Aslında her şey, insanın kendisini “ilah” ve “rab” yerine koyarak,
hayat nizamını belirleme hakkını kendisinde görmesi ile başladı. Nizam
belirleme hakkını kendisinde görenler hep zulmün meydana gelmesine sebep
olmuşlardır. İnsanların, yaşarken dikkate aldığı “iyi ve kötü”, “doğru ve
yanlış”, “güzel ve çirkin” gibi değer yargıları ile yine insanlar yaşarken
bağlı kaldığı kanunlar, sınırlı ve eksik olan insan tarafından belirlenen bütün
toplumlar sorunlu toplumlardır.
İnsanların hayatlarına dair beşerin ürettiği ideolojiler, insanın
yaratılışına uygun olmadığından, bu ideolojilerin uygulandığı toplumlarda ciddi
anlamda zulümler ve hukuksuzluklar vukuu bulmaktadır. Dolayısı ile bu
ideolojilerin, meydana gelen hukuksuzluk veya suçlara yönelik belirlediği ceza yasalarının
işe yaramadığı da ortadadır.
Süreç içinde meydana gelen suç oranlarına göre ceza yasalarında sürekli
değişiklikler yapılmaktadır. Ancak yapılan bütün değişiklikler, suç
istatistiklerindeki artışı durduramamaktadır. Öyle ki toplumu huzursuz kılan
faktörler bazen iktidarları da etkileme durumuna gelmektedir. Aslında halklar
arasında meydana gelen suç oranlarındaki artış, halkın huzur ve refahını
kendine esas dert edinmeyen beşerî nizamların uygulayıcılarını çok
ilgilendirmemektedir. Ancak, toplumda meydana gelen kaos ve huzursuzluk,
iktidarları sarsma noktasına geldiğinde o zaman iktidar, farklı ceza
yöntemlerine başvurmaktadır. Bunlardan birisi de “Düşman Ceza Hukukudur.”
“Düşman Ceza Hukuku” kavramını, ilk defa 2009 yılında, hakkımda açılan “terör” örgütüne
üyelik davası akabinde, yerel mahkemenin hakkımda ceza kararını vermesi
sonrasında avukatımdan duymuştum. Ben, başta İslâmi davalar olmak üzere, birçok
davada -özellikle siyasi davalarda- hukukun işletilmediğini, alınan kararların
tamamen siyasi kararlar olup, haksız yere cezalar verildiğini biliyordum.
Ancak, bu uygulamanın ikinci veya üçüncü dünya ülkeleri olarak tabir edilen
veya günümüzde, “gelişmekte olan ülkeler” olarak anılan ülkelere has olduğunu
sanıyordum. Gerçekte ise bu kavram, kendilerine “gelişmiş” ülkeler diyen
ülkelerin ortaya çıkardığı ve devletlerin neredeyse yasal bir uygulaması
konumundaydı. Dolayısı ile bu yazıda, bu kavramı ve uygulamalarını ele almaya
çalışacağım biiznillah.
“Düşman Ceza Hukuku” kavramı ilk defa 1985 yılında yazdığı bir
makale ile ünlü Alman Ceza Hukukçusu ve Hukuk Felsefecisi Profesör Günter
Jakobs tarafından kullanılmıştır. Jakops’un böylesi bir kavramı ortaya atmasının
altında, dünyada yaşanan terör olayları, devlete ve topluma yönelik bu
saldırılar karşısında bir güvenlik kaygısının sebep olduğu ifade edilmektedir.
Dolayısı ile tehlikenin önlenmesi amacıyla, temel hukuk ve devlet düzenine
karşı gelen bu insanları, temel haklara sahip bir “yurttaş” olarak
değil, aksine ezilmesi, yok edilmesi gereken bir “düşman” gibi görerek,
temel haklardan yoksun bir şekilde cezalandırılmaları gerekmektedir.
Sonraki yıllarda Jakops’un bu teorisi hakkında lehte ve aleyhte
belirtilen birçok görüş ile bu kavram daha da olgunlaştırılmıştır. Bu kavramın
can alıcı noktası şudur; Jakops’a göre iki tip insan vardır. Bunlardan biri her
ne kadar suç işlese de esasında devlet nazarında temel haklarla donatılmış “yurttaş”,
dolayısıyla “yurttaş ceza hukuku” ile muhataptır. İkincisi ise fikir ve
eylemleri ile devletin veya toplumun bekası için tehlikeli olup, bütün hukuki
haklardan yoksun bırakılmış “düşman” olarak tabir edilen ve “düşman
ceza hukuku” ile karşı karşıya olandır. Burada düşman ceza hukuku
anlayışındaki suç faillerinin “sanık” bile olamayacak düzeyde hakları
kısıtlanmıştır. Jakobs’un deyimiyle “unperson” yani kişilikten çıkartılmış
olmaktadırlar. Böylesi bir insan, bırakın “yurttaş” olmayı “birey” veya “kişi”
dahi olmamaktadır. Böylece kişilikten çıkarılan bu “düşman” “yurttaş ceza
hukuku” anlamındaki bir cezanın amacının ve işlevinin artık muhatabı
değildir. Onlar en az zararla ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken
tehlikelerdir. Bu yüzden “düşman” olarak tabir edilen bu insanlara yönelik
mücadelede hiçbir hukuk kuralı işletilmeksizin onlar için “orantılı bir güç”
kullanımı da söz konusu değildir.
Teoriye göre, terörist ilan edilip, düşman kabul edilen ve normal hukuk
düzenin dışına çıkarılan kişilere aslında bir ceza hukuku uygulanmamaktadır.
Burada artık bu kişinin “fiiline” bakılmamakta, failin “kişiliğine” bakılmaktadır.
Ceza, kusur ile orantılı olmayıp, failin “tehlikeliliği” esas alınarak
belirlenmektedir. Failin, “hukuku fiilen ihlal etmesinin” çok bir önemi yoktur.
Failin bu ihlal için ne ölçüde hazırlıklı olduğu, ne kadar tehlikeli görüldüğü
önem kazanmaktadır.
Düşman kabul edilen fail ile ilgili “şüphe” çok önemlidir. Buradaki
şüphe, failin “şüpheli kişiliği”dir. Failin eylemine ilişkin şüphe çok önemli
değildir. Şüphe “delilin” yerini almaktadır. Çoğu zaman şüphe “maddi gerçek”
olmaktadır. Şüphe var ise “maddi gerçek” de bulunmuştur! Düşman kabul edilen
fail, “hakkındaki şüphe” oranında bertaraf edilmelidir. Teoriye göre, “şüpheleniyorum
ve cezalandırıyorum” “Bu failden çok kuvvetli bir şekilde şüpheleniyorum ve en
ağır ceza ile cezalandırıyorum!…” anlayışı egemendir.
Türkiye’de yargı ile muhatap olan veya yargıyı yakinen izleyen kişiler
için buraya kadar yazdıklarım çok da yabancı gelmiyordur. Evet maalesef düşman
ceza hukukunda, “kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi”, “masumiyet karinesi”,
“şüpheden sanık yararlanır ilkesi”, “savunma hakkı”, “tabii hakim ilkesi”,
“yargı bağımsızlığı”, “suç ve cezanın şahsiliği”, “delillerin yasallığı”,
“silahların eşitliği” gibi ilkeler çok kolay askıya alınabilmektedir.
Teorinin şekillenmesinden sonra özellikle Amerika’daki ikiz kuleler
olayı ve Londra metrosunda meydana gelen patlamalar ve benzeri olayların
akabinde Batı devletlerinin nerdeyse tamamı düşman ceza hukukunu
benimsemişlerdir. Terör ile mücadele adı altında Müslümanlara yönelik
başlatılan mücadelede tamamen düşman ceza hukuku ile hareket edilmiştir.
Bu süreci gören teorinin sahibi Jakobs, bu kavram ile ilgili 2003 yılında yeni
bir yazı yayımlar. Yazar bu yazısında konu edinilenleri bir hukuk politikası
sorunu değil, daha çok hukuk bilimini ilgilendiren sorunlar olarak ele aldığını
belirtme gereği hissetmiştir. Jakops, bu son yazısında yurttaş ceza hukuku
ve düşman ceza hukuku denildiğinde, aslında saf bir biçimde
gerçekleşmesi mümkün olmayan iki düşünsel tipin varlığından söz ettiğini ifade
etmektedir. Jakobs, makalesinin hemen başında, kendi teorisini iç çelişkiye
düşürecek şekilde düşman ceza hukuku ile vatandaş ceza hukuku
kategorilerinin ideal birer örnek oluşturduğunu ve bu nedenle saf hâliyle
gerçek hayatta var olması çok da mümkün olmayan, ceza hukuku dünyasının iki zıt
kutbunu meydana getirdiğini ifade ediyor. Yani yazara göre, gerçek yaşamda bir
kişi “tamamen düşman” veya “tamamen vatandaş” sınıflandırmasına
girmeyebilir. Öyle ise karmaşık ilişkiler yumağından oluşan komplike hayat
fenomeninin pek çok alt kompartımanında hukuka uygun hareket eden bir insanın,
hukuk düzeninin meşruiyetini bütünüyle reddettiği ve onu yıkıp, ortadan
kaldırmak istediği sonucuna varmak nasıl mümkün olabilir? Bu haklı soruya cevap
olarak Jakobs, teorisini yumuşatmakta ve insanların çoğunlukla bazı yönlerden “düşman”
bazı yönlerden ise “vatandaş” olarak nitelendirilebilecek, karma bir
statüde hayatlarını devam ettirdikleri argümanını ileri sürmektedir.
Jakops, teorisinin iktidarlar tarafından suiistimal ettiğini, bu
teorinin yapılan zulümlere dayanak teşkil edildiğini gördükten sonra onu
yumuşatmaya çalıştı. Ancak, belki kendisinin de farkında olmadığı bir gerçeği
es geçiyordu. Bu gerçek ise kanaatimce şudur: Aslında Jakops, tarihten bu yana
uygulaması olan bir hususa sadece bir isim bulmuştu. Yani Jakops, bir icat
değil bir keşif yapmış ve bunu kavramsallaştırmıştı. Çünkü kendi arzusunu
ilahlaştıran otorite sahibi, bekasına yönelik her tehdidi, hukuk tanımaksızın
en acımasız bir şekilde bertaraf etmeye çalışır. Tarih bunun örnekleri ile
doludur.
Diğer taraftan Jakops, bir hukukçu olmakla birlikte aynı zamanda bir
felsefecidir. Geçmiş felsefecilerin söz konusu devlet ve topluma yönelik suç
işleyenlere karşı yaklaşımları da neredeyse aynı mantıkla olmuştur. Dolayısı
ile böylesi bir ceza anlayışına isim bulmuş bu şahsı tamamen günah keçisi
konumuna düşürmemek gerekir. Yani aslında Jakobs, son tahlilde, çok da yeni bir
şey söylememektedir. Her ne kadar düşman ceza hukukunun tanınırlığı rakipsizse
de “önleyici ceza hukuku”, “risk ceza hukuku”, “tehlike ceza hukuku”,
“savaşım/mücadele ceza hukuku” gibi tasarımlar aynı yönelimi belki de Jakobs’un
düşman ceza hukukundan çok daha açık ve kimi noktalarda daha tatmin
edici bir şekilde ortaya koymuşlardır. Çünkü ceza hukukunun temel fonksiyonu,
toplumsal düzenin korunması veya bozulan toplumsal düzenin yeniden inşa
edilmesi ekseninde kabul edilirse, ceza hukukunun şekillenmesi de yöneldiği
toplumdan bağımsız olamayacaktır.
Evet, suç adı
verilen davranışlara uygulanacak olan yaptırımları belirleyen kurallar bütününe
ceza hukuku adı verilmektedir. Ceza
hukuku, toplumsal yaşamda meydana gelen ihlallerde en son uygulanacak olan
hukuk dalıdır. Her yaşam tarzı kendisine ait bir ceza hukukunu belirlemiştir.
Ancak, aynı suça farklı ceza verilmesi anlayışı hiçbir şekilde adil olamaz.
Örneğin İslâm, cezadan önce, cezayı gerektiren suçun işlenmesini teşvik edecek
bütün unsurları kaldırır. Hiçbir mazeret olmadığı hâlde suçun işlenmesi
durumunda hiçbir din, ırk vb. farklılığı gözetmeksizin aynı suça aynı cezayı
vermektedir.
Hilâfet
kaldırıldıktan sonra İslâm nizamından vazgeçilmiş ve yerine kurulan Türkiye
Cumhuriyeti, Batı yaşam tarzı olan kapitalizm üzerinde inşa edildiğinden bütün
yasalarını Batı devletlerinden kopyalayarak almıştır. Türk Ceza Kanunu da 1926
yılında İtalya’dan, Ceza Muhakemeleri kanunu ise 1929 yılında Almanya’dan
alınmıştır. Girişte ifade ettiğim gibi beşere dayalı bu kanunlar insan
fıtratına ters olduklarından hep ifsat edici olmuşlardır. Nizamları hakkaniyeti
sağlamadığı gibi ceza yasaları da hiç adil olmamıştır. Çünkü normal şartlarda
ceza hukukunun insancıl temellere dayandırılmakta olduğu iddia edilmektedir.
Nitekim suçlanan her kim olursa olsun, suçluluğu bir mahkeme kararıyla sabit
oluncaya kadar hiç kimse suçlu sayılamaz (masumiyet
karinesi) veya cezada kanunilik
ilkesi, ölüm cezası ve müsadere
cezasının verilemeyeceği gibi birçok ilkeden bahsedilmektedir. Ancak
uygulamada bunlar sadece “vatandaş”
nitelemesine uygun, sistem taraftarları için uygulanmıştır.
Yine yukarıda ifade
ettiğim gibi, aslında düşman ceza hukuku
denilen bu yaklaşım, Jakops’un icat ettiği bir yaklaşım olmayıp, kendi bekaları
için devletlerin fiilî olarak uyguladıkları bir durumdu. Başta ABD olmak üzere
diğer bütün emperyalist Batı devletlerinin, gerek kendi içindeki “kendilerinden
olmayanlara” ve gerekse İslâm beldelerinde uygulamalarını herhangi bir hukuk
ile ifade etmek mümkün değildir. Aynı şekilde bu emperyalist devletlerin
güdümündeki “tâbi” ve “uydu” devletlerin de halklarına karşı düşman ceza hukukunu uyguladıkları
ortadadır.
Sadece Türkiye’den
bazı örnekler vermekle yetineceğim. Örneğin Hilâfet’in kaldırılmasının
üzerinden bir yıl geçmişken, 4 Mart 1925’te kabul edilen “Takriri Sükûn Kanunu”
tam da düşman ceza hukukuna uygun bir uygulamaya sahip bir kanun idi. 3
maddeden oluşan Takrir-i Sükun Kanunu'nun 1. maddesi şöyleydi:
“İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisi
(toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini ihlale bais
(bozmaya yönelik) bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve neşriyatı
(örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları), hükümet reisi
cumhurun tasdikiyle ve re'sen ve idareten man'e mezundur (kendi başına
yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef'al erbabını (bu eylemleri işleyenleri)
hükümet İstiklâl Mahkemesi'ne tevdi edebilir.”
Yeni kurulan
cumhuriyet, halka tepeden dayatıldığı için Müslümanlar, bu gayri İslâmi nizamı
ve yönetimi kabul etmemiş ve dolayısı ile ülkenin her yerinde mevcut nizama
karşı eleştiriler veya ayaklanmalar meydan gelmişti. Dolayısı ile öfke ve
ayaklanma sisteme yönelik olunca bu tehlike aynı düşman ceza hukuku mantığı ile bertaraf edilmeliydi ki öyle de
yapıldı. Özellikle Şeyh Said Rahimehullah’ın kıyamından sonra yürürlüğe
konulan bu ve benzeri kanunlar ile her türlü sürgün, idam ve katliam
meşrulaştırılmıştır.
Hakeza ortalama on
yılda bir yapılan darbeler ile sistem, fabrika ayarlarına çekilirken aynı
şekilde vatandaş ceza hukuku askıya
alınmıştır. Yine “olağanüstü hal uygulamaları” kapsamında nerdeyse hukukun
tamamı askıya alınmış tamamen keyfi muamele ile halka zulmedilmiştir.
Takriri Sükun
Kanunu’na muhatap edilen halk nasıl ki yine hukuksuzluğu ile bilinen İstiklal
mahkemelerinde yargılandı ise darbeler döneminde halk, askerî mahkemelerde,
OHAL döneminde ise aynı zihniyetin ürünü olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde
yargılandı. OHAL kalktıktan sonra yargıya da yeni bir makyaj yapıldı. Eskiye
söverek, güya ileri demokrasi safhasına geçen ülke, artık şeffaf ve adil bir
yargılamaya geçtiğini ilan etti. Ancak, huylu huyundan vazgeçmedi ve bu sefer
de DGM’ler yerine “Özel Yetkili Mahkemeler” ile tanıştık. Kısacası iktidarlar,
kendilerine yönelik bir tehdit algısı içine girdiklerinde, farklı isim ve
kılıflar ile o tehlikeyi bertaraf etmek için hiçbir hak ve hukuk tanımaksızın
hareket ederler -ki bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur-.
Özellikle terörle
mücadele kapsamında ortaya konulan TMK vb. kanunlar ve buna göre yapılan
yargılamalar neredeyse tamamen düşman
ceza hukuku mantığı ile yapılmıştır. Çünkü şüphe üzerine yargılama, niyet
okuma sureti ile cezalandırma, fikir beyan edilmesine rağmen fikre örgüt,
örgüte eylem icat etme şeklinde bir yaklaşım olagelmiştir.
Böylesi bir
yaklaşıma maruz kalan en bariz örnek Hizb-ut Tahrir yargılamalarıdır. 1960'lı
yılların başından bugüne, Türkiye'de çalışmalarına başlayan, silahlı mücadeleyi
caiz görmeyen, bugüne kadar en ufak bir maddi eylemi olmayan ama 1967 yılından
günümüze kadar çeşitli aralıklarla baskı, şiddet ve hapis cezalarına maruz
kalan Hizb-ut Tahrir davalarının hukukilik ile bir ilişkisi yoktur. Bugüne
kadar yüzlerce kişi toplamda iki bin yıla yakın ceza almış durumdadır. Hizb-ut
Tahrir davaları 1967 yılından bugüne kadar çeşitli aralıklarla devam etmektedir.
Değişen yasalar lehine olmasına rağmen hep aleyhine işletilmiştir. Hizb-ut
Tahrir davalarında ceza verilmesine neden olan gerekçe; "ileride suç
işleyebileceğine dair" öngörüye dayanmaktadır. İşte bu yaklaşım bire bir düşman ceza hukukunda ifade edilen
hususun ta kendisidir. Bir eylemin olması gerekmiyor. Şüphelenmek yeterlidir.
Böylece kehanette bulunmak üzere “düşman”
olarak görülen bu insanlar bir şekilde bertaraf edilmelidir. Nasıl ki
emperyalist devletler, İslâm ve Müslümanlar ile mücadele ederken “terör” ile
mücadele ettiğini söylüyorsa, Türkiye’deki yargı da kamuoyunun tepkisine karşı
bir kalkan olması için fikri bir mücadele içinde olan bir yapıya “terör”
etiketini yapıştırmaktadır.
Türkiye tarihinde
ilk defa geçtiğimiz Ekim ayının son günlerinde, Yılmaz Çelik’in bireysel
başvurusu sonucu AYM tarafından Hizb-ut Tahrir hakkında hukuki bir karar
alındı. Her ne kadar düşman ceza hukuku
bakışına sahip bazı üyeler bilindik “şablon” cümleleri tekrarladı ise de
çoğunluğun nesnel değerlendirmesini içeren bir karar oldu ve nihayet Yılmaz
Çelik, 19 Kasım’da bu karar doğrultusunda tutuklu bulunduğu cezaevinden çıktı.
Umut ediyorum ki bu bir başlangıç olur ve başta Hizb-ut Tahrir üyelerine
yönelik olmak üzere bütün Müslümanlara ve bütün masum insanlara yapılan bu
yargı zulmü biter.
Son söz olarak; beşerî
sistemler, düşman ceza hukukunu
uygulamasalar dahi hiçbir zaman adil bir nizam ve adil bir yargılama
yapamazlar. Adil ve refah bir yaşamı sunan, adil bir yargılama yapacak olan
ancak İslâm nizamının kendisi ile uygulandığı Râşidî Hilâfet Devleti’dir.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış