Fizik
bilimindeki Newton’un etki-tepki yasasını çoğu insan bilir. Bu yasaya göre, bir
nesneye hangi oranda bir kuvvet etki ederse, o nesne de aynı oranda ama zıt
yönde bir kuvvet ile tepki verir. Bu bilimsel bir yasa olduğundan, sosyal bir
varlık olan insana birebir uymaz. Ancak, ırk ya da kavim bazında milliyetçilik
duygusunun tezahür etmesi için ikinci bir ırkın ya da kavmin var olması
gerektiğini görüyoruz. Dolayası ile bir arada ya da yanyana yaşayan farklı
milletlerden birinin milliyetçi bir duyguya kapılması hâlinde diğer milletler
de tepkisel bir reaksiyon ile milliyetçi duygulara sahip olurlar. Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın izni ile bu
yazıda Türk ve Kürt milliyetçiliğinin birbirini nasıl tetiklediğini ele almaya
çalışacağım.
İslâm
nizamının hâkim olduğu, insanların fikir ve duygularına İslâm’ın yön verdiği
toplumlarda kavim bazında milliyetçilik ortaya çıkmamaktadır. İslâm tarihinde
bu durumu net bir şekilde görebilmekteyiz. En son İslâmi devlet olan Osmanlı Devleti’nde
Türkler, Kürtler, Araplar ve diğer milletler asırlarca bir arada ve kardeşçe
yaşadılar. Ancak ne zaman ki Müslümanlarda İslâmi fikir ve duygular zayıfladı
ve ardından nizamı uygulayan İslâmi devlet zayıfladı, Batı’nın ürettiği, insan
fıtratına ters, bozuk fikir ve duygular Müslümanlar arasında yer edinmeye
başladı. Bu fasit duygulardan biri de milliyetçilik idi. Bugün Türk ve Kürt
halkında meydana gelen milliyetçi duyguların sebebini anlamak için, Batı’nın bu
duyguları ümmete enjekte ettiği döneme bakmak gerekir.
Batı,
son İslâmi devlet olan, geniş bir coğrafyaya hâkim olan ve yönetimi altında
yetmişten fazla milleti barındıran, kendi nezdinde “hasta adam” olarak
tanımladığı Osmanlıyı yıkmak için milliyetçiliği bir disiplin dâhilinde
organize etti. Başta Türk ve Araplardan olmak üzere birçok milliyetçi teşkilatı
tesis etti. Bunlardan en önemlisi ve etkilisi Türklerden teşekkül ettirilen,
1860’lı yıllarda Jön Türkler ismini alan daha sonra 1889 yılında kurulan
İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. Bu cemiyet, Batı devlet modeli ve yaşam tarzını
istemekle birlikte esasi gayesi Türkçülük olmuştur. Cemiyet daha sonra resmî
bir parti statüsünde çalışarak ve Batı’nın yardımı ile hızlı bir şekilde
büyüyerek, Halife Abdülhamid’i tahtan indirmek sureti ile yönetimi ele geçirmiş
ve bozuk fikir ve duygularını daha fazla yayma imkânını elde etmiştir.
Sultan
Abdülhamid tahttan indirildiği zaman, Kürtler bunu kaygı ile karşılamakta ve
bunu İslâm’ın bekası için ciddi bir sorun olarak görmekte idi. Harput’un Kürt
Müftüsü “Bu İslâm’ın sonu” diye
feryat ediyordu. 1908 tarihinde Seyyid Abdulkadir öncülüğünde kurulan Kürt
Teavun ve Terakki Cemiyeti, tüzüğünde belirttiği üzere Kürtlerin amacı, büyük halifelik
makamına ve yüce sultanlığa olan bağlılığını arttırmaktı. Cemiyetten Babanzade
İsmail Hakkı’ya göre “Kürt kavmi önce İslâm,
sonra Osmanlı, sonra da Kürt idi; asla Osmanlılardan ayrılmamalıydı.”
İttihat ve Terakki’nin uygulamaları Osmanlı’yı yok oluşa sürüklerken, bu durum
Kürt halkı nezdinde kabul görmüyordu. 19. yüzyılın ortalarında başlayan “Türkçülük”
akımına rağmen 20. yüzyılın başlarında dahi Kürtlerde milliyetçilik
duyguları daha zuhur etmemişti. Bunun sebebi İslâmi duyguların hâlen
canlılığını sürdürüyor olması idi.
Osmanlı
Devleti’nde insanları birbirine bağlayan esasi unsur İslâm idi. Etnik kimlik
Kürtler açısından hiçbir zaman bir ayrılık veyahut çatışma unsuru olarak
görülmedi. Ulusalcılık anlayışı, Batı’nın teşviki ile diğer etnik unsurlarda
baş gösterdiği hâlde Kürtlerde bir etkiye verilen tepki neticesinde ortaya
çıkmıştır. İlk Kürt ulusalcılık söyleminde bulunan Ekrem Cemilpaşa ve Celadet
Ali Bedirxan’ın hatıratları bunu açıkça ortaya koymaktadır. Celadet Ali Bedirxan M. Kemal’e yazdığı
mektupta şunları dile getiriyordu: “Dinlediğimiz
konferanslarda Yusuf Akçura (Rusya-Kazanlı), Ahmed Agayef (Azebaycanlı) ve diğer milliyetçiler ‘Herkes Türk’tür’
diyorlardı. Bunu kabul edemiyorduk. Türk Ocakları, Türk Yurtları kuruluyordu.
Bu ocaklar sizi Türkçü yetiştirdiği kadar bizi de Kürtçü yetiştiriyordu.”
Ekrem Cemilpaşa ise şunları aktarıyor: “İstanbul’da
okurken ‘Yaşasın Türkler’ yazılarını tahtada gördüğümüzde biz de ‘Yaşasın Kürt
ve Kürdistan’ yazmaya mecbur olmuştuk.”
Görüldüğü
gibi Jön Türkler ile başlayıp İttihat ve Terakki cemiyeti ile kısmen resmî bir
hâl alan Türkçülük, belli bir süre sonra karşıt bir tepki görmeye başlamıştı.
Ancak bu milliyetçi tepki özellikle İstanbul’da eğitim gören zengin Kürt
gençleri ve çok az sayıda kişiler ile sınırlı kalmıştı. Zira Birinci Dünya
Savaşı’nda Kürtler, halifenin cihat çağrısını işittiklerinde top yekûn olarak ümmet
olma şuuru ile cansiperane bir şekilde birçok cephede savaştılar.
1918
yılında Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan Kürt Teali Cemiyeti Başkanı
Seyyid Abdülkadir, Tükler ile yardımlaşma ve birlikteliği savunup Sevr
Antlaşması’nı reddederken, aynı cemiyette yer alan Jön Kürtlerden Bedirhaniler
bağımsız bir Kürdistan istiyordu. 1921 yılında Sivas ve Dersim dolaylarında
Alevi Kürtlerden oluşan Koçgiri İsyanı Kürtlerden destek görmedi. Bunun sebebi
isyanın Wilson prensipleri doğrultusunda bağımsız bir Kürdistan hedefinin
olmasıydı.
İstanbul’un
işgali sonrası Jön Kürtlerden Ekrem Cemilpaşa ve arkadaşları işgal sonrası
Osmanlı’nın kangren olduğunu ve kangren olan uzvun kesilmesi gerektiğini, yani
Kürtlerin bağımsızlığını savunuyordu. Fakat bu anlayışa karşı çıkan Kürt halkı,
Kazım Karabekir’e şu telgrafı çekiyordu: “Hilâfet
ve Saltanat makamının uğradığı tecavüz ve ihanetin tazmini, mevcudiyet ve
istiklalimizin (varlığımızın ve bağımsızlığımızın) temini için son damla
kanlarımıza kadar mukavemete (direnişe) ahdediyoruz.”
Ülkenin
birçok yeri Batılılar tarafından işgal edilirken Kürtler, Maraş, Antep ve
Urfa’da yabancı güçlere karşı bir savaş içerisine girmişti. İngiliz hükümeti
tarafından Kürt aşiretleri Osmanlı’ya karşı kışkırtmak üzere bölgeye gönderilen
İngiliz Binbaşı Noel, Kürtlerin Türk dostu ve İslâmi bir çizgide çalıştıklarını
ifade ederek başarısızlığını itiraf ediyordu.
M.
Kemal, ülkede Batı/İngiliz emperyalizminin ayaklarını sağlamlaştırmak adına
doğudaki Kürt aşiretlerine, şeyhlerine ve liderlerine mektuplar yazarak onların
desteğini alma yoluna gitti. Nutuk adlı eserinde yayınlanan bu
mektuplarda Hilâfet makamının ve Osmanlı saltanatının büyük bir tehlikede
olduğunu ve halifenin esaretten kurtarılması gerektiğini belirterek saygılı bir
üslupla yardım dileniyordu. Hakimiyet-i Milliye gazetesinin 5 Mayıs 1920
tarihli sayısında yayımlanan “Halifenin
esaret ve hakaretten kurtarılması”nı
savunan fetvayı Kürt âlimler de imzaladı.
Cumhuriyetin
ilanı ve Hilâfet’in kaldırılması ile birlikte ümmet anlayışından ulus
anlayışına geçiş yapıldı. Herkes tepeden inmeci bir anlayışla Türk kabul edildi
ve ettirilmeye çalışıldı. İslâm yerine Türk milliyetçiliği yerleştirilmeye
çalışıldı. Oldubittiye getirilen cumhuriyetin
ilanından sonra İslâm’a dair ne varsa hayat sahasından silinmeye başlanıldı. İslâm
dışı her unsur da demir yumruk yönetim tarzı ile getirildi ve halka dayatıldı.
Son kırk yılın nice can ve mal kaybına sebebiyet veren “Kürt Meselesi”nin
doğmasına da esas teşkil eden sorunlar giderek arttı.
Yeni
bir ulus “yaratmak” şiarıyla yola koyulan cumhuriyet rejimi, çok yönlü inkâr,
imha, sürgün ve asimilasyon politikasını hayata geçirdi. Bu süreçte birçok
katliam yapıldı. Asimilasyonun boyutunu görmek için coğrafi isimlerde yapılan
değişikliklere bakmak yeterli olacaktır. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan
coğrafyasında Kürtçe coğrafi isimler yerine Türkçe uyduruk isimler verildi.
Türkçü Cumhuriyet, il, ilçe, köy, mezra, nehir, göl, dağ, ova vs. 28 bin
yerleşim birimi ve coğrafi alanın adını zorla değiştirmiştir.
Hilâfet’in Kaldırılması ve Şeyh Sait
Kıyamı’nın Sonrası
Hilâfet’in
kaldırılması bir dönüm noktasını teşkil etti. 13 asır boyunca birçok milleti
bir arada tutan ve Kürtlerin de sadakatle bağlı oldukları, uğrunda mücadele
verdikleri Hilâfet, ortadan kaldırılıyordu.
Moğolların ve Haçlıların ortadan kaldıramadığı Hilâfet’i, her fırsatta Hilâfet’in
lüzumundan bahseden M. Kemal, Batılı devletlerin ve içteki Batılılaşmış
hainlerin yardımı ile "gerekirse
bazı kelleler gidecektir" diyerek onu kaldırdı.
Hilâfet’in
kaldırılması, Kürtler arasında büyük bir tepkiyle karşılandı. Bozan aşiret
reisi Şahin Bey, 15 Nisan 1924’te Halep’te yayımladığı bildiride, Süleymaniye
Dağlarından Karadeniz’e uzanan 20 milyon Kürt için isyan çağrısı yapıyordu.
Cumhuriyet’in
ilanından sonra en büyük başkaldırı hareketi “Şeyh Sait Kıyamı”dır.
Kıyama dair detaylı bilgiler başka yazılarda ele alındığı için burada tekrar
edilmesine gerek yoktur. Bu kıyamın gayesi, resmî kaynaklarda geçtiği gibi bir
milliyetçi ayaklanma değildi. Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılayan mahkeme
heyeti, Şeyh’in kıyamını sürekli olarak, bir Kürt isyanı olarak lanse etme
çabasına karşın Şeyh Sait; ısrarla kıyamının, Hilâfet’in ve şeraitin
kaldırılması akabinde “Din ve Allah
için” olduğunu ifade ediyordu.
Şeyh
Sait Kıyamı’ndan sonra M. Kemal’in liderliğinde, ülke genelinde bir “temizlik
harekâtı” başlatıldı. Çıkarılan Takrir-i Sükûn ve iskân politikaları ile doğuda
yapılacak katliamlar için meşru zemin oluşturuldu. Kürt dilinin men edilmesi
maddesi dâhil birçok maddeyi kendi içinde barındıran “Şark Islahat Planı”
yol haritası kabul edildi. Doğuda 206 köy yıkıldı, 8752 ev yakıldı, 15206 kadın, erkek ve çocuk öldürüldü. Yüz
binlerce kişi zorunlu göçe tâbi tutuldu.
Asimilasyon,
inkâr, baskı ve şiddet politikaları ile kendini var etmeye çalışan cumhuriyet
rejimi, Kürtlere Türk olduğu iddiasını silah zoruyla kabullendirilmeye
çalışılıyordu ve Kürtçe konuşanlar cezalandırılıyordu. Belediyenin zabıta
memurları Kürtçe konuşanlara para cezası kesiyordu. Cumhuriyetin, Türkçülüğü
nasıl kendisine esas aldığını ve Kürtlere yönelik bakışının nasıl olduğuna
birkaç örnek vermek yeterli olacaktır. Çünkü bunca dayatma ve tahkir karşısında
hiçbir millet kayıtsız kalamaz.
Örneğin,
M.Kemal’in evlatlığı Afet İnan, kafatası ölçümleri yaparak Türklerin üstün ırk
olduğunu savunuyor, 1932’de Türk Tarih Kongresi’nde kafatası ölçümleriyle
ilgili ‘bilimsel tebliğ’ sunuyordu.
Dönemin
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Kürtler hakkında şöyle diyordu: “Kürtlerin durumuna gelince, kültürel
düzeyleri o kadar düşük, zihniyetleri o kadar geridir ki, Türk ulusal yapısı
içinde barınamazlar… Çoğu İran ve Irak’a göç edebilir, kalanlar ise yaşam
mücadelesinde zayıfların yok olma sürecine tâbi olacaklardır.”
Başbakan
İsmet İnönü ise şöyle diyordu: “Türk çoğunluğunun
yanında diğer unsuların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun
ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türklüğe karşı çıkanları yok
edeceğiz.”
Tabii
ki, cumhuriyet rejiminin bu minvalde sözlerini aktarmak belge ve kaynaklarıyla
beraber kitap hacmini zorunlu kılacağından, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat
Bozkurt’un 17 Eylül 1930’da Ödemiş’te yaptığı açıklamayı aktarmakla
yetineceğim: “Benim fikrim ve kanaatim
şudur ki dost da düşman da bilsin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk
olmayanların Türk vatanında tek bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle
olmaktır. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin.”
Cumhuriyeti
kuran kadronun belirlediği öncelikli tehditler; İslâm ve Kürtler idi. Bunların
bertaraf edilmesine yönelik sert önlemler alındı. Böylece bu iki büyük tehdide
karşı çok boyutlu ve geniş çaplı bir imha kampanyası başlatıldı. İslâm “laiklik”
ile hayattan tamamen uzaklaştırıldı. Başta Kürtler olmak üzere diğer milletleri
de eritmek adına milliyetçi ulus-devlet yapısı yerleştirilip, ümmetçilikten
vatandaşlığa dönüldü.
Cumhuriyetin, Türk Milliyetçiliği
Dayatmasının Doğurduğu Örgütler
Cumhuriyetin
kurulması ve devletin laik ve Türk milliyetçiliği esası üzerinde şekillenmesi
akabinde, cumhuriyetin kurucu kadroları gibi milliyetçiliği esas alan örgütler
de doğdu. Bunlardan ilki ve tepkiselliğin en bariz örneği Hoybun (Xoybun) örgütüdür.
Cumhuriyetin
Türkçü bir zemin üzerine inşa edilmesi ve uygulanan asimilasyon politikalarına
karşın ilk aksüamel refleks gösteren Hoybun örgütü, 1927 yılında Suriye’de
kuruldu. Kendini ulusal bir Kürt örgütü olarak tanımlıyordu. Örgüt, tüzüğünde
amacını şöyle açıklıyordu: “Türkiye
boyunduruğu altında bulunan Kürdistan ve Kürtlerin kuruluşu ve doğal ve ulusal
sınırları içinde bağımsız bir Kürdistan Devleti kurmaktır. Bu amaca ulaşmak
için örgüt, tüm Kürtleri etrafında toplayacak, karşılıklı çıkarlar esası
çerçevesinde her türlü unsurla ilişkiye geçecektir.”
Hoybun
örgütü, söylem ve amaçları ile Kürt tarihinde Kürtlerin ulusal kimliklerini bu
kadar çok ön plana çıkaran ilk örgüt olma özelliğine sahiptir. Çoğunluğu
Avrupa’da eğitim görmüş örgüt üyelerinde, laik-ulusalcı bir kimlik ön plana
çıkmaktaydı. -Zaten böyle olmamış olsalardı milliyetçi bir oluşum içine girmezlerdi.-
Bu örgüt tepki olarak doğduğu Türk milliyetçiliğinin bir kopyasını
gerçekleştirme yolunu seçmişti. Örgütün askerî lideri İhsan Nuri, Kürtlerin “Ari
ırktan” geldiğini iddia ediyordu. Örgütün siyasi lideri Celadet Bedirhan “Güneş
Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi”ne karşılık bütün medeniyetlerin
kökeninde Mezopotamya ve Kürtlerin olduğunu savunuyor, yani bir tür “Kürt
Tarih Tezi” kurguluyordu. Nuri Dersimi, M. Kemal’in Gençliğe hitabesine
benzeyen bir “Kürt Gençliğine Çağrı” metni yayınladı. Kadri Cemilpaşa
ise “Kürt dilinin eski ve güzel parlaklığı”nı işleyerek adeta “Güneş
Dil Teorisi”nin Kürt versiyonunu yazıyordu.
Türkiye
Cumhuriyeti çok partili dönemde de Kürtlere yönelik aynı milliyetçi yaklaşımını
devam ettirdi. Dolayısı ile Türkçülüğün sadece cumhuriyeti kuran kadronun
değil, devletin temel taşı olduğu ispatlanıyordu.
Kemalist
tek parti diktatörlüğünün yıllarca uyguladığı zulümden dolayı birçok kesim Demokrat
Parti’ye teveccüh etti. Sürgünde olan birçok Kürt muhalif yurda geri dönüş
yaptı. DP, muhalif Kürt kesimlerinden birçoğunu doğuda milletvekili göstererek
kendi içerisinde eritme ve kontrol etme yolunu seçti. DP’nin lider kadrosunda
yer alan Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Adnan Menderes de
laik-ulusalcı bir temele dayanıyordu. Uygulamaları ve zihniyet yapısı
Kemalizm’den pek de farklı değildi ki bu isimler CHP’den çıkmış kişilerdi.
1960
İhtilali (27 Mayıs Darbesi) sonrası Kürtlere yönelik resmî ideolojinin
öngördüğü şekilde politikalara devam edildi. Türkiye’nin en temel sorunlarından
birini “çözmek” deyince aklına “beş bin
veya iki bin beş yüz Kürt’ü toparlayıp imha etmek veya kamplara koymak”
geliyordu. Cemal Gürsel, Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada da şunları dile
getiriyordu: “Bu memlekette Kürt yoktur,
Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm.”
Hükümetler
değişiyordu ama devletin Kürtlere yönelik bu bakışı değişmiyordu. Türkiye’nin
60’lı yılları, sosyalizm rüzgârının estiği yıllardı. Bu süreçte çoğu Kürt
milliyetçisi Türk sol örgütleri içinde yer aldı. Daha sonraları peş peşe ondan
fazla sosyalist, Marksist, Maoist Kürt örgütleri kuruldu. Ancak daha sonra
PKK’nin ortaya çıkışı ile bu örgütler zamanla bittiler. Bir kısmı isteyerek bir
kısmı da zorla PKK’nin çatısı altına girdi. PKK de zamanla büyüyerek, devletin
bile -çözüm süreci içinde- kendisini Kürtlerin temsilcisi olarak gördüğü bir
örgüt hâline geldi.
Bağımsız
sosyalist bir Kürdistan söyleminden Demokratik Cumhuriyet söylem ve hedefine
evrilen PKK, bugüne kadar Kürt halkı üzerinde en etkili örgüt olmuştur. PKK’nin
en başından bu yana eylem ve söylemleri incelediğinde, tıpkı Hoybun gibi
cumhuriyetin üzerinde temellendiği esasların Kürt versiyonlarını üretmiştir.
Ulusa dayalı bir devlet anlayışından laikliğe kadar, harf inkılâbından dil ve
tarih tezlerine kadar, eğlence anlayışından kadınları daha fazla özgürlük
düşüncesi ile ön plana çıkarmaya kadar, milli bayraktan, milli bayramlara,
milli marşa kadar, kısacası modern Batı devletleri için geçerli her hususu
belirleme yoluna gitti.
Örgüt,
Kürtlerde milliyetçilik duygularını kabartmak için uygun olan zemini kullanmış
ve bunda büyük oranda başarılı olmuştur. Devletin güvenlik güçleri ile girdiği
çatışmalarda halkı, milis güçler adı altına dâhil ederken, devletin sivil halka
kaba davranacağını çok iyi biliyordu. Akabinde devletin, ötekileştiren, tepeden
bakan, soğuk yüzüne tanıklık eden Kürt halkı örgüte daha fazla yöneliyordu.
Şu
bir hakikattir ki PKK’yi var eden ve büyüten devletin ta kendisidir. Yukarıda
da belirttiğim gibi, halkları birleştiren asıl bağ olan İslâm, ortadan
kaldırıldıktan sonra, devletin Türkçülüğü esas alıp Kürtlere yönelik giriştiği
bu inkâr ve asimilasyon karşısında tepkisel bir hareketin çıkmamasının akli bir
izahatı yoktur. Özellikle 1980 darbesinden sonra Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi'nde
ağır işkence ve kötü muamelelere tâbi tutulan tutukluların büyük çoğunluğu
örgüte katılmış ve örgütü büyütmüştür. Ayrıca örgütü ortadan kaldırmak amacıyla
kurulan JİTEM’in doğu bölgesinde halka yönelik yaptığı aşağılayıcı uygulamalar
ve faili meçhul cinayetler örgütü büyüten bir diğer faktördür.
24
yıl boyunca bölgede uygulanan OHAL ile halk doğal yaşamından koparılıp göçe tâbi
tutulmuş, örgüt bahanesi ile bölge halkına devlet refleksiyle birçok haksızlık
yapılmıştır. Yaşanan göç ve hukuksuzluklar örgüte aidiyeti arttırmıştır.
Yaklaşık
üç bin köyün örgüt ile mücadele sebebiyle boşaltılması, bazılarının yakılması
ciddi travmalara sebebiyet verdi. Birçok kişi örgüt saflarına katıldı.
Koruculuk sisteminin neticesinde köylerde devlet gölgesi altında yapılan
zulümler de örgütü büyütmüştür.
Ayrıca,
90’lı yıllarda Hizbullah ve PKK arasında çıkan çatışma neticesinde, medyada
aylarca mezar evler, domuz bağı ve birçok karalayıcı argümanların uzun süre
işlenmesiyle de Kürtler arasında bir İslâmifobia oluşturuldu. Bu yaşananlardan
sonra tekrar örgütün ekmeğine yağ sürüldü ve Kürtler artık her türlü İslâmi
çalışmaya kuşkuyla yaklaşmış ve mesafeli durur oldular.
Cumhuriyetin
Türk milliyetçiliği, PKK’yi meydana getirdi, PKK de Kürt milliyetçiliğini
uyandırıp yaygınlaştırdı. Devletin, Türk milliyetçiliğini resmi eğitimin temeli
kılması sonucu Türklerde zaten genel bir milliyetçilik duygusunu oluşturdu.
Bununla birlikte PKK ile girilen çatışmalarda ölen asker ya da polis cenazeleri
medyada yoğun bir şekilde işlenerek, Türk halkında özellikle Kürtlere karşı
milliyetçilik duygusu kabartılıyordu. Galeyana gelen halk, batıdaki Kürtlerin
yaşadığı evlere veya işyerlerine saldırılınca doğuda Kürt milliyetçiliğini
tahrik ediyordu. Böylece milliyetçilik, sadece devlet ve örgüt ile sınırlı
kalmayıp halklara ciddi anlamda sirayet ediyordu. Batı illerine çalışmaya veya
okumaya giden Kürtlerin, Türk milliyetçilerinin davranışları karşısında
Kürtçülük duyguları harekete geçiyordu. Özellikle gençler ve öğrenciler
üniversitelerde sosyalist gruplara ya da doğrudan PKK’nin öğrenci çalışmalarına
dâhil oluyorlardı. İşçiler, PKK ekseninde hareket eden partilerin
teşkilatlarını kendilerine kucak açan mekânlar olarak görüyorlardı.
Ancak
Kürt milliyetçiliğini yapan Kürtler, milliyetçilik yaptıklarını kabul etmezler.
İstek ve söylemlerini devletin yapa geldiği zulümlere karşılık doğal bir
refleks olarak değerlendirirler. Taleplerinin sadece gasp edilmiş doğal
haklarını geri almak olduğunu iddia ederler. Bu kadar büyük bir nüfusa sahip
bir halk olarak, kendilerine ait bir devletlerinin olmasını, kendi dillerini ve
kültürlerini yaşamak istemelerinin en doğal hakları olduğunu ifade ederler.
Evet, diğer ulus devletlerini meşru gören bir anlayış gereği bu durum pek
doğaldır. Eğer ki bir insan, Türk, Arap ve Fars milletleri için ulusa dayalı
devleti bir hak olarak görüyorsa niye Kürtlere bunu hak olarak görmesin? Bir
ulus için tanınan bir hak, bir diğerine tanınmıyorsa, bu apaçık şovenizmdir.
Kişinin
kendi milletini sevmesi, Müslüman ise mubah dairesi içinde diğer milletlerden
farklı bir örf ve kültüre sahip olması, örfünü yaşamak istemesi veya kendi
dilini konuşmak istemesi milliyetçilik değildir. Ancak burada şu hususu
hatırlamak gerekir. Milliyetçilik; sadece kendi milletini üstün görmek,
diğerlerini tahkir etmek, kendine tanıdığı bir hakkı diğerine tanımamak
değildir. Buna ek olarak, bir başkasını tahkir etmese bile, kişinin kendi
milleti ile ataları ile tarihi ile övünmesi milliyetçiliktir. Kendi milletini
diğerlerinden ayırt edici birtakım söylem ve semboller tayin etmesi de milliyetçiliktir.
Örneğin milletine has bir bayrak edinmesi, milletine has bir vatan belirlemesi,
milletine has bazı antlaşmalar yapması da milliyetçiliktir. Diline, kültürüne,
tarihine has gün ve bayramlar tayin etmek de milliyetçiliktir.
İslâm
penceresinden bakan biri için, hiçbir “millilik” meşru değildir. Hangi ırk için
olursa olsun millilik İslâm’a göre caiz değildir. Bu bağlamda, ulus devlet
sistemi, uluslara ait bayraklar ve milli bayramlar vb. bütün hususlar
milliyetçilikten ileri gelirler ve hiçbiri caiz değildir. Hangi ulus olursa
olsun, kendisini diğerinden ayrıştıran bir özelliği öne çıkarması, kendisine
has birtakım söylem ve semboller edinmesi doğru değildir. Milliyetçilik, gerçek
anlamı ile gayri insani bir duygudur. İnsanın, tercih etme imkânına sahip
olmadığı bir husus ile övünmesi veya yermesi, İslâm’dan ziyade insanlık dışı
bir husustur.
Sonuç
olarak, asırlarca iç içe ve yan yana yaşayan, önce cumhuriyetin sonra da buna
tepki olarak doğan örgütlerin milliyetçi söylem ve eylemleri sonucunda bu iki halkta
onarılmaz yaralar oluştu. Çok canlar yitirildi ve çokça acılar çekildi ve hâlen
çekilmeye devam ediliyor. Bu acılara İslâm’dan başka hiçbir düşünce veya din
çözüm olamaz. Bir asra yakın bir süre birbiri ile savaşan, Medine halkından Evs
ve Hazreç kabileleri nasıl ki İslâm ile bir araya gelip kardeş oldularsa,
yaşadıklarını İslâm ile unuttularsa, Kürt ve Türk halkları da acılarını ancak İslâm
ile unutur ve tekrar kardeşçe yaşayabilirler. Aksi takdirde bu halklarda
milliyetçi duygular olduğu sürece, hikâyede geçtiği üzere ne evlat acısı ne de
kuyruk acısı unutulur.
Son
söz olarak, bu meseleyi çözmek yerine daha çok Kürtlerin devlete teslimiyetini
artırmak için, oluşan taleplerinden vazgeçirmek adına, Türkler tarafından İslâm,
menfi olarak çokça kullanıldı maalesef. Örgütün, bu durumu iyi propaganda
yapması sonucu Kürtlerin büyük bir kısmı, İslâmi çözüme karşı önyargılıdırlar.
Oysa aklıselim ile teorisine ve pratikliğine bakıldığında milliyetçiliğin
yegâne panzehrinin İslâm olduğu görülecektir. Çünkü İslâm, bütün insanlara
geldi ve insanın, sahip olduğu özellikleri ile ihtiyaçlarını giderir. İslâm,
hiçbir insana veya ırka bir imtiyaz vermez. İslâm, insanın kibir, hırs ve
tutkularına esir düşmesini, kula kulluk yapılmasını engeller. İslâm, insanı bu
dünya hayatında adil ve müreffeh bir yaşama, ahrette de Allah’ın rızasına ve
nimetlerine kavuşturur.
وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَٓا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ اِنَّني مِنَ الْمُسْلِمينَ
“Allah'a çağıran, salih amel işleyen
ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” [Fusilet
Suresi 33]


Yorumlar