

 Bu hakikat Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani tarafından şöyle ifade edilmektedir: “Fikrî servetlerini koruyabilen bir toplum maddi servetleri tahrip edilse dahi, böylesi bir toplum, onu hemen yeniden üretebilir. Fakat fikrî servetleri çökmüş toplumlarda maddi servet mevcut olsa da bunların azalması ve fakirleşmesi çok çabuk olur. Zaten bir toplum düşünce metodunu kaybetmeden elde ettiği bilimsel gerçekleri kaybetse bile onların çoğunu tekrar elde edebilir. Hâlbuki kendine ait verimli düşünce metodunu kaybederse anında gerilemeye ve elindeki tüm teknolojik gücü kaybetmeye başlar. Bundan dolayı öncelikle fikrî değerlere sahip çıkmak gerekir.

Nebhani’nin tarihe ışık tutacak bu tespitinin ne kadar haklı ve yerinde olduğuna yaşadığımız coğrafyada bir kez daha şahitlik etmiş oluyoruz. Bugün, akidesinden çıkan çözümlerden uzak bir hayat yaşayan Müslümanların, kâfirler karşısında varlık gösterememelerinin yegâne sebebi sahip olduğu fikrî servetlerin bir devlet bünyesinde vücut bulmamasıdır. İslâm akidesinden çıkan fikirlerin devletle temsil edildiği asırlarda Müslümanlar istisnasız her alanda kâfirlere karşı mutlak üstünlük kurmuşlardı. Tarih bunun şahitliğini yapmaktadır.

Bugün kapitalizmin bayraktarlığını yapan sanayileşmiş Batılı ülkeler, dünyadaki enerji ve hammadde kaynaklarının önemli bir kısmını tüketerek diğer devletlerin gerek zati gerekse de savunma ihtiyaçlarının karşılanmaması için kirli hesaplarla iğrenç politikalar izlemekteler.

Bu iğrenç politikalara rağmen ülkeler, siyasetlerini, sanayileşmiş ülkeler hâline gelme maksadı üzerine kurmalıdır.  Bunun ise yalnızca tek bir yolu vardır. Bu yol makine sanayisinin kurulmasıdır. Sanayinin diğer kolları ise buna dayalı olarak ortaya çıkar. Yani her şeyden önce motorlar gibi makineleri üreten sanayilerin kurulmasını gerçekleştirmek gerekir. Bu tür sanayilerin kurulmasından sonra bu makineler yardımıyla diğer sanayiler de kurulur. Ülkenin sanayileşmesini sağlayacak makinelerin çoğaltılmasından sonra ise bu makineler kullanılarak diğer saniyeler de kurulur. Bir ülkeyi sanayileşmiş bir ülke yapabilmek için, öncelikli olarak işe makine sanayisinden başlamaktan başka bir yol yoktur. Bunun ardından ülkede makinelerin üretimine geçilebilir.

Birilerinin telkin ettiği gibi “Makine sanayisi için uzun bir zamana ihtiyaç var. Bunun için önce temel ihtiyaç sanayisinden başlamak gerekiyor. Makine sanayisi için birtakım aşamalardan geçmek gerek. Bunun için mühendis, tekniker, işçiden meydana gelen sanayi ortamının oluşturulması gerekir.” sözleri ile kurulmak istenen ağır sanayinin önüne geçmek, ülkeyi Batı ve ABD’nin tüketim pazarı hâline getirmekten başka bir amaca hizmet edilmediğinin bilinmesi gerekir.

Bu telkinler, oyalamadır, kandırmadır, aldatmadır. Nitekim Batılı ülkeler, Amerika ve hatta Rusya ağır sanayi hamlesini hiçbir aşamaya tâbi olmaksızın gerçekleştirmiştir.  Elbette birtakım mühendislik ve tekniker elemana ihtiyaçlar olabilir. Fakat bu diğer ülkelerden getirilecek bilginlerin, gençlerin eğitilmesiyle hızla aşılabilecek bir problemdir. Yeter ki devletler, ağır sanayi yani motorlar üreten sanayi dışında gözünü başka bir sanayiye dikmiş olmasın.

Makine sanayisine sahip olmayan ülkeler, ellerindeki sanayi ve sanayileri için gerekli olan yedek parça vs. unsurların tamamı için makine sanayisine sahip olan ülkelere muhtaç ve bağımlıdır. Bu, ülkenin güvenliği, bağımsızlığı için büyük bir risktir. Bugün İslâm coğrafyasındaki ülkelerin sahip olduğu sanayinin büyük bir kısmı tüketim ve montaj sanayisini aşamadığı için kâfirlerin sanayisine göbekten bağlı bir durumda maalesef. Bu da hem ekonomik hem siyasi hem de stratejik anlamda ümmetin çok büyük kayıplar yaşamasına sebep olmaktadır.

Allah’ın izniyle kurulacak olan İslâm Hilâfet Devleti açısından ise sanayileşme vacip olan büyük bir iştir. Zira makine sanayisinin kurulması Müslümanlar üzerindeki şer’î bir vaciptir yani farz olan bir husustur. Devletin ve ümmetin kesin olarak herhangi bir seçeneğe sahip olmadan mutlaka yapmaları gereken bir farzdır. Bu farziyet şundan dolayıdır:

وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِرٖينَ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ سَبٖيلًا

“…ve Allah elbette o günde, kâfirler için müminler aleyhine bir yol (imkân ve delil) verecek değildir.”[1]

Makine sanayisi bulunmadığında Müslümanlar, bu sanayiye sahip olan sömürgeci kâfirlere muhtaç olup, gerekli olan yedek parçaları dahi onlardan temin etme zorunluluğu Müslümanlara zarar verecektir. Ayrıca makine sanayine sahip olunmaması savaş sanayinin de durmasına sebep olur. Böylesi bir durum Müslümanları topraklarını savunmaktan aciz bir duruma getirir ki bu, çok daha büyük bir zarardır.

Yine İslâm’ın zirvesi olan cihadın hakkıyla yapılabilmesi ancak güçlü bir makine sanayisiyle mümkündür. Hilâfet Devleti’nde ağır sanayi, savaş sanayisiyle iç içedir. İdeolojik bir din olan İslâm’ın yeryüzünün her karışına taşınması, önüne çıkan maddi engelleri kaldırma zorunluluğu bu sanayiyi elzem kılmaktadır:

وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِۚ فَاِنِ انْتَهَوْا فَاِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlara karşı savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah ne yaptıklarını görmektedir.”[2]

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِه عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَرينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْ  

“Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar her türlü kuvvet ve cihad için, bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah düşmanını, kendi düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız.”[3] Zira [ما لَا يَتِمُّ الْوَاجِبُ إلَّا بِهِ فَهُوَ وَاجِبٌ] “Kendisi olmadıkça vacibin tamamlanmayacağı husus da vaciptir.” kaidesine göre ağır sanayinin ve makine sanayinin oluşturulması vaciptir.

Ağır sanayinin kurulması farz olduğu için ister maddi anlamda zarar edelim ister ihtiyaç duyduğumuz ürün ve parçaları zor veya kolay temin etmiş olalım, isterse de birtakım devletlerin engelleriyle karşılaşalım bunların hiçbiri Müslümanları bu sanayi hamlesini gerçekleştirmekten uzak tutmayacaktır biiznillah. Müslümanlar geçmişte İslâm Devleti’nin gölgesi altında, bulundukları çağın en ileri hamlelerini gerçekleştirdiler.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem döneminde Sahabe’nin mancınığı öğrenmesi, Abbasiler döneminde Müslümanların icat ve keşiflerdeki hayret verici üstünlükleri, Fatih Sultan Muhammed’in, İstanbul’un fethi için döktürdüğü devasa toplar -ki bu toplar bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına vesile oldu- Müslümanların asırlarca düşmanlarına üstünlüğünü sağlarken insanlığa da güven ve emniyet temin ediyordu. Bütün bu başarılar çağın ilerisini fikredip icat ve hamleler yapmalarındandı.

Bugün, İslâm coğrafyasının her karış toprağı, bu ağır sanayi hamlesini gerçekleştirecek kaynağa fazlasıyla sahiptir. İslâm, bu hamleyi gerçekleştirirken bugün kapitalizmin yaptığı gibi halkların kanını emerek değil, insanlığa, Müslümanlara huzur getirecek bir liderlikle yapacaktır. İslâm coğrafyasının sahip olduğu petrol, doğalgaz, kömür, uranyum, toryum ve yenilenebilir enerji kaynakları ağır sanayi hamlesi için gereken enerjiyi fazlasıyla bünyesinde barındırmaktadır. Yine makine sanayinin hammaddesi için gerekli olan demir, çinko, manganez, bakır, kurşun, uranyum ve diğer değerli madenlerin tamamı bu coğrafyada fazlasıyla mevcuttur.

 Bütün ulaşım araçları için uygun coğrafi özellikler, stratejik boğaz ve su yolları, gerekli olan dinamik iş gücünün muazzam oranda olması, makine sanayisi için gerekli her nimetin hazır olduğunu bizlere göstermektedir. Geriye sadece bu hamleyi gerçekleştirecek Hilâfet Devleti’nin vücut bulması kalmıştır. İşte İslâm, sanayi hamlesini inkılabi bir şekilde gerçekleştirecek, ümmeti kâfirlere muhtaç etmekten kurtarıp o kâfirlere hak ettiğini verecektir. Böylece İslâm Devleti tekrardan hatta daha güçlü bir şekilde dünyanın dört bir tarafına adaleti götürecektir. Çünkü ümmet, bunu gerçekleştirecek fikre de kaynağa da fazlasıyla sahiptir.

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var ama pek çoğu fasık kimselerdir.”[4]



[1] Nisa Suresi 141

[2] Enfal Suresi 39

[3] Enfal Suresi 60

[4] Âl-i İmran Suresi 110


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz