İnsanın hayat
serüveninde ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik mücadelesi kaçınılmaz olarak
enerjiye olan talebi ortaya çıkarmıştır. Nitekim ihtiyaçların karşılanması için;
yemeğin pişirilmesinden, aydınlatmaya, ulaşımdan, korunmaya kadar enerjiye
doğrudan veya dolaylı bir şekilde ihtiyaç duyuluyor.
Enerji nedir?
Sorusunu kısaca cevaplamamız kastımızın daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır.
Enerji; nesnelerin fiziksel ve kimyasal yapıları üzerinde meydana getirilen
değişiklikleri, dönüşümleri mümkün kılan şeydir, diyebiliriz. Ürünlerin
üretiminde, işletilmesinde, taşınmasında, tüketiminde ister basit isterse de
endüstriyel manada olsun tamamında enerji ön plana çıkmaktadır.
İnsanın teknik
alandaki bilgi ve tecrübesi arttıkça gerek hayat işlerini kolaylaştırmada
gerekse de savunma ve saldırı araçlarının çeşitlenip geliştirilmesinde enerji
baş roldeki yerini alır. İster ilk dönemlerdeki gibi bakırın, demirin işlenmesi
yoluyla çanak, çömlek, kılıç yapımında izlenen süreç, isterse de modern anlamda
her türlü ürünün seri üretimini gerçekleştiren büyük sanayi tesislerini
çalıştıran kaynak olsun, hepsi aynı odağı işaret etmekte. Bu izahlardan da
anlaşılacağı üzere enerji, basit bir sektör olmanın ötesinde bütün sektörleri
etkileyecek oldukça komplike bir yapı arz etmektedir. Şöyle düşünelim;
sermayeyi, hammaddeyi, teknik donanımı bir şekilde tolere etme imkânına sahip
olabilirsiniz fakat enerji yoksa hiçbir şeyi harekete geçiremezsiniz. Özellikle
21. yüzyıl dünyasında her şeyin makineleştiği bir dönemde bu çarkların kesintisiz
bir şekilde hareket etmesi için sürekli, güvenli enerji kaynağı ülkeler için
hayati bir meseledir.
18. yüzyılın
ortalarına kadar enerjinin ülkeler açısından etkisi lokal düzeyde iken, bu
yüzyılın ortalarından sonra özellikle kömürün buhar enerjisini ortaya çıkarmada
kullanımı devrim niteliğindedir. İşte bu gelişme, enerjinin etkisini lokal
düzeyden küresel düzeye çıkarmanın ilk adımını oluşturmuştur. Böylesi devasa
enerjinin ortaya çıkardığı gücü kontrol eden ülkeler, sadece ticari değil,
ulaşım ve askerî alanda da çok büyük üstünlüklere sahip oldular. Nihayetinde Sanayi
Devrimi’ni başlatan bu enerji, ülkeler arasında rekabetleri, savaşları,
yıkımları da kaçınılmaz kılmıştır.
Avrupa’da başlayan
bu devrim, büyük yıkımlara ve ölümlere sebep olacak savaşları da başlattı.
Özellikle ülkelerindeki sanayi çarklarını döndüren kömür kaynağı üzerinde
kıyasıya mücadele, kıta Avrupa’sında savaşlara sebebiyet verdi. Bir taraftan
sanayileşmesini tamamlayan ülkeler arasında rekabet kızışıyor, diğer taraftan sanayileşememiş
ülkelerin sömürülme süreci başlıyordu. Kömürün yanmasıyla elde edilen buhar
gücü sayesinde gemilerle kıtalar rahatça geçilirken, demir ve çeliğe de şekil
veren bu enerji, savaş sanayisini de beslemiş oldu. Yani enerjinin
endüstrileşmesi üretimi, ulaşımı, ticareti, savunmayı çok yönlü bir şekilde
geliştirdi ki bugünkü “zengin Avrupa’nın” temelleri kan, talan ve sömürü
üzerine atılmış oluyordu. Afrika’nın değerli madenlerini, insan kaynağını,
Asya’nın maden ve enerji kaynaklarını çalan, sömüren “zengin, gelişmiş, medeni”
Avrupa ve ABD’den bahsediyoruz.
Kapitalist
ideolojinin üzerine temellendiği esas, daha çok kazanç, diğerlerini mahrum etme
anlayışı Avrupa ve Batı devletlerinin adeta amentüsü mesabesindedir. “Sınırlı
kaynaklarla, sınırsız insan ihtiyaçlarını tatmin” meselesi, koca bir yalan olsa
da neredeyse tüm halklar buna inandırıldı. Bu algı, sadece belirli kaynaklarla
sınırlı kalmayıp ekonomik değeri olan her şey üzerine intibak etmekte. Hele ki
stratejik, askerî ve de ekonomik anlamda oldukça önemli bir yer teşkil eden
enerji, bu ideolojinin müntesipleri için salyalarını akıtacak kadar ilgi
çekicidir. Gerçekten enerji, insan ihtiyaçlarını temin etmeye yarayan bir araç
mı, yoksa devletlerin birbirlerine üstünlük kurmak için silaha dönüştürdükleri
aygıt mı?
Aklıselim bir
şekilde hayat ve kaynaklar üzerinde tefekkür edenler şunu görür ki var olan
kaynaklar insanların temelde tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek kapasite ve
yeterliliktedir. Yetersizliğe sebep olan şeyin insanın hırsları, arzuları, tamahkarlığı,
İslâm ile terbiye edilememiş istekleridir. Kapitalist ideoloji, nasıl ki bugün
tüm insanlığa fazlasıyla yetecek gıda olmasına rağmen birilerinin daha fazla
kazancı için milyonlarca insanı temel besin maddelerinden mahrum bırakıp
açlığa, sefalete, ölüme terk ediyorsa aynı durum enerji kaynakları için de
geçerli olduğu unutulmamalı.
Allah Subhânehû
ve Teâlâ her kıtayı, her bölgeyi, her coğrafyayı insanların ihtiyaçlarını
giderecek kaynaklarla donatmıştır. Bu, insanların temel gıda kaynakları olduğu
gibi, insanların işlerini kolaylaştırmaya yarayan madenler, enerji
kaynaklarıdır aynı zamanda. Problem, aç gözlü vahşi kapitalist devletlerin,
şirketlerin ellerindekiyle yetinmeyip diğerlerinin sahip olduklarına göz dikip
sömürme hedeflerinden ileri gelmektedir. Bugün bu aç gözlülüğü, en bariz
şekilde enerji kaynakları üzerinde hissedebiliyoruz.
19. yüzyılın
sonları, 20. yüzyılın başlarında petrol kaynağının kullanımı, kömüre göre çok
daha stratejik, sıvı olması, kolay yanması, daha fazla enerji açığa çıkarması,
taşınmasının kolaylığı, birçok ürünün hammaddesi olması, devletlerin bu kaynağa
sahip olabilme adına dünyayı kan gölüne çevirmekten geri durmayacaklarının
işaret fişeğiydi. İngilizlerin donanmalarını kömürden petrolle çalışan kaynağa
çevirmesi askerî anlamda büyük bir üstünlük kurmasına sebep oluyordu. Diğer
devletlerin de bu kaynağın üstünlüklerinden faydalanma adına girişimleri
rekabeti, savaşları kaçınılmaz kıldı. Petrol, endüstrilerini önemli bir boyuta
taşımış Batılı ülkelerde çok sınırlıyken Osmanlı Hilâfet Devleti’nin hakimiyeti
altındaki topraklarda bu kaynak, muazzam potansiyeldeydi. Bu durum, Batılı kâfirlere
Osmanlı Devleti’ne türlü hile ve oyunlarla saldırıp yıkılmasını hızlandıracak
gerekçelerden birini daha sunuyordu.
Düşünün Osmanlı
Hilafet Devleti dünya ticaretinin yapıldığı önemli su yollarının merkezinde,
Akdeniz, Kızıldeniz ve Karadeniz gibi stratejik denizleri kontrol ediyor.
Buralardaki boğaz ve kanallar hem askerî hem de ticari anlamda Müslümanlara
muhteşem bir üstünlük sağlamasının yanında bir de petrol gibi oldukça kıymetli
bir enerji kaynağını bünyesinde barındırması kâfirlerin bu topraklara sahip
olma hırslarını kat ve kat arttırıyordu. I. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına
baktığımızda savaşın enerji kaynaklarına, stratejik yerleri kontrolleri altına
alma isteklerinden kaynaklandığı görülebilir. Sinsi İngilizlerin, petrol denizi
olan bugünkü Irak toprakları, stratejik üs olan Kıbrıs’ı, okyanuslarla bağını
kuracak Mısır topraklarını işgali hem ticareti hem petrol gibi stratejik enerji
kaynağını hem de savaş gücünü tahkim etme gayretiyle yola çıktığını görüyoruz.
Nitekim İngiltere, Fransa, Rusya arasında gerçekleşen Sykes Picot anlaşması
sadece Osmanlı topraklarını milliyet esasına göre parçalama olmayıp enerji
kaynakları ve güzergâhlara göre de bir parçalama olduğu görülmekte. Sonucu
milyonlarca insanın canına mal olsa da Batı için kaynaklar, menfaat, her şeyden
değerlidir.
Nitekim Fransız
devlet adamı Georges Clemenceau’nun ABD başkanı Wilson’a yazdığı mektupta, “Yarınki
savaşlarda benzin, askerlerimizin kanı kadar gerekli olacak.” diyordu. Yine,
21 Kasım 1918’de itilaf devletleri temsilcileri zaferlerini kutlarken Fransız
senatör durumu şöyle özetliyordu: “Petrol zaferin kanıdır. Almanya çelik ve
kömür üstünlüğüne çok güvendi, bizim petrol avantajımızı hesaba katmadı.” İngiliz devlet adamı Churchill’in “Bir
damla petrol bir damla kandan daha değerlidir.” sözleri nasıl bir vampir
zihniyete sahip olduklarını göstermeye yetiyor.
II. Dünya Savaşı da
birincisinden çok da farklı olmadı. Ortaya çıkan ABD gibi yeni bir gücün, hem
enerji kaynaklarını tek başına kontrol etme isteği, hem de nükleer enerjiyi
silaha dönüştürüp dünyaya meydan okumasıyla yine milyonlarca insanın hayatı
karartılmış oluyordu. II. Dünya Savaşı’na kadar enerji, doğrudan silah olarak
kullanılmadı. Fakat ABD’nin nükleer enerjiyi silaha çevirmesiyle rekabet ve
savaşların seyri de çok daha farklı bir hâl aldı.
Bugün hâlâ dünya, ihtiyacı olan enerjinin %85’ini
petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil kaynaklardan elde etmekte. Yine her yıl
dünyanın enerji talebinin %2’nin üzerinde artarak devam etmesi bu talebin
karşılanması için yıllık 2 trilyon doların üzerinde yatırımın gerektiği göz
önüne alındığında enerjinin, dünya için ne ifade ettiği ortaya çıkar. Üretilen
enerjinin %40’nın sadece Çin ve ABD tarafından tüketilmesi ise güçlünün
tahakkümünü gösteren açık bir tablodur. Tüketilen enerjiye kaynaklık eden
petrol ve doğalgazın büyük kısmının İslâm coğrafyasında bulunması büyük bir
fırsattır. Lakin Müslümanların bir devletleri olmadığından bu kaynaklar, bizler
için bırakın fırsat, avantaj olmayı kâfirlerin işgalinin, yıkımının,
sömürmesinin sebebi olmuş vaziyette. Jeopolitik ve jeostratejik açıdan nadide
bir konumda olan topraklarımız, yine jeoekonomik açıdan eşsiz enerji kaynaklarımız,
zihinleri işgal edilmiş, ihaneti meslek edinmiş yöneticilerin elleriyle kâfirlerin
ticaretine, sanayi çarklarının dönmesine, iktisadi kalkınmalarına, askerî
üstünlüklerine, siyasi hakimiyetlerine payanda edilmekte.
İslâm coğrafyası,
önemli enerji kaynaklarının üretim merkezi olduğu gibi tüketici ülkelere en
hızlı ve kolay bir şekilde naklinin yapılacağı koridor vaziyetindedir. Fakat ne
yazık ki bu kaynakları da koridorun “güvenliğini” de kâfirler kontrol etmekte.
Bakın Basra Körfezi’ndeki ABD’nin 5. Filosu, Aden Körfezi’nde ABD, Japon, Çin
güçleri on yıllardır bölgeden çıkarılan petrol ve doğalgazın ülkelerine
taşınmasını sağlıyor. Yine Akdeniz’de Yahudi varlığına kazandırılan mevzi ve
bölge ülkelerinin ABD çizgisinin dışına çıkamamaları ekonomik olarak ederi
trilyonlarca dolar olan enerji kaynaklarını, stratejik su ve ticaret yollarını
kâfirlerin denetimine mahkûm ediliyor. Böylece kara, hava, deniz yollarını
kimseye hesap vermeden istedikleri gibi kullanıyorlar ki Irak, Afganistan’ın
işgali, Şam kasabına destek hep bu yollarla olmuştur. Buradan da anlaşılacağı
üzere aslında hem enerji yolları hem ticaret yolları hem de askerî
sevkiyatların yolları aynı güzergâh üzerinden gerçekleşmiş oluyor.
Enerji; ülkeleri
bazı bölgelerde birbirleriyle anlaşmaya mecbur kılarken bazı bölgelerde ise
amansız mücadeleye sevk etmekte. Tek kutuplu dünyada ABD gerek enerjiyi gerekse
de enerji yollarını kontrol etme adına Rusya, Çin ve Avrupa ülkeleriyle büyük
bir rekabet hâlinde. Rusya ile özellikle Kafkaslarda ve Avrupa’da büyük bir
rekabet söz konusu ki ekonomisinin önemli bir kısmı enerji ihracatına bağlı
olan Rusya’nın bu yumuşak karnına ABD, zaman zaman darbe vurmakta. Avrupa
ülkelerinin enerjide Rus bağımlılığını azaltma adına birtakım hamleler
gerçekleştirse de şu ana kadar bu bağımlılığı kırabilmiş değil. Yine Rusya’nın
arka bahçesi olan Türkî cumhuriyetlere müdahil olma isteği de tam anlamıyla
başarıya ulaşmış değil. Fakat ABD bunlara rağmen kontrolü altındaki OPEC
ülkeleri aracılığıyla Rusya’yı zor durumda bırakabildiği gibi terbiye de
edebiliyor. Çin-ABD mücadelesine baktığımızda ise en büyük enerji tüketicisi ve
petrol bağımlısı olan Çin, en büyük petrol üreticisi ve ticaretini kontrol eden
ABD’ye muhtaç bir siyaset izleme zorunda kalmakta. Her ne kadar Çin, Afrika’da birtakım
atılımlar yapmaya çalışsa da ABD’nin köşe başlarını tuttuğu su yolları ve
boğazlarda enerjide bağımsız bir siyaset izlemesine imkân bırakmamakta.
Avrupa ülkeleri ise
enerjide büyük oranda Rusya’ya olan bağımlığının faturasını siyaseten Rusların
birtakım müdahalelerine rağmen Kırım örneğinde olduğu gibi sessiz kalmalarına
sebep olmakta. Diğer taraftan ABD’nin kontrolü altında olan enerji kaynaklarına
da mahkûm olan Avrupa, denge siyasetiyle ihtiyacı olan enerjinin sürekliliğini
sağlamaya çalışıyor. Enerji melesini halledememiş hiçbir devlet tam manasıyla
bağımsız hareket edemiyor. Bu, Çin, Japonya, Hindistan dahi olsa böyle.
Osmanlı bakiyesi
üzerine kurulmuş devletlerin en stratejik konumda bulunanı hiç şüphesiz
Türkiye’dir. Gerek üç tarafının denizlerle çevrili olup İstanbul ve Çanakkale
gibi denizleri birbirine bağlayan boğazlara sahip olması gerekse de zengin
enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Hazar bölgelerine komşu olması ona bu
önemi vermektedir. Ortadoğu ve Hazar enerji kaynakları dünya petrol ve
doğalgazın %72’sini bünyesinde barındırıyor ki bu jeoekonomik ve jeopolitik
açıdan muazzamdır. Yine enerjide büyük tüketim pazarı olan Avrupa ülkelerinin
kavşak noktası olan Türkiye, Doğu Batı yani petrol ve doğalgaz zengini üretici
ülkeler ile tüketici konumda olan Avrupa ülkeleri arasında enerji koridoru
pozisyonundadır. Kuzeyde ise Hazar
havzası ve Rusya’dan çıkarılan enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünya
pazarlarına ulaştırılması da enerji koridoru olma konumunu daha da güçlendirmektedir.
Enerjide %75 oranında dışa bağımlı olup, yılda 45-50 milyar dolar enerji ithal
eden Türkiye bu konumundan istifade edebiliyor mu? Yılda ödediği enerji faturasından
anlaşılacağı üzere maalesef hayır.
Sonuç olarak
şunları söyleyebiliriz; toplumların enerjiye olan ihtiyaçlarını giderecek bir
araç olarak bakılırsa dünyanın her karışında enerjiye dönüşebilecek kaynaklar
mevcut olup ihtiyaçları giderecek potansiyele de sahiptir. Fakat belli fosil
kaynaklar, devletler açısından ekonomik anlamda kısa vadede büyük getiriler
sunmakta. Stratejik açıdan üstünlük unsuruna dönüşen bu kaynaklar, ihtiyaçların
giderilmesinden ziyade silah olarak kullanılmakta. Enerjiyi ve enerji yollarını
kontrol eden devletler dünyayı bir şekilde kontrol edebiliyor. Maalesef bu tabloda
en kötü durumda olanlar biz Müslümanlarız. Dünya enerjisini sağladığı petrol,
doğalgaz, uranyum gibi kaynakların devasa kısmı bizim topraklarımızda olup,
enerji nakil hatlarının merkezinde olmamıza rağmen bu kaynak ve konumumuz kâfirlerin
refahına, zenginliğine hizmet etmekte. Bizlere ise ölüm, yıkım, talan, savaş
olarak dönmekte. Dün selefleri bir damla petrolü insan kanından değerli gören
vahşilerin, bugün az bir enerji için en acımasız silahlarla ülkeleri harabeye
çevirmekten, katliam yapmaktan geri durmadıklarına şahitlik ediyoruz. Kanı,
enerjiye kaynak edinmiş kapitalist zihniyet, paylaşmaktan uzak, kıymet bilmez,
insanlığı her yönüyle sömüren vampire dönüşmüştür.
Müslümanların sahip
olduğu zenginlikler üzerine kâfirlerin tahakküm kurması; petrol, doğalgaz ve
diğer enerji kaynaklarımızın sömürülmesine sebep, başımızdaki yöneticilerdir.
Müslümanlar tekrar
dinleriyle izzetli, yönetimleriyle güçlü, canlarını, ırzlarını, kaynaklarını
koruyacak ve bu kaynakları hakkıyla kullanacak Hilâfet’i ikame ederlerse
kapitalizmin ifsadına, sömürüsüne, talanına son verebilirler. Böylece dünya,
İslâm’ın adaletiyle tekrardan paylaşmanın, insanca yaşamanın onur ve şerefine
sahip olabilir. Bu, uğrunda mücadele edip bedeller ödemeye değer değil midir?
Elbette fazlasıyla değer. Siz ne dersiniz?
1 BP2020 Dünya
Enerji Raporu Özeti
2 Ortadoğu
Jeopolitiği ve Küresel Güçlerin Enerji Mücadelesi
3 https://gercekler.net/index.php/enerji-savaslari/
4 http://www.derindusunce.org/wp-content/uploads/2017/06/petrol-kandan-agirdir.pdf
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış