Âdemoğlu hayatını
idame ettirebilmek için vazgeçilmez bazı faaliyetlerde bulunmuştur. Bilindiği
üzere, nebati ve hayvansal ürünlerin elde edilmesi ile ilgili yapılan bu faaliyetlere
tarım denir. Yiyecek ya da hammadde elde etmek için hayvan yetiştirmek ve
tarımla uğraşmak yani bildiğimiz adıyla çiftçilik, toplumların ve halk
kitlelerinin en vazgeçilmez ihtiyaçlarının temin edildiği alandır. Bu alan, tarla
bitkileri, meyve bahçeleri, üzüm bağları, kümes hayvanları ya da diğer çiftlik
hayvanları alanlarının bazı kombinasyonlarını içerir.
Enerji ve diğer
yeraltı ve yerüstü zenginliklerinde olduğu gibi tarım alanında da İslâm
beldeleri diğer ecnebi memleketlere oranla dünyanın en verimli arazilerine
sahiptir. Hatta sadece birkaç İslâm beldesi tüm dünya insanının yiyecek
sıkıntısını çözecek miktarda tarımsal araziye sahiptir.
Mesela, Türkiye
özelinde Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2017 yılsonu
itibarıyla Türkiye'de ekilen ve dikilen tarım alanı 23 milyon 763 bin hektar,
çayır ve mera arazileriyle toplam tarım alanı da 38 milyon 380 bin hektar
olarak belirlenmiştir. Bu rakam sadece fiilen ekilen alanlardır. Henüz tarıma
açılmamış diğer devlet/hazine arazilerini de ekilebilir hâle getirdiğinizde ve
tarım politikasındaki problemler giderildiğinde bu rakamlar katlanacaktır. Bir
araştırmaya göre Türkiye’nin ekilebilir arazilerinin tamamı ekildiğinde Türkiye
nüfusunun 10 katına yetecek miktarda gıda üretimi gerçekleştirmek mümkündür.
Diğer İslâm
beldeleri için de durum Türkiye’ninkinden farklı değildir. İslâm beldelerindeki
Batılı sömürgeci devletler eliyle gerçekleştirilen kargaşalar, savaşlar nedeniyle
tarım arazileri gerektiği gibi kullanılamamaktadır. Hakeza hayvancılıkta da
durum aynıdır. Artan nüfusa oranla hayvan sayısının giderek azalması söz
konusudur. Yine mesela, Türkiye et tedarikinde dışa bağımlı hâle gelmiştir.
Avrupa Birliği verilerine göre Türkiye, 2018 yılının ilk altı ayında Avrupa
Birliği'nden en fazla et alan ülke olmuştur.
Tüm İslâm
beldelerindeki, servetlerin doğru kullanılmaması durumu, Türkiye’de de bir
hakikat olmuştur. Ülkemizde hayvancılık sektörü yıllarca ihmal edilmiş, yanlış
ekonomi politikaları ve krizlerin de etkisiyle et ihraç ederken et ithal eder hâle
gelinmiştir. Hayvancılığımızın en yaygın yapıldığı Doğu ve Güneydoğu bölgeleri terör
olayları nedeniyle boşalmış, eskiden doğudan dünyaya pazarladığımız hayvancılık
bitme noktasına gelmiştir.
Hollanda gibi yüzölçümü 42.508 km² ile Türkiye
topraklarının 1/19’u olan bir ülke, dünyaya tarımsal ürünler pazarlamada dünya
ülkeleri arasında ilk sıralarda yer alırken Türkiye ve bilumum İslâm beldeleri
her geçen gün daha fakir daha muhtaç bir hâle gelmektedir. Sadece verimli tarım
arazileri bulunan Sudan'da 84 milyon hektar kullanılabilir tarım arazisinden
sadece 14 milyon hektarında üretim yapılmaktadır. Bu 84 milyon hektar arazi ise
ihya edilmemiş fiilen ekime hazır arazilerdir. İhya edilerek tarıma açılmaya
müsait araziler de dâhil edildiğinde bu rakam katbekat artacak, neredeyse tüm
İslâm beldelerinin ihtiyaçları karşılanıp ecnebi memleketlere ihracat
yapılabilecektir. Varlık içinde yokluk çekmek sanırım bundan daha iyi tarif
edilemez.
Sadece birkaç İslâm
beldesi ile bu ihya süreci gerçekleşebilecekken, beldelerimizi açlık ve sefalet
sınırına neyin getirdiği vuzuha kavuşturulmalıdır. Şüphesiz bu durumun birkaç
nedeni var. Bunların ilki sömürgeci kâfirlerin hayranı ve beslemesi olan beldelerimizin
başındaki yöneticilerin Osmanlı İslâm Hilâfet Devleti’nin ilgasından beri kâfirlerin
çıkarlarını halkın çıkarlarının önünde tutmasıdır ki aslında bunda garipsenecek
bir şey yok! Zira onları bu koltuklara layık(!) gören irade kendilerini bu
şartla beldelerimizin başına musallat etmiştir. İkinci ve konumuzun merkezini
oluşturan husus ise Batılıların tamamıyla serbest bırakması hâlinde bile
insanları refaha ulaştıramayacak kapitalizmin yetersiz ve işlevsiz, aynı
zamanda sermaye sahiplerini ihya eden iktisat nizamıdır. Bu iktisat nizamı
insanların genelini bir avuç sermaye sahibinin çıkarları doğrultusunda
çalıştırmaktadır. Tüm tarımsal izinler, yaptırımlar, kotalar, tohum ve gübre
programları onların çıkarları doğrultusunda düzenlenmektedir.
Hatırlayın;
ülkemizde yıllarca toprakların ekilmemesini teşvik etmek için tarlasını
ekmeyenlere belirli miktarlarda ödemelerde bulunuldu. Bu süreç öylesine uzun
sürdü ki “artık topraklarınızı ekebilirsiniz” dendiğinde çiftçinin
elinde tohumu kalmamıştı. Nitekim çiftçimiz tarlasını ekip hasatını yaptığında diğer
sene ekim yapabilmek için tohumluğunu ayırırdı. Ancak yıllarca uygulanan
tarlaların ekilmemesini teşvik politikası yerli tohumun bitmesine neden oldu.
Topraklarını ekme konusunda yeni teşvikler geldiğinde çiftçinin tek bir
seçeneği vardı ki o da ithal “hibrit” tohumlar… Bu tohumlar hasattan tohumluk
elde edilemeyen sadece bir kere ekilebilir tohumlardı. Dolayısıyla her yıl
tohum almak zorunda kalan çiftçimiz dışa bağımlı bir hâle gelmiştir. Sadece tohumda
mı? Nitekim gübre ve bilumum tarımsal kimyasal ürün dışa bağımlılıkta çiftçinin
maliyetini tavan yaptırmış, kazanç elde edemez hâle getirmiştir. Topraklarımız
zehirlenmiş, organik ürün elde edilemez olmuştur. Hatta son zamanlarda çıkan
bazı yasalarla yerli tohum ekmek yasal olarak cezai müeyyidesi olan bir husus
olmuştur.
Dahası sömürgeci
kâfirlerle yapılan uluslararası sözleşmeler doğrultusunda tarım ve halk sağlığı,
kapitalist şirket ve kurumların insafına(!) terk edilmiş durumdadır. Dünden
bugüne yapılan ihanet anlaşmalarına hızlı bir bakış sürecin hangi yöne
evrildiğini görmemize yetecektir sanırım…
Türkiye, 1956
yılında Amerika ile “Münakit Zirai Emtia Anlaşmasını” imzalayarak tarım
ürünleri ithalatının önünü açmıştır. Bunu anlaşmanın şu maddesinde açıkça
görmek mümkündür:
“Türk ve
Amerikan Hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa
taleplerini artırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her
iki hükümet, bu anlaşmanın uygulanmasında özel teşebbüs sahiplerinin etkili
biçimde rol oynaması için ticari şartlar sağlayacaklardır.”
1957 yılında
yapılan “Tarım Anlaşması” ile buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti,
peynir, süt tozu, pamuk tohumu ve soya yağı ithal edilmesi kararlaştırılmıştır.
1958 yılında “Tarım
Ürünleri Anlaşması” imzalanmıştır. Anlaşma kapsamında Türkiye, buğday, yem,
soya ve pamuk yağı, tereyağı, yağlı süt tozu vb. ürünler karşılığı 46.8 milyon
dolar ödeyecektir. Anlaşmanın bitiminde ABD’nin Türkiye’ye gönderdiği 1775 nolu
notada şöyle geçmiştir:
“1 Ağustos 1958
tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin, eğer bu yasağa uymazsan ihraç ettiğin
buğday kadar Amerikan buğdayını kendi kaynaklarından finanse edeceksin.”
1963’te “Zirai
Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi” hakkında 161 milyon dolarlık ikili
anlaşma yapılmıştır.
Yine 1963 yılında
bir nota daha verilir:
“Türkiye’nin
yurtdışına ihraç edeceği zeytinyağı 10 bin ton ile sınırlanır. Eğer Türkiye
ABD’nin verdiği sınırı aşarsa, aştığı miktar kadar nebati yağı kendi dövizi ile
alacaktır.”
İthal ürünlerin
ülkeye girmesiyle çiftçinin alamadığı destekler kat kat fazlasıyla kâfir ABD ve
Avrupa ülkelerine verilmiştir. Ülkemizde ve bilumum İslâm beldelerinde
uygulanan tarım politikaları üretimi azaltırken çiftçiliği bitirmiş, azalan
tarımsal yatırımlar çiftçinin şehirlere göçüne sebebiyet vermiştir. İthal
ürünlerle rekabet şansı olmayan çiftçilerimiz üretimden kopmuştur.
Sömürgecilerin
dayatmaları ve Batı hayranı yöneticilerimizin politikaları ile ABD ve Avrupa
üretip satarak ihraç eden, İslâm beldeleri ise ithal ederek kendi üretimini
baltalayıp tarımını çökerten ülkeler oldu.
Bugüne geldiğimizde
Türkiye özelinde uygulanan tarım politikaları nedeniyle fındık bahçelerimizi
İtalyan Ferroro’ya, mısır ve patates tarlalarını ABD’li Frito Lay ve Pringles’a,
şeker ile şeker pancarı ve mısırını ABD’li tatlandırıcı üreticisi Cargill’e,
çay üretim alanlarımızı da İngiliz Lipton şirketine bıraktık.
Bununla beraber
tavuk ve yumurtayı Tayland, Almanya, Fransa, İngiltere ve Hollandalı şirketlere;
sebze ve meyve suyu bahçelerini Almanya, Japonya, Hollandalı şirketlere; sıvı
ve katı yağı ABD, Hollanda, Ukrayna ve Lüksemburglu şirketlere; öğütülmüş
hububat ve sebzeyi Hollanda, İsviçre, Almanya, Fransa ve ABD’li şirketlere
bırakmış durumdayız.
Tarımsal üretim
açısından kendi kendisine yeten beldelerimizde, artık tarım sektörü adeta bitme
noktasına gelmiş, gıda güvenliği ve güvencesi sorunu kapımızı çalmıştır.
Coğrafi konumu itibariyle ürün çeşitliliği bol olan ülkemizde bilerek uygulanan
bu yanlış politikalar nedeniyle hububat, pamuk, şeker pancarı, tütün, çay,
zeytin, fındık yetiştirilemez ya da masrafını bile karşılamaz hâle
getirilmiştir.
AB’nin
inisiyatifine bırakılan hayvancılıkla et ithalatının önü açılmıştır. Gümrük
duvarlarının düşürülmesi tarım ürünleri girişini kolaylaştırırken, gemiler
dolusu ithal et ve sınırlardan giren kaçak et, ülke hayvancılığını tehdit eder
durumu geçmiş, bitirme noktasına getirmiştir.
Öyle ki
soframızdaki kuru fasulye ve -koyabilme imkânı olanların içine koydukları- et,
yanında yenilen pirinç pilavı ve kenarına konulan nohut, beraberinde içtiğimiz
ayrandan tutun da -yiyebilirsek- üzerine yediğimiz tatlı ya da baklavanın unu
ve kullanılan tatlandırıcılar bile ithal edilir olmuştur!
İslâm beldelerinde
ve “gelişmekte olan” diye tanımlanan diğer ülkelerde tarım ve hayvancılığa dair
ülkeleri sömürü çarkına düşüren tüm bu sorunlar, kapitalist iktisat nizamından
kaynaklanmaktadır. Nitekim hemen hemen bütün dünyada uygulamada olan sistem,
kapitalist sistemdir. Dolayısıyla insanlık tüm fikrî ve nizami hususlarda
olduğu gibi tarım ve hayvancılık politikasında da bir alternatife muhtaçtır. Bu
alternatif ise hiç şüphesiz İslâm iktisat nizamı ve onun tarım ve hayvancılık
politikasıdır.
Zira İslâm iktisat nizamının
uygulandığı herhangi bir beldede tarımsal sorunlarla karşılaşılmaz. Ayrıca İslâm
iktisat nizamının arazilere ait hükümleri/düzenlemeleri, insanların sahibi
olamayacakları dolayısıyla da tarım ve hayvancılık yapmasının anlamı olmadığı
sosyalist düzenlemelere de benzemez. İslâm’da arazi hükümleri mümkün olduğunca
arazilerin tamamının faal hâlde tutulması esasına dayanır.
İcar Caiz Değildir
Bununla birlikte
tarıma elverişli bir arazinin, buğday, arpa, maydanoz, patates, bakla, fasulye,
hayvan yemi veya tıbbî ürün elde etmek gibi muhtelif tarımsal faaliyetler
yapmak için araziden elde edilecek ürünün belli bir kısmı karşılığında
kiralanması caiz değildir. Bir başka ifade ile herhangi bir şekli ile tarım
yapmak üzere arazi kiralamak suretiyle araziden elde edilen ürünün belli bir
kısmı karşılığında araziyi kiralamak caiz değildir.
Bu hüküm
doğrultusunda arazi sahibi ya kendisi tarımsal arazisini işletmek zorunda kalır
ya da işçi tutarak bu işi yapma seçeneğini kullanabilir. Ancak hiçbir şekilde
arazisini “icar” manasına gelecek şekilde ürünün bir kısmı karşılığında
başkasına ekmesi için kiralayamaz ve üç yıl üst üste âtıl bir şekilde de
bırakamaz. Bu şekilde arazisini âtıl bıraktığında devlet onu, kullanıp
işletecek bir başka Müslümana verir.
Ölü Arazinin İhya Edilmesi
Devletin
kontrolündeki arazilerin tamamı hâlihazırda işlenen ve sahiplenilmiş
arazilerden oluşmamaktadır. Şu an fertler ve devlet tarafından fiilen işlenen
arazilerin oranı işlenmemiş arazi oranının çok küçük bir bölümünü teşkil eder.
Bunu Türkiye özelinde iki şehir arasında yolculuk yaptığınızda görürsünüz. Yol güzergâhı
üzerindeki yerleşim yerleri ve işlenen topraklar boş kalan ve işlenmeyen
yerlere oranla çok küçük alanlardır.
İşte bu
sahiplenilmiş ve işlenen arazilerin dışında kalan mevât yani ölü arazi,
(herhangi bir kimsenin mülkü olduğuna, herhangi bir şekilde çevrelendiğine,
ekildiğine veya imara tâbi tutulduğuna dair üzerinde herhangi bir görüntü
olmayan yerler) çok fazladır. Ölü arazinin ihya edilmesi ile ilgili İslâmi
hükümler doğrultusunda tarım, ağaçlandırma, bina yapmak, çit çekmek, duvar
yapmak veya kazık çakmak gibi imar edildiğine işaret eden herhangi bir şekilde kişinin
burayı canlandırılması o araziyi ihya sayılır. Her kim ölü arazide bunlardan
birisini yaparsa arazi onun olur.
Araziye arpa ve
buğday ekimi yapan kimse araziyi ihya etmiştir. Bakla, fasulye, patates,
maydanoz eken kimse de araziyi ihya etmiş demektir. Meyvesi olan ya da olmayan
ağaçları eken kimse de araziyi ihya etmiştir. Sadece taşla çeviren kimse de
ihya etmiş ve onu mülk edinmiştir. Bu nedenle ihya belli tür bitkilere has
olmadığı gibi sadece tarımsal faaliyetlere de has değildir. Topraktan
faydalanmayı sağlayan, imar eden her türlü iş ihya sayılır.
Tarım yapmak veya
tarıma elverişli hâle getirmekle araziyi ihya eden her bir şahıs, yukarıda da
ifade edildiği üzere daha sonra araziyi ihmal eder, ziraat yapmak ya da başka
bir şeyle araziden faydalanmayı bırakırsa ziraat yapmak suretiyle araziyi imar
etmesi istenir. Bunu yapmazsa devlet başkanı araziyi ondan alır ve işletecek
olan bir başkasına verir. Bu husus sadece ihya edilen araziler hakkında değil
tarıma elverişli tüm araziler hakkında geçerlidir. İhya, tahcir, miras veya
satın alma yollarından herhangi biri ile mülk edinilmiş her kimin elinde bir
tarım arazisi varsa bu araziyi faydalanma şekillerinden herhangi birisi ile üç
yıl süre ile işlemez de ihmal eder ise devlet araziyi ondan alır ve bir
başkasına verir. Ancak herhangi bir bitki veya ağaçlandırma suretiyle tarım
yaparsa bu durumda devlet arazisini ondan almaz. Çünkü arazi işletilmiş ve kendisinden
faydalanılmıştır. İşte bu uygulamalar tüm tarımsal alanların işletilmesi için tam
bir teşviktir.
İkta Yoluyla
Devletin Arazileri Faal Hâle Getirmesi
Devlet, kendine ait olup işletilmeyen yerleri ümmetin fertlerine mülk
olarak vererek buralardan yararlanmalarını sağlayabilir. Devlet sahipsiz bazı
arazileri ikta yolu ile fertlere mal olarak verebilir. Nitekim Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem Medine’ye geldiğinde Ebû Bekir ve Ömer RadiyAllahu Anhumâ’ya arazi ikta etmiştir. Yine Zübeyr RadiyAllahu Anh’a da geniş
bir araziyi ikta etmiştir. O’ndan sonra gelen raşid halifeler de bu uygulamayı
sürdürerek devlete ait bazı arazileri fertlere ikta etmişlerdir. Bu yolla
fertlerin arazileri işletmesi sağlanmıştır.
Ancak kişinin sahip
olduğu arazi, tarım arazisi değil de bina yapmaya elverişli bir arazi ise üç
yıl süre ile ihmal edilmesi hâlinde sahibinin elinden alınmaz. Çünkü bu hâlde
tarım yapmak söz konusu değildir.
Arazilere dair
bütün bu hükümler onun boş kalmasını engellemek, insanları arazileri kullanmaya
teşvik etmek dolayısıyla da tarımsal faaliyetlerle arazilerin en yüksek
derecede ekonomiye katkı sağlamasını amaçlamaktadır.
Aynı şekilde
hayvancılıkta da aynı teşvikler söz konusudur. Bu sektör için bilimsel tüm
tekniklerin kullanılması teşvik edilir, hatta laboratuvar ortamlarında ıslah ve
verim artışı, çoğaltma ve klonlama teknikleri kullanılır.
Yine meralar kamu
mülkiyetindedir ve fertlerin buraları mülk edinmesine izin verilmez. Bu da
büyük ve küçükbaş hayvancılık için önemli unsurdur.
İbni Abbas
RadiyAllahu Anh’dan Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediği
rivayet edildi: الْمُسْلِمُونَ
شُرَكَاءُ فِي ثَلاثٍ فِي الْكَلا وَالْمَاءِ وَالنَّارِ “Müslümanlar üç şeyde ortaktır; su, mera ve ateş.”[1]
Bu hadis, fertlerin su, ateş ve meralarda ortak olduklarının ve
bunların fertlerin mülkiyetine girmesinin yasaklandığının delilidir.
Bitkiler ile
hayvanların kalitesini iyileştirmek ve bunlardaki üretimi artırmak şer’î yönden
teşvik edilen mubahlardandır. Bitkilerin ve hayvanların, özellikle çaresiz
olanlar olmak üzere insan hastalıklarının tedavisi amacıyla bir ilaç olarak
kullanılması, İslâm'ın mendup kıldığı hususlardandır. Çünkü tedavi, mendup
olduğu gibi tedavi için ilaç üretilmesi de menduptur. Zira Enes RadiyAllahu
Anh'tan, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
إِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ حَيْثُ خَلَقَ الدَّاءَ خَلَقَ
الدَّوَاءَ فَتَدَاوَوْا
"Muhakkak ki
Allah Azze ve Celle hastalığı yarattığına göre devasını da yaratmıştır. O hâlde
tedavi olunuz."[2]
Aynı şekilde hem
ineğin, koyunun, devenin, atların ve benzerlerinin kalitesinin yükseltilmesi,
hem de bu hayvanların üretimini arttırmak amacıyla teknolojik gelişmelerin kullanılması
gerekmektedir. Hâlbuki günümüzde Allahu Teâlâ’nın insanların yararı için
yarattığı hayvanları neredeyse hayatımızdan çıkardık. Teknolojik yenilikleri
üretmek ve verimi artırmak için kullanmak yerine tüketmek ve farkında olmadan
tüketilmek için kullanır olduk. Çünkü kapitalist sistem tüm kurumlarıyla bizi,
benliğimizi, değerlerimizi, kazanımlarımızı, hayatımızı kısacası her şeyimizi
sömürüyor, tüketiyor, yok ediyor.
O halde; kapitalizm
için karın tokluğuna köle gibi çalışmaktan ve çökertilen tarım ve hayvancılığı yeniden
bereketli hale getirecek olan sadece İslâm’a ait arazi hükümleridir. Bunların
uygulamaya konulması ile kısa sürede bu alanlarda refah seviyesi yükselecektir.
Fakat asıl sürekli ve kâmil kalkınma; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
müjdesi olan ikinci Râşidî Hilâfet Devleti ile mümkün olacaktır. Bu devlet ile nelerin
değişeceğini siz düşünün.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış