Muhafazakârlık
konusunda ilk teorik eser İngiliz düşünür Edmund Burke tarafından yazılmıştır.
Fransız Devrimi’nden hemen bir yıl sonra yani 1790’da ortaya konmuş olan “Fransa’da
Devrimin Etkileri” adlı eserdir. Muhafazakârlığın kadim ideoloğu sayılan
Burke, İngiliz ve Fransız devrimlerini karşılaştırarak, toplumsal bir reform
için “yapılması gerekenler” ve “yapılmaması gerekenler”i
sıralayarak, Fransız Devrimi yerine İngiliz Devrimi’nin yöntemlerini
önermiştir. Çünkü İngiliz Devrimi’nde bir hanedanın yerine başka bir hanedan
gelmiş ama sonuçta hanedanlık kurumu korunmuştur. Burke, geleneksel kurumları
koruyarak, onlarla uzlaşarak ve otoriteyi yıkmadan gerçekleştirilecek doğal bir
değişimi savunur. Burke’den sonra Joseph de Maistre, Russell Kirk gibi düşünürler
de muhafazakârlığın fikir babalığını yapmışlardır.
Muhafazakârlık;
öncelikle bir ideoloji değildir. Ancak bir fikir ya da bir fikrin üslubu
denilebilir. Bu fikrin dayandığı esas, dinin hayattan ayrılması gerektiği
(laiklik) düşüncesinden çıkmış olan demokrasinin farklı bir uygulamasıdır. Bu
kavram İslâmi olmadığı gibi İslâm ile de taban tabana zıt bir düşüncedir. Bu
düşünce özellikle yeni nesil açısından yeni bir kavram olsa da toplamda 200
yıllık bir tarihi var. Türkiye’de Demokrat Parti, Doğru Yol Partisi ve Anavatan
Partisi döneminde kısmen uygulanmaya çalışılsa da, asıl olarak AK Parti
iktidarı döneminde ete ve kemiğe bürünmüştür. AK Parti’nin kuruluşunda Başbakan
Erdoğan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan, “Muhafazakâr Demokrasi”
isimli bir kitap yazarak AK Parti’nin bir nevi felsefesini ortaya koymuştu!
Edmund
Burke’nin yazdığı muhafazakâr düşüncenin temel kitabı; “Fransız Devrimi
Üzerine Düşünceler” isimli kitaptır. Türkçeye çevrilen kitabın editörlüğünü
Bekir Berat Özipek ve Cemal Fedayi yapmıştır.
Bekir
Berat Özipek muhafazakârlığın tarifini şu şekilde yapıyor: “Muhafazakârlık, insanın akıl, bilgi ve
birikim bakımından sınırlılığına inanan, bir toplumun tarihsel olarak sahip
olduğu aile, gelenek ve din gibi değer ve kurumlarını temel alan, radikal
değişimleri ifade eden sağ ve sol siyasi projeleri reddederek ılımlı ve tedrici
değişimi savunan ve siyaseti, bu değer ve kurumları sarsmayacak bir çerçeve
içinde sınırlı bir etkinlik alanı olarak gören bir düşünce stilidir.”
Parry'e
göre liberalizm ve muhafazakârlık, temelde Batı uygarlığının kendi içindeki
krizin ve bu krize verilen birbirinden radikal biçimde iki farklı cevabın ürünü
olarak dünyaya gelmişlerdir.
Giddens,
muhafazakârlığı sağcılıktan ayırmaktadır. Hayek'e göre ise muhafazakârlığa
klasik iki uçlu siyaset yelpazesinde bir yer bulmaktansa, bir ucunda liberalizm,
diğer ucunda sosyalizm ve üçüncü bir ucunda muhafazakârlığın yer aldığı üçgen
formatı, yeni siyasal konumlandırmaya daha uygundur, der.
Muhafazakârlık Nedir?
En
basit şekliyle muhafazakârlık; mevcut düzeni ve sistemi muhafaza etmeye
çalışan, doğal sürecinde yaşanan tedrici değişimi savunan düşünce tarzı ve
siyasal bir tavır alıştır. Süleyman Seyfi Öğün’e göre muhafazakârlık,
milliyetçi tonlarda gelenekler dünyasına, tarihe ve dine yaptığı yoğun
göndermelerle dikkat çeker. Muhafazakârlık toplumsal kurumların sürekliliğine,
özel mülkiyete, otorite ve hiyerarşiye vurgu yapar ve toplumu bir mekanizma
olarak değil organizma olarak kabul eder. Ekonomik açıdan da toplumsal şartlara
ve konjonktüre göre şekil alır.
Bununla
birlikte muhafazakâr düşünce, dış dinamiklere dayalı olan ve toptancı gelişen
değişimlere karşıdır. Muhafazakârlığın bu yönü aslında ileride bahsedeceğimiz
yeni muhafazakârlıkla çelişen bir yöndür. Özellikle Amerika’daki yeni
muhafazakârlar dışarıdan müdahalelerle dünyaya şekil vermeye ve diğer ülkeleri
kendi çıkarlarına uygun olarak, toptancı değişimlerle yönlendirmeye
çalışmaktadırlar. Bunu yaparken de söz konusu ülkelere demokrasi götürdüklerini
iddia etmektedirler.
Tanıl
Bora’ya göre muhafazakârlık “kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu
sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların ve o yapılara yüklenen
anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır. Bu tepki yeni
olanın mutlak reddi anlamına gelmez; eski ve yerleşik olanın, geleneksel ve
kutsalın sürekliliğini modern koşullarda sağlamaya çalışmaktır.”
Muhafazakârlık
günümüzde yeni muhafazakârlığa dönüşmüş ve eskisine bazı temel noktalarda ters
düşmesine rağmen modern değerleri öne çıkartarak ve onlara kendisini uydurarak
varlığını devam ettirebilmiştir. Muhafazakârlık temelde ortak parametreleri
barındırmakla beraber, farklı ülkelerde farklı modeller ve uygulanma şekilleri
göstermekte, değişik anlayışları bünyesinde barındırmaktadır. Bu anlamda
sistematik bir düşünce bütünlüğü yoktur.
Yeni Muhafazakârlık Nedir?
Kapitalizmin
ekonomik ve siyasal sistemiyle uyumlu olduğu gibi kültürel şartlarla da
uyumludur. Değişimi yadırgamaz. Piyasa ekonomisiyle, liberalizmle barışıktır.
Gelenek, din, millet, devlet, otorite vb. değerler eski muhafazakâr değerlerdir
görünürde. Yeni muhafazakârlığı yeni kılan, öncelikle bu “eski” değerlerin
büyük ölçüde liberal toplumu güvencelemek üzere savunulmasıdır. Liberal
değerler yeni muhafazakârlıkla gelişen yeni ırkçılığın da katkısıyla evrensel
olmayıp Batılı ulusal genlere özgü tarihsel miraslar biçiminde kodlanır. Yeni
muhafazakârlık bu veçhesiyle, liberal siyasal geleneğin özcü savlarla bezeli
gizli yüzünün görünür hâle gelmesidir aslında. Muhafazakârlık, kapitalizmin
teknolojik veçhesiyle uyuşurken, modernizme dönük eleştirisini kültüre münhasır
kılmıştı. ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher yönetimlerinin benimsediği
neoliberal ekonominin yanında sosyal ve siyasal politikalarla uygulanmaya
konulan yeni muhafazakârlık ABD’de 1990’larda ve özellikle de George W. Bush
yönetimiyle konumunu oldukça güçlendirmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşme politikaları iç politikaya da farklı
uygulamalarla yansıdı. Yeni muhafazakârlık bu noktada devreye girdi ve gerek
iç, gerek dış politikada şekillendirici olmaya başladı. Ancak vurgulamak
gerekir ki yeni muhafazakâr akım Avrupa’da ve ABD’de farklı kimliklere
bürünmüştür. İkisinde de sosyal refah devletine karşı olmak gibi ortak noktalar
olmakla birlikte uygulamada temel farklılaşmalar da söz konusudur.
ABD’de Yeni Muhafazakârlık
Yeni
muhafazakârlık ABD’de farklı ancak güçlü bir konuma sahiptir. ABD’de neo-cons
olarak da adlandırılan yeni muhafazakârlar, ağırlıklı olarak eski sağ kökene
sahip kişilerden ziyade eski solculardan oluşmaktadırlar. Bu görüşü savunanlar
muhafazakârlığı yeni ekonomik koşullara, uluslararası sitemin şartlarına ve
ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirmişlerdir. Ancak burada önemli olan
yenisinin eskisinden oldukça farklı bir görüntüye ve niteliğe sahip olmasıdır.
ABD’de
yeni muhafazakârlar vakıflarda, basında düşünce kuruluşlarında, akademik
çevrelerde ve siyasal oluşumlarda hatta yönetimde hükümet düzeyinde bile
etkinliğe sahiptirler. Merdan Yanardağ’a göre ABD’de yeni muhafazakârlar,
ABD’nin dünyaya tek başına hâkim olma istemlerinin sözcüsüdürler. Yeni
muhafazakârlar küresel pazarı iktisadi araçlarla düzenlemeye çalışan
neoliberallerden de farklı olarak; zor kullanmak, rejim değiştirmek,
Afganistan, Irak örneklerinde olduğu gibi açık işgal ve Venezüella örneğindeki
gibi darbe düzenlemek şeklinde siyasal ve askerî araçları da devreye sokan,
dahası bu araçlara öncelik veren hareketin adıdır.
Bunun
yanında ABD’de yeni muhafazakârlık yerel otoriteye, cemaatçiliğe, dinsel
değerlere oldukça güçlü vurgular yapar ve sosyal değişmenin sınırlı olduğunu
savunur. 1970’lerden itibaren gelişmeye başlayan ve günümüzde oldukça güçlü bir
şekilde savunulan yeni muhafazakârlığın beslendiği bir takım siyasal ve felsefi
esin kaynakları vardır. Bunlardan ilki yeni muhafazakârlığın felsefi
kökenlerini ortaya koyan ABD’li akademisyen Leo Strauss’tur. Strauss’un “Politika
Felsefesi Nedir?” isimli eserinde dile getirdiği görüşleri ABD’de George W.
Bush ile iktidara gelen neoliberalizm ve Hristiyanlığa dayanan yeni muhafazakâr
akıma temel oluşturmuştur. Strauss’un geliştirdiği “mutlak iyi düzen”
kavramı, ABD’nin “var olan yönetimler içinde en iyisi” olduğu şeklinde
yorumlanmıştır. Strauss’a göre demokrasi güçlü olmalıdır. Zira zayıf kalırsa
tiranlığa karşı direnemez. Yeni muhafazakârlar Strauss’un vurgu yaptığı bu güç
politikasını kendilerine göre algılayıp, iyi ve doğruyu temsil eden güçlünün
politikası olarak yorumladılar. ABD’de yeni muhafazakârların ikinci esin
kaynağı strateji uzmanı Albert Wohlsletter’dir. Wohlsletter bu yeni güç
politikası ışığında Amerikan savunma stratejisini değiştirmiştir. Nükleer güç
dengesinin terk edilerek onun yerine akıllı silahlara dayalı yeni “sınırlı
savaş” stratejisini geliştirmiştir. Reagan’ın Yıldız Savaşları ve George W.
Bush’un Füze Kalkanı Projesi bu stratejinin ürünüdürler. Bunun yanında ABD’de
yeni muhafazakârlar klasik muhafazakârlardan farklı olarak dış politikada
izolasyonizmi (yalnızcılık politikası) değil Amerikan demokrasisini her yere
ihraç etmeyi ve iç politikada da askerî ve ekonomik olarak güçlü devlet
politikasını savunmaktadır.
Türkiye’de Muhafazakârlık
Özellikle
1950’lerden sonra DP ile ivme kazanan ve açıkça izlenen muhafazakâr siyasal
tutuma baktığımızda dikkat çeken bir nokta da DP’nin dahi iktidar partisi olan
CHP’nin içinden çıkmış bir parti olmasıdır. Demokrat Parti bu yönüyle mevcut
düzeni sorgulamanın dışında tuttuğu gibi diğer yönüyle de değişimin sarsıcı
etkilerini önlemek için kendi içerisinde bir fren mekanizması da kurmuş oluyordu.
Yani muhafazakâr siyasal çizginin temsil olunduğu merkez sağ bir taraftan
soldan gelen eleştiri ve sorgulamanın önünü keserken, diğer taraftan da
Müslümanların cumhuriyet devrimlerine karşı tepkisini azaltarak yumuşatmıştır.
Türkiye’de
muhafazakâr demokrasinin geçmişte Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP ile
birlikte paralel olarak kısmen uygulandığını söyleyebiliriz. Günümüzde ise bu
fikrin taşımacılığını AK Parti hükümeti bir devlet politikası olarak
uygulamaktadır. Şimdi AK Parti’nin savunduğu muhafazakârlığa ve muhafazakâr
demokrat kimliğe değinelim.
AK Parti’nin Muhafazakâr, Demokrat ve
Milliyetçi Kimliği
AK
Parti’yi doğuran ya da ortaya çıkaran sebepler tartışmalı olsa da onun, Türk
siyasi tarihine girişi 3 Kasım seçimlerinden sonra oldu. Bu bağlamda öncelikle
Erdoğan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan’a “AK Parti ve Muhafazakâr
Demokrasi” isimli bir kitap hazırlatıldı. Bu kitap AK Parti’ye teorik ve
ideolojik bir temel ve arka plan hazırlamanın yanında AK Parti’nin siyasal
konumlanışını ve kimlik tanımını verme iddiasında olan bir kitaptı. Kitapta AK
Parti’nin kendisini nasıl tanımladığı ve nereye oturttuğunu görebiliyoruz. Aynı
çabanın bir başka ürünü olarak AK Parti 10-11 Ocak 2004 tarihinde İstanbul’da
Liberal Düşünce Topluluğu tarafından da desteklenen “Muhafazakârlık ve
Demokrasi” adlı uluslararası bir sempozyum düzenledi. Sempozyumda, AK Parti’nin
muhafazakâr demokrat kimliği tartışıldı. Bu sempozyumda da tıpkı Yalçın
Akdoğan’a hazırlatılan kitapta yer aldığı gibi AK Parti’nin kökenleri, Türk
siyasetinde nasıl bir yere oturduğu ve kimlik arayışları tartışıldı. AK Partililere
göre “AK Parti, kimlik siyaseti değil”,
“kimlikli siyaset” yapmaktadır. AK Parti kendini, “Türkiye’nin
kültür birikimini koruma anlamında muhafazakâr ve modern kurum ve değerleri
savunma anlamında da demokrat” olarak tanımlamaktadır.
Ancak
bu tanımlama bazı muğlaklıklar içermekteydi. Aslında modern kurum ve değerlerin
savunulması muhafazakârlığa değil yeni muhafazakârlığa atıf olduğunun
göstergesidir. Çünkü daha önce de değinildiği gibi muhafazakârlık moderne karşı
gelenekseli korumaya çalışırken, yeni muhafazakârlık modern şartlara uyum
sağlama üzerine kuruludur. AK Parti “İslâmcı” bir siyaset gütmek
istemediklerini vurgulamakta ve dini siyasal alanın dışında tutmayı hedeflediklerini
savunmaktadır. Erdoğan, “Bireysel
referansım İslâm, siyasal referansım ise demokrasidir” diyerek, AK Parti’nin
siyasal kimliğini “muhafazakâr demokrasi” şeklinde konumlandırmak
istediklerini vurgulamıştı. Yine laiklik ile ilgili olarak; “kişi laik
olmaz, devlet olur” şeklindeki mugalatalı açıklaması da tam olarak taşıdığı
muhafazakârlık düşüncesine hizmet etmektedir. AK Parti’nin muhafazakârlık
yorumu ve uygulamaları yeni muhafazakârlık ile uyumludur. “AK Parti
devletleşti” söyleminin ortaya çıkması da tam olarak buna işaret
etmektedir. Peki, “muhafazakâr demokrasi” kavramı nelere atıf yapılarak
tanımlanıyor, biraz da buna değinelim:
Erdoğan partisinin 2003 yılında TBMM’deki ilk
grup toplantısında yaptığı konuşmasında; “Muhafazakâr demokrat çizginin
muhafazakârlığın genlerine ve tarihi kodlarına uygun şekilde ama siyaset
yaptığımız coğrafyanın toplumsal ve kültürel geleneklerine yaslanarak ortaya
konması Türk siyasetine yeni bir soluk getirecektir.” ifadelerini
kullanmıştı. İlk kez Erdoğan’ın telaffuz ettiği “muhafazakâr demokrasi”
kavramı siyaset bilimi literatüründe yer almayan bir kavram olması dolayısıyla
tartışmalara konu olmuştu. AK Parti’nin bu tartışmalara verdiği yanıt,
Akdoğan’ın kitabında şu şekilde sunulmakta: “AK Parti’nin muhafazakâr
demokrasi kavramıyla yapmaya çalıştığı, demokrasiye yeni bir tanım veya tür
getirmek değil, bu terkip altında kendisine yeni bir kulvar açmaktı. Böyle bir
kavram üretmek birkaç açıdan önem taşımaktadır: Siyaseti normalleştirmek ve
gerçekçi bir zemine oturtmak, müstakil bir muhafazakâr parti ve kuşatıcı bir
siyaset tarzı üretmek.”
Akdoğan
muhafazakâr demokrat kimliğin parametrelerini ise şöyle sıralıyor: “Muhafazakâr
demokratlık devrimci değil tedrici, aşamalı ve geleneksel değer ve kazanımları
koruyan değişim anlayışına dayanır. Kurulu düzen dayatmacı aşırılıklardan,
radikalizm ve toplum mühendisliğinden korunmalıdır. Halk egemenliğini,
anayasallığı, evrensel normlara dayalı hukuki meşruiyeti önemser.
Sınırlandırılmış ve tanımlanmış bir iktidardan yanadır. Muhafazakâr
demokratlığa göre siyaset alanı uzlaşma kültürüne dayanır. Toplumsal alandaki
farklılıkların siyasal alanda temsili ancak uzlaşma ve hoşgörü zemininde olur.
İdealizm ve realizm arasında denge kurulmalıdır. Devletin ideolojik bir
tercihle kendini dogmatik bir alana çekmesi kabul edilemez. Devlet asli
fonksiyonlarına çekilmiş, küçük, dinamik ve vatandaşların şekillendirdiği ve
denetlediği bir yapıda olmalıdır.”
Akdoğan’ın
yıllar önce yazdığı ile yıllar sonra gelinen durum şöyle izah edilebilir. AK
Parti’nin kurucuları, kendisine karşı postmoder darbe yapılmış kişilerdi. Bu
kesime karşı tedrici olarak muhafazakâr politikaları uygulamıştı. Bu dönemde,
liberal çevreler de açıkça AK Parti’yi desteklemişti. Laik çevrenin sivri
uçlarını budadıktan sonra yeni muhafazakâr politikalara geçilmiştir. Özellikle
gezi ile başlayan süreç, Suriye’deki vakıanın Türkiye’ye yansımaları, Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’de yaptığı operasyonlar ve tabii ki 15 Temmuz
darbe girişiminden sonra AK Parti milliyetçi-muhafazakâr politikalara daha
fazla yönelmiştir. Diğer taraftan ise 28 Şubat darbecilerinin devletin temel
esasları olarak belirlediği; “tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek
vatan” söylemini “rabia” işaretiyle mezcederek adeta yeni sistemin
amentüsü hâline getirdi.
Muhafazakâr
milliyetçilik, vatancılık bağı duygusunda somutlaşan sosyal bütünlük ve kamu
düzeni vaadi ile ilgilidir. Muhafazakâr milliyetçilik, toplumu; “insanların
bir temel güdü olarak kendileriyle aynı görüşlere, alışkanlıklara, yaşam
biçimine ve görünüşe sahip olan kimselere yakınlık hissetmelerinden doğan bir
organik varlık” olarak görüyor. Bu nedenle özellikle 15 Temmuz’dan sonra
muhafazakâr milliyetçilik fikri çok daha geniş bir kesimi etkilemiştir. Yine
son seçimlerde milliyetçi oyların artması da bunu ispatlamaktadır. Muhafazakâr
milliyetçilik, tipik olarak ulusun içeriden veya dışarıdan bir şekilde tehdit altında olduğu algısından ilham
alır -ki, AK Parti’nin, ekonomik ve siyasal krizlerde ve son seçimlerde de bu
söylemi yaygınlaştırarak savuşturduğunu söyleyebiliriz-.
AK
Parti, kendisini, toplumla devlet arasında kimliksel bir köprü, (yani laik
rejime Müslümanları yaklaştırıyor) muhafazakâr demokrasinin de parti ile dünya
arasında ideolojik bir köprü (yani muhafazakâr demokrasi İslâmi bir fikir
olmadığı için dünyanın endişelenmesine gerek yok) olacağını dile getiriyor.
Akdoğan’a göre muhafazakâr demokrasinin koordinatları da şu şekilde özetlenebilir:
“Gelenek önemsenmekle birlikte modern kazanımlar da göz ardı edilmez.
Muhafazakârlık, köklülük, devamlılık ve istikrar üzerine vurgu yaparak yeniliği
tarihsel birikime adapte etme gayretindedir.”
Akdoğan
kitabında siyasal İslâm ve Milli Görüş konusuna ve AK Parti’nin bu bağlamda
siyasal konumunun ne olduğuna uzun uzun değinmiş, AK Parti’yi Milli Görüş’ün
dışında bir konuma oturtmaya, Milli Görüş çizgisinin devamı olmadıklarını
ispata çalışmıştır. Gerek kurucu kadrosunun, gerek onu destekleyen toplum
kesimlerinin içerisinde can buldukları gelenek, AK Parti’nin İslâmcılıkla
ilişkisini daha en başından tartışmaya konu etmiştir. AK Parti’nin, kurulduktan
ve özellikle iktidara taşındıktan sonra üretmeye çalıştığı siyaset felsefesinin
can damarı İslâmcılıkla kendisi arasında çizmeye çalıştığı sınır çizgisi oldu.
Her ne kadar Türkiye’deki İslâmcı bakiye AK Parti’nin zihinsel ve toplumsal
varoluşunun en temel dayanak noktalarından bir tanesini oluşturmuşsa da, AK
Parti daha kuruluş aşamasında iken bile bu bakiyeyi yüzleşilmesi ve
kurtulunması gereken bir tarihsel yük olarak telakki etmiştir. AK Parti’nin ilk
yıllarında bu çelişkinin çözümü için harcadığı çaba bizi “muhafazakâr
demokrasi” isimli yepyeni bir siyaset felsefesi ile tanıştırdı. AK Parti’nin
siyasal İslâm geleneğinden koptuğunu ifade etmesinin ve muhafazakâr söyleminin
üç adresi vardı.
Birincisi yerli hassasiyetlere yapılan
vurguyla seçmen kitlesine, ikincisi Batılı bir düşünce olan muhafazakârlığı
benimsemesiyle Batı’ya ve üçüncü olarak da Kemalist sisteme yönelik “siyasal İslâmcılıkla
ilişkimiz yok” mesajıydı.
Kültürel
ve siyasal açıdan milliyetçi muhafazakâr, ekonomik açıdan serbest piyasa
ekonomisi ile liberalizmi savunan ve geleneklere, toplumsal alanda dine, bunun
yanında demokrasiye ve Batı’ya dönüklüğe vurgular yapan AK Parti’nin bu duruşu
oldukça ilginç bir görünüm sergilemektedir. AK Parti’ye göre din önemsenmekle
birlikte, din üzerinden siyaset yapmak, din adına dışlayıcı bir siyaset
yürütmek ve dini araçsallaştırmak doğru değildir. Onun yerine dini değerlerin
toplumsal fonksiyonları kabul edilmeli ve din siyasi alanın dışında
tutulmalıdır. Ancak dini istismar etmekte ise herhangi bir beis görülmemektedir.
AK Parti söylemini hedef olarak ortaya koyarken bunun yönteminin ne ve nasıl olacağı
konusunu çok açıklığa kavuşturmuş değildir. AK Parti öncelikle “ne olduğunu”
değil “ne olmadığını” açıklamıştır. Bunda siyasal düzenden kaynaklanan
çekincelerin büyük etkisi vardır. Ancak bu tavır AK Parti’nin işine yaramıştır.
Ayrıca kitleler Erdoğan’ın “ne dediğine” değil “nasıl dediğine”
bakmaktadırlar. AK Parti ile ilgili
olarak “Acaba Müslüman demokrat denilemediği için mi muhafazakâr demokrat
deniliyor?” tartışması da söz konusudur. AK Partililer ise bunu kabul
etmiyor ve “Biz kültürel muhafazakârız. Türkiye’nin geleneksel kültür
birikimine sahip çıkma anlamında muhafazakârlığa atıf yapıyoruz”
demektedirler.
Özetlemek
gerekirse AK Parti kurulduğu günde kimi odaklara, sivil/askerî bürokrasiye hem
de belirli bir toplumsal kesime karşı bir meşruiyet sorunu yaşadığını
düşünüyordu. İşte muhafazakâr demokrasi, bu meşruiyet sorunu düşünülerek
üretilmiş ve Milli Görüş mirasından kurtulmanın da bir yolu olarak bir tür
pragmatik çözüm olarak üretilmiştir, diyebiliriz.
Muhafazakâr Demokrasinin İslâmcılarla
Mücadelesi
AK
Parti’nin muhafazakâr demokrasisi, laik Kemalistlerden çok İslâm’ın siyasal
yönünü savunanlarla bir yüzleşme girişimidir. Kuruluşundan itibaren kimlik
temelli bir siyasetin Türkiye’de gerilim ürettiği ve toplumsal çatlakları
derinleştirdiği kanaatini serdeden AK Parti, diğer taraftan ise her seçimi
oluşturduğu gerilimler üzerine bina etmiştir. AK Parti, Avrupa ve Amerika ile
rahat ilişki kurabilme imkânı bahşedecek, sermaye, medya ve askerî bürokrasi
nezdinde meşruiyet problemi yaşamayacağı ve kendi toplumsal tabanı ile de sıcak
bir ilişki kurmaya elverecek bir kavram arıyordu, işte onun adı muhafazakâr
demokrasi oldu.
Peki,
AK Parti’nin muhafazakâr demokrasiyi keşfi yalnızca kendisine bir yol haritası
çizmek için miydi? Elbette hayır. Çünkü AK Parti’yi kuranların geldiği gelenek
az çok İslâmcı bir gelenekti. Kendisi için belirlediği muhafazakâr demokrat
kimliği bu geleneğe yayamazsa ileride sıkıntı oluşturabilirdi. Bu nedenle AK
Parti böylelikle İslâmcılığa da bir yol haritası çizmiş oluyordu. AK Parti, her
ne kadar İslâmcı bir gelenekten gelse de, hiçbir zaman İslâmcılık iddiasında
bulunmadı. Ancak bu durum onu İslâmcılığa bir yol haritası çizmekten de
alıkoymadı. Çünkü ileride bu durum hem kendisine, hem onu oraya getirenlere,
hem de Kemalist rejim açısından bir tehdit oluşturabilirdi.
AK
Parti İslâmcılara yol haritası çizerken, peki İslâmcı entelektüellerin buna
karşı takındıkları tavır ne oldu derseniz? Bu cevabı çok zor bir soru değil
elbette. İslâmcı entelektüeller, içinden çıkıp geldiği geleneğe dayanarak AK
Parti’nin önüne koyduğu siyasi hedeflerdeki başarılarını İslâmcılığın başarısı
olarak yorumlamak yönünde bir pragmatizm sergilediler. Örneğin; andımızın
kalkması, başörtüsüne getirilen engellemelerin kaldırılmasını kendi başarıları olarak
gösterdiler. İslâmcı entelektüeller bu
süreçte kelimenin tam anlamıyla “muhafazakârlaştılar”. Onlar AK
Parti’nin ne geç dönem Fransız siyaset kuramından devşirilen “kimlik-ötesi
siyaset” formülüne, ne kapitalizm anlayışına, ne Protestan İslâm yorumuna,
ne de Avrupa Birliği politikalarına dönük ciddi eleştiriler geliştiremediler.
Aksine sürekli savundular ve bu durum zamanla onları gündemsiz bıraktı.
Örneğin; AK Parti hükümetinin, Amerika’nın uydusunda hareket eden ne dış
politikalarına, ne de ülke gündemindeki adaletsiz uygulamalara dönük ciddi bir
eleştirileri dahi olamadı. Bu bağlamda çoğu zaman AK Parti onlardan daha ileri
seviyede fikirler serdetti. Onlar ise nasıl olsa AK Parti bizim adımıza yapıyor
gafletine kapıldılar. Şu anda Türkiye’de İslâmcı entelektüellerin bir
gündemlerinin olduğunu kim söyleyebilir? İslâmcı söylemin odak noktasına
başörtüsü meselesi ve kısmen de imam-hatipler mevzuu oturmuştu. AK Parti, bu
iki konuyu da halledince, artık ellerinde hiçbir şey kalmadı. Diğer taraftan AK
Parti’nin uygulamaya koyduğu makro politikaların yarattığı toplumsal tahribat
ve çözülme adeta görmezden gelindi. “Dindar nesil yetiştiriyoruz” dediği
genç neslin nasıl yetiştiği hepimizin malumu. Maalesef İslâmcı “seçkinlerin” AK
Parti’nin yükselişi ile İslâmcılığın yükselişi arasında kurdukları paralellik
bir süre sonra onları birer AK Parti destekçisine dönüştürdü.
İslâmcı
yazarlar, AK Parti’nin muhafazakâr demokrasi kurmacasının onların varlık
alanlarını daraltan bir senaryo olduğunu görmek bir yana, AK Parti’ye “toplumun
taleplerini” hatırlatırken bile “muhafazakâr demokrat” kimliğine sahip
çıkmasını ve bu talepleri karşılamasını salık vermektedirler. Oysa AK Parti’nin
toplumun Batılılaştırılmasından gündelik hayata yeni bir “ritim”
kazandırılmasına, ülkenin uluslararası sermaye için bir yatırım mekânına
dönüştürülmesinden daha pek çok şeye kadar ortaya koyduğu icraatlar muhafazakâr
kimliğiyle uyum içerisindedir. Türk siyasi tarihi göstermiştir ki, münasip
görülen değişimi hızlandırmak ve meşrulaştırmakta en mahir olanlar “muhafazakârlardır”.
Lazım geldiğinde değişimin önünü kapamak da yine onlarca büyük bir beceri ile
yerine getirilir. “Maslahatı” muhafazakârlardan daha iyi gözetenler olmadığı
gibi, hassas dengelere riayet hususunda da onların üstüne yoktur.
AK
Parti, muhafazakâr demokrat kimlikle siyaset yapmanın pek çok faydasını görüyor
özetle. Bir yandan kendi toplumsal tabanına mesaj vermeye devam ediyor, diğer
yandan içerideki ve dışarıdaki güç odaklarına itimat telkininde bulunuyor. İslâmcılığı
da dönüştürmeyi ihmal etmiyor. Muhafazakâr demokratlığı “sırat-ı müstakim”
olarak görüyor. En ufak bir eleştiride bulunanları ise “tekkeye mürit
aramıyoruz” diyerek fırçalıyor. “Zamanın değişmesiyle hükümler de
değişir” bozuk mecelle kaidesini, “1400 yıllık İslâm’ı bugün
uygulayamayız, güncellememiz gerekir” diyerek, “içtihatta” bulunma
yetkisini kendinde görüyor. Evet, bu sözleri muhafazakâr bir parti değil de
laik Kemalist bir parti söylese, tüm Müslümanlar ayağa kalkardı. Yukarıda da
ifade ettiğimiz gibi muhafazakârlık düşüncesi aslında en çok da İslâm’ın arı
duru fikirlerine karşıdır. O’nu devletin istediği şekilde en güzel
muhafazakârlar yorumlayabilirdi. Tabanı en iyi onlar,
laik/demokratlaştırabilirdi. Dolayısıyla muhafazakârlık bir projedir ve en çok
da aşırı laiklerden ziyade, Müslümanları etkileyerek felç etmektedir.
Tüm
bunlar yaşanırken siyasal İslâm’ı savunduğunu iddia edenlerin bu suskunluğu
sizce de çok garip değil mi? Eğer bu suskunluk bir onay anlamına geliyorsa AK
Parti yüklendiği misyonunda “başarılı” oldu diyebiliriz. Yok, eğer bu fırtına
öncesi bir sessizlik ise çok ama çok sessiz oldukları hakkını teslim etmemiz
gerekir.
Sonuç olarak
Kapitalist
ideoloji çirkin yüzünü gizlemek için kılıktan kılığa giriyor. Adına
muhafazakâr, milliyetçi ya da liberal demokrasi gibi sıfatlar ekleyerek esasi
sömürü düzenini devam ettiriyor. Türkiye halkı Müslüman bir halktır.
Müslümanların yaklaşık 100 yıldır içerisinde bulunduğu durum sömürgecilerden
çok kendilerinden gözüken partiler dolayısıyladır. Şimdi soruyorum! Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem mevcut Mekke
statükosunu kabul ederek, muhafazakâr bir yönetim uygulayamaz mıydı? Elbette ki
uygulayabilirdi ama o bunu kabul etmedi. Çünkü bu Allah’ın kabul etmediği bir
şeydi. O ısrarla Lailahe İllallah’a davet etti. İslâmi bir hayatı yaşamak için İslâmi
bir ortamı oluşturmanın mücadelesini verdi.
Bugün
dillendirilen, adına yerlilik/millilik denilen düşünce Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Veda Hutbesi’nde; “her
türlüsü ayaklarımın altındadır” dediği düşüncedir. Bugün ise isteniyor
ki, bu düşünce baş tacı edilsin. Buna karşı gelen herkes taşlanarak öldürülsün.
Muhafazakâr
demokrasi ise bir zehir gibi algılanmalıdır. Hem de öyle bir zehir ki ne
yaşatıyor, ne de öldürüyor. Adeta toplumları kötürüm bırakıyor. İslâmi
fikirlere karşı toplumu kör ve sağır kılıyor. O yüzden demokrasinin bu
sihirlerine aldanmayın, Allah’ın bizler için gönderdiği kopmaz, sapa sağlam
olan köklü İslâm’a yapışın. Laik/muhafazakâr partilerin peşinden değil, İslâm’ı
esas alan parti ve hareketlerle birlikte hareket edin.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış