Şüphesiz bütün
insanlık, kıyamet gününe kadar İslâm ile muhatap ve mükelleftir. Hitaba olumlu
anlamda cevap verenler “Müslüman” olup, İslâm ile mesuldür. Ancak bütün
Müslümanlar, İslâm’ı öğrenme ve anlamada birbirinden farklılık arz ederler. İslâm,
öğrenildikçe onun değeri ve nasıl bir nimet olduğu daha iyi anlaşılmakta ve
anlaşıldıkça da daha iyi rağbet edilmektedir. Bu anlamda Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın:
إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ
الْعُلَمَاء
“Allah’tan hakkı ile ancak âlimler sakınır.”[1]
ifadesi ile Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in:
إِنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ
الأَنْبِيَاءِ
“Âlimlerin
nebilerin varisidir.”[2] ifadesi bu durumu
yeterince açıklamaktadır.
İslâm’da âlimlerin
önemli bir konuma sahip olmaları, onların farklı bir zümreyi teşkil ettikleri
anlamına gelmez. Zira İslâm’da “din adamı” veya “ruhban sınıfı”
gibi farklı bir statüye sahip bir zümre olmadığı gibi bütün inananların İslâm
ile mükellefiyet durumları aynıdır. “Çok bilen hakkıyla sakınır”
anlayışı ile birçok ayet ve hadiste âlimlerin önemi açık bir şekilde ifade
edilmiştir. Meseleye aklen de bakıldığında aynı sonuç çıkarılır.
Âlimin İslâm’daki
konumu veya Müslümanlar için önemi, hayatın diğer alanlarındaki, kendi
alanlarında uzman olan kişilerin önemi gibidir. Bir toplumda insanları idare
edecek kabiliyetli yöneticilerin, tedavi edecek doktorların, mimarların,
mühendislerin, zanaatkârların,
komutanların varlığı nasıl önemli ve gerekli ise âlimlerin de varlığı o
kadar gereklidir. Hatta âlimlerin önemi saydığım bu uzmanlık alanlarından çok
daha fazla gereklidir. Çünkü âlimler, dünya hayatının saadeti ile birlikte
ahiret hayatının saadeti için de önemli bir konumdadırlar.
Asıl konuma
başlamadan önce âlimlerin önemine dikkat çekmek istedim. Çünkü günümüzde olduğu
gibi özellikle Müslümanlar arasında İslâmi fikirlerin zayıfladığı, İslâm’dan
uzaklaşıldığı yani cehaletin arttığı dönemlerde âlimlerin varlığı çok daha
fazla önem arz eder. Böylesi zamanlarda insanları uyaracak, hakkı anlatacak
âlimlere, toprağın suya olan ihtiyacı gibi insanların ihtiyacı vardır. Herkesin
sustuğu zaman susmayan, korktuğu zaman korkmayan, herkesin sindirildiği zaman
ayağa kalkan âlimlere ihtiyaç vardır. Âlim sadece bilen değildir. Âlim,
Allah’tan korkan ve ne pahasına olursa olsun hakkı ortaya koymak zorunda olandır.
İmam Şafi’nin dediği gibi “âlimlere takiyye ruhsatı yoktur.”
İslâm’ın yönetim
nizamı olan Hilâfet, ümmet içindeki bazı hainlerin yardımı ile kâfirler
tarafından kaldırıldığı dönemde, ümmette İslâm fikriyatı oldukça düşmüştü.
Ancak İslâmi duygular hâlen canlı idi. Hilâfet’in kaldırılması ile İslâm
coğrafyasında tesis edilen küfri dikta rejimlerin bütün baskılarına rağmen
birçok âlim ortaya çıkıp hakkı haykırmıştır. Fikren gerilese de sahip olduğu İslâmi
duygular ile ortaya çıkıp yürüyen bu âlimlerin peşinden giden Müslümanların
sayısı oldukça çoktur.
Öncelikle şunu hatırlatmak istiyorum. Âlim konuştu mu
hak izhar olur. Âlim yürüdü mü halk peşinden gider. Âlim elini silaha attı mı
halk kıyam eder. Ancak eğer ki âlim sustu mu cehalet ve zulümat artar. Âlim
korktu mu toplumu zillet kaplar. Âlim bozuldu mu toplum bozulur ve âlim öldü mü
âlem ölür.
Âlimlerin öneminde
dair bu genel girişten sonra Cumhuriyet Dönemi âlimlerinden bazı âlimlerin
hayatlarına ve mücadelelerine dair bazı kesitler sunmak istiyorum.
Cumhuriyetin hemen
öncesinde, yaşadığımız belde de herkes Sütçü İmam’ın hadisesini duymuştur.
Maraş’ta işgalci Fransız askerleri ve onlar ile birlikte hareket eden bazı
Ermeniler, sokakta yürüyen bayanlara sarkıntılık edince bu durumu gören Sütçü
İmam, tereddüt etmeksizin silahını alıp o sarkıntılık eden kâfiri vurur. İşte
bu doğru ve cesur hareket, işgalci kâfirleri def eden hareket için bir kıvılcım
olur. Tıpkı, Beni Kaynuka’da bir Yahudi’nin Müslüman bir kadının örtüsüne el
uzattıktan sonra bunu gören bir Müslümanın ölümü pahasına Yahudi’yi öldürmesi
gibi ve akabinde Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in Kaynuka oğulları Yahudileri üzerine ordu ile yürümesi
gibi. Yine şunu da biliyoruz ki Rum diyarında bir kâfir, Müslüman bir kadının
iffetine el uzatmış ve bunu Halife Mu’tasım duyduğunda Rumlar üzerine ordu
kaldırmıştı.
Yine herkesin en
azından ismini duyduğu, Cumhuriyet Dönemi âlimlerinden, mümtaz şahsiyet
İskilipli Atıf Hoca, duruşu ve mücadelesi ile Müslümanların kalbinde taht
kurmuştur. İslâm adına doğruları ifade ettiğinden dolayı birçok sürgünler
yaşamış, ilmî ve irşat çalışmalarının yanında gerektiği gibi siyasi
çalışmalarda da bulunmuştur. Kâfir devletlerin işgaline karşı Müslümanların
ayaklanması için mücadeleye teşvik etmiştir. O dönemde tanınan âlimlerin üyesi
olduğu “Müderrisin Cemiyeti”ni kurmuş, Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhu’l İslâm’lığa
getirilmesinden sonra cemiyetin başkanlığı görevini üstlenmiştir. Cemiyet,
başlangıçta bir ulema meclisi iken daha sonra Anadolu’nun itilaf devletleri
tarafından işgal edilmesinden sonra ismini Teal-i İslâm (İslâm’ın Yükselişi)
Cemiyeti olarak değiştirir.
İzmir’in işgal
edilmesine karşı ilk karşı beyanname hazırlayan cemiyet, Teal-i İslâm Cemiyeti’dir.
Bu beyannamede işgalciler eleştirilmiş, yurdun her sathında mücadele edilmesi
için çağrı yapılmıştır. cemiyet, kurtuluş olarak halifeye bağlı kalmayı, Hilâfet’i
kurtarmayı esas almıştı. Çünkü Hilâfet, cemiyete göre İslâm’ı ve Müslümanları
temsil eden bir makamdı. Hilâfet’in işgal kuvvetlerin hâkimiyetine geçmesi,
Müslümanlar için bir felaket olurdu, bu nedenle işgalcilere karşı Müslümanlar Hilâfet
şemsiyesi altında tek vücut olmalıydılar.
Atıf Hoca,
özellikle ittihatçıların Batı hayranlığını eleştirmiş ve bu konuda birçok
neşriyat yayınlamıştır. “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli eserinde
yabancı mukallitliği ve bunlardan biri olan şapka giymeyi eleştiren eseri, 1
Kasım 1925’te yürürlüğe giren Şapka Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce
yayımlanmıştır. Yayımlamış olduğu “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesinde
Müslümanları amel-iman bütünlüğüne davet ediyordu. Müslümanların Müslüman
olmayanların kılık kıyafet ve kültürel alışkanlıklarına benzemeye çalışmasının
caiz olmadığını söylüyordu. Bir Müslüman ile Hristiyan’ın veya bir Yahudi’nin
kılık kıyafetinden ayırt edilebileceğini hatta edilmesi gerektiğini
savunuyordu.
“Gayrimüslimleri
Taklit Etmek Şer’ân Yasaktır!” risalesinde, Avrupa’nın ilim ve fennini
almanın caiz hatta lüzumlu bulunmasına rağmen, Batı’nın yaşam tarzına karşı
çıkıyordu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in:
مَنْ
تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ
“Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır”[3]
hadisini
kaynak göstererek izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu: “Bir Müslüman, şiar ve alâmet-i küfür addolunan bir şeyi zaruretsiz giymek
ve takınmak sûretiyle Gayrimüslimleri taklîd etmesi ve kendini onlara
benzetmesi şer’ân memnû ve yasaktır.”
Hilâfet kaldırılıp
yerine Batı’nın yönetim nizamı olan “Cumhuriyet” kurulduktan sonra yeni
sistem öncelikle kendisine muhalefet eden Müslüman âlim ve şahsiyetlere
yöneldi. Şapka hakkındaki kitabını yazdıktan bir buçuk yıl sonra “Şapka Devrimi”ne
muhalefet etmek suçundan tutuklanır. Şevket Süreyya Aydemir, Tahirül Mevlevi,
Hasan Tahmilci, kızı Melahat Hanım, Atıf Hoca’nın şapkaya muhalefet etmekten
tutuklandığını belirtmişlerdir. İskilipli Atıf Hoca, 4 Şubat 1926 Perşembe günü
sabaha karşı eski meclis binasının yakınındaki çarşıda asılarak idam
edilmiştir. Allah Subhanehû ve Teâlâ
şahadetini kabul etsin.
Cumhuriyet Dönemi
âlimlerinden, büyük bir takdir ile anılmaya değer olan bir diğer âlim, şüphesiz
Şeyh Muhammed Said Efendi’dir. Şeyh Said, ikamet ettiği yerde ilim ile uğraşıp
talebe yetiştirirken, Ankara hükümetinin Hilâfet’i kaldırıp yerine İslâm dışı
kanunları uyguladıklarını duyduktan sonra buna karşı bir şeyler yapılması
gerektiğini düşünür ve harekete geçer.
Muvahhit, âlim ve mücahit
kişiliği ile Şeyh Said Efendi ve dava arkadaşları:
إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ
وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ
“İmam (Halife) kalkandır, ümmet onun
arkasında savaşır ve onunla korunur.”[4] mealindeki hadisi
ve yine yöneticinin İslâm’dan vazgeçip küfür ile hükmettiği zaman, kendisine
karşı savaşılması gerektiğini ifade eden hadislere riayet ederek, şer’î anlamda
olması gereken bir kıyamı gerçekleştirdiler.
Hilâfet’in kaldırılması
ile memleketteki İslâm âlimleri, süreci kaygı ile izleyip, yeni yönetimin İslâm’a
olan düşmanlığını fark ederek bir hâl çaresini düşündüler. Dönemin ileri gelen İslâm
âlimlerinden olan Şeyh Said Efendi de cumhuriyetin kuruluş ve Hilâfet’in kaldırılması
sürecini takip etmiş, sürecin İslâm ve Müslümanlar aleyhine ilerlediğini
görmüştür. Yaşadığı Kürdistan beldelerindeki âlimler ile bir araya gelmiş ve
birçok istişarede bulunmuştur. Bunun için aylarca yolculuk etmiştir. Bu
istişareler için yaptığı seyahati daha bitmemiş iken, ileride gerçekleştirmek
istediği kıyamın hazırlıkları içinde iken, bir provokasyon sonucu kıyam
erkenden Piran’da patlak vermiştir.
Devlet, söz konusu
bu kıyamı diğer Müslümanlardan destek bulmaması için, iç kamuoyuna Kürtçü bir
hareket olarak hatta yabancı devletler ile işbirliği içinde olup, bir Ermeni
devleti kurma iddiası ile karalarken, dış dünyaya da bu hareketi dinci bir
hareket olarak propaganda ettirmiştir. Bir taraftan devletin oynadığı bin bir
türlü entrikalar, diğer taraftan kendisi ile yüzyıllarca mücadele edip
kaldırdıkları Hilâfet’in tekrar vücut bulmaması için devlete yardım eden kâfir
Batı ve bazı yerel hainlerin ihanetleri sonucu kıyam başarısızlıkla
sonuçlanmıştır.
Şeyh Said Efendi ne
yabancı devletlerin, ne ırkçı cemiyetlerin ne de herhangi bir yerin adamı
değildi. O, davasının adamı idi. Davası da İslâm’dan başka bir şey değildi.
Darağacına doğru giderken şunları söyledi:
“Eğer Allah ve din için kavga vermişsem, basit dallarda asılmaktan perva
etmem.”
Şeyh Said, İslâm şeriatının
kendisi ile uygulandığı Hilâfet için kıyama kalkmıştır. Yayınladığı bir
bildirisinde şöyle diyordu:
“Halife sizi bekliyor. Hilâfet’siz Müslümanlık olmaz. Şiarınız dindir,
şeriat isteyiniz.” Yargılandığı mahkemede şöyle diyordu:
“Kitaplarda geçiyor, ne vakit imam şeriat ahkâmını icra etmezse, bu
ayaklanmanın meşruluğuna, cevazına delildir.”
Şeyh Said
Efendi’nin davası da yolu da küfürden uzak sadece İslâm idi ve Şeyh şöyle
haykırıyordu;
“Hayır! Andolsun Allah'a ki, yalnız ben ve elimdeki asa bile kalsa
bâtılın karşısına çıkıp kıyam edeceğim. Şehit olana kadar da mücadelemden de
asla dönmeyeceğim.”
Şeyh, İslâm’ın
otoritesiz yaşanamayacağını biliyordu. Hilâfet’in kaldırılması ile Müslümanları
koruyan “kalkanın” kırıldığını biliyordu. Öyle ki ailesini bırakıp
yollara düştüğünde hanımı “Bizim
namusumuzu kim koruyacak” dediğinde Şeyh, “İslâm’ın namusu ayaklar altındadır” diyerek hanımına çıkışmıştır.
Evet, Şeyh Said, İslâm
akidesine inanan ve bu akideden doğan şeriata inanıp teslim olan bir âlim, bir
mücahit, bir önder ve feraset sahibi mümtaz bir şahsiyettir. Mevcut vakıa
karşısında İslâm şeriatı gereğince ne yapması gerektiğini bilen ve üzerine
düşen sorumluluğu yerine getirerek bize güzel bir örnekliği miras bırakmış ve
âlim olma sorumluluğunu yerine getirmiştir.
Şeyh Said, içinde
bölge âlimlerinin de bulunduğu 46 kıyam eden arkadaşı ile birlikte 29 Haziran
1925’te idam edildi. Şeyh ve arkadaşlarını rahmetle yâd ediyor ve Rablerinin
katında nimetlerin en güzeli ile karşılanmalarını niyaz ediyorum.
Dönemin ileri gelen
âlimlerinden Saidi Nursi’den de bahsetmek gerekir. Birçok açıdan tenkit
edilecek eylem ve fikirleri olmasına rağmen, ömrünü çile ile geçirmiş bir
âlimdir. Önceleri meşrutiyetin hararetli savunucularından olan Saidi Nursi,
Ankara’daki yeni yönetimin niyetini geç anlamıştır ve anladıktan sonra onlardan
uzaklaşmış ve inzivaya çekilmiştir. Ancak yeni rejimin İslâm ve uleması ile
mücadelesinden fazlası ile nasibini almış ve vefat ettiği 1960 yılına kadar
ömrü hep sürgün ve hapishanelerde geçmiştir.
Ankara hükümetinin
daveti üzerine 9 Kasım 1922 Perşembe günü TBMM'ye gelen ve akabinde meclis
çalışmalarına katılan Saidi Nursi’nin, özellikle mebusların namaza karşı
ilgisizliği dikkatini çeker ve bunun üzerine bir beyanname kaleme alarak
vekillere dağıtır. Bu beyanname hemen tesirini göstermiş ve altmış milletvekili
daha namaza başlamıştır. Bu durum M. Kemal’e bildirildiğinde aralarında bir
tartışma başlar. Mustafa Kemal, kızgınlığını ifade eden bir ses tonu ile "Biz
senin yüksek fikirlerinden faydalanmak için buraya çağırdık, sen ise gelip,
namaza dair şeyler yazarak aramıza ihtilaf soktun" der. Bunun üzerine
Saidi Nursi, hiddete gelir ve iki parmağını M. Kemal'e uzatarak, yüksek bir ses
tonu ile şöyle cevap verir: "Paşa
Paşa! İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin
hükmü ise merduttur." der.
Gelinen noktada
fikren gerilemiş bir ümmet iken, yeni rejimin İslâm’a karşı bilim adı altında
dinsizliği aşılama çabaları ve dünyaya yayılan sosyalizmin etkisi ile İslâm’dan
uzaklaşan yeni nesillere, imanı akli olarak vermek için büyük bir çaba
harcamıştır.
Hilâfet’in
kaldırılması akabinde İslâm ümmeti ikinci bir sarsıntı ile daha karşılaştı. İslâm
toprakları üzerinde gasıp Yahudi varlığı “İsrail”in kuruması akabinde ortaya
koyduğu mücadele ile Filistinli bir alim olan müçtehit, mütefekkir Şeyh
Takiyyuddin en-Nebhani’den de bahsetmek gerekir. Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani,
bir ilim yuvasında doğup büyüdü. Osmanlı’nın gözde âlimlerinden olan bir
dedenin torunu, bir fıkıh âlimi ve müderris olmasının yanı sıra aynı zamanda
Filistin ve Şam’da şeriat kadılığı yapmış bir babanın oğlu idi. Geniş İslâmi
bilgiye sahip olması münasebeti ile bayanların kendisine fetva için
başvurdukları bir annenin evladı olarak, Filistin'de dünyaya gelmiştir. Ezher
üniversitesinden mezun olan Nebhani, Ezher'in eski programını okuduğu gibi
Ezher'de okutulan yeni programa göre de okudu. Üstünlük gösterip bütün dersleri
birincilikle geçen Takiyyuddin en-Nebhani, hocalarının ve okul arkadaşlarının
dikkatini çekti. Fikirleri derin, görüşleri olgundu. Bu özelliğinden dolayı
Kahire'de yüksekokullarda fikrî münazaralara ve münakaşalara katılıyordu.
Böylece etrafında delilleri kuvvetli bir kişi olarak tanındı.
Tahsilini
bitirdikten hemen sonra Filistin'de bulunan Hayfa'daki devlet liselerine şer’î
ilimler hocası olarak tayin edildi. Daha sonra farklı yerlerde şer’î
mahkemelerde kadılık, ardından şer’î mahkemeler müdürü ve şer’î yargıtay
üyeliği yaptı. 1950'ye kadar yargıtay kadısı olarak görev yaptı. 1950 yılında
bu görevinden istifa ederek 1951 yılından itibaren İslâmi ilimler fakültesine
bağlı okullarda dersler vermeye başladı. Nablus'un en büyük camii olan Mescid-i
Kebir'de bir hutbe verdikten sonra dönemin Ürdün Kralı Abdullah (bugünkü Kral
Abdullah’ın dedesi olan Kral Hüseyin'in babası) O’nu Amman’daki sarayına
çağırdı. Kral Abdullah, dedesi Şeyh Yusuf hakkında olumlu ve övücü şeyler
söyledikten sonra Nablus’ta yaptığı konuşmasından dolayı Şeyh’e sitem etti. Bunun
üzerine Nebhani, Kral Abdullah'a şu cevabı verdi: “Allah'ı dost edineni dost edineceğime, Allah'a düşmanlık yapana
düşmanlık yapacağıma dair Allah'a söz verdim.” Bu cevaba sinirlenen
Kral Abdullah tarafından hapse atıldı. Lakin araya bölgenin etkili âlimlerinin
girmesi ile hapisten çıkartıldı.
Akabinde şeyh
Takiyyuddin en-Nebhani sorunun sadece Filistin’in, Yahudiler tarafından işgal
edilmesi veya Arap dünyasının içinde bulunduğu çalkantılı siyasi meselelerden
müteşekkil olmadığını görerek yeni bir fikir ile siyasi bir oluşumun
hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarına 1948’den sonra başladığı projesini 1953
yılında olgunlaştırıp açığa çıkardı. Böylece Rasululah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in risaletini inceleyerek, İslâmi
hayatı yeniden başlatmak gayesi ile fikrî ve siyasi bir metodu takip eden
Hizb-ut Tahrir’i kurdu.
İslâmi hayatı
yeniden başlatmak ve Müslümanları sömürgeci kâfir devletlerin tasallutundan
kurtarmak için kurduğu Hizb-ut Tahrir’den sonra hayatında zorluk ve sıkıntılar
giderek artmıştır. Şeyh Takiyyuddin, 1955’de Ürdün’de gözaltına alınmak için
aranıyordu ve o yüzden Suriye’ye geçti. Lakin daha sonra 1956’da Suriye’ye
girişi engellendi ve o da bunun yerine Lübnan’a gitti. 1957’de yakalanarak
tutuklandı ve 3 ay Beyrut’taki Raml Hapishanesi’nde kaldı. İlk dava
duruşmasından sonra Lübnan’ın önde gelenlerinin kefil olması karşılığında
serbest bırakıldı. Çünkü Şeyh Lübnan’da çok meşhur ve sevilen biriydi.
Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani
daha sonra Lübnan’da yayın yapan “Hadarah (Kültür)” adlı bir gazete çıkarmaya
başladı. Fakat gazetenin yayınlanması durduruldu. O günlerde yüz felci geçirdi ve
tedavisine devam edemedi. Çünkü bir gazetede istihbarat tarafından arandığını
okuduğunda anladı ki, bir kaç gün içinde tutuklanacaktı. Bu yüzden gizlenmek
zorunda kaldı. 1959 yılından vefat ettiği 1977 yılına kadar hep yasaklı bir
hayat yaşamak zorunda kaldı. Bir yandan istihbarattan gizlenip, diğer yandan
yasaklanmış bir parti liderliğini sürdürdü. Bir yandan parti gençlerinin
kültürlenmelerini sağlamak için kitaplar kaleme alıyor bir yandan partili
gençleri kültürlendiriyordu.
Bu mücadele içinde
Şeyh, kendi ismi ile değil hizipli bir şahıs olarak tutuklanır ve aylarca
işkence görür. İstihbaratın bunca işkence ve hilelerine rağmen gözaltına
aldıkları kişinin kim olduğunu öğrenemediler. Şayet öğrenselerdi onu asla
serbest bırakmazlardı. Daha sonra Şeyh Takiyyuddin’i Suriye sınırına götürerek
serbest bıraktılar. Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani bu işkencelerden dolayı felç
geçirmişti ve vücudunun bir tarafını hareket ettiremiyordu. Onu en son Bağdat’a
giderken gören oğlu, 90 kiloluk bir adamın 45 kiloya kadar düştüğünü görünce
ağlamaktan kendini alıkoyamadığını söylüyordu.
Gördüğü işkenceler
sonucunda Şeyh, çok ağır bir gribe yakalanır ve bu hastalık onu yatağa mahkûm
eder. Yapılan bir enjeksiyondan sonra komaya girer. Hastaneye başka bir isimle
yatırılmıştı ama tedavi eden doktorun Baas sempatizanı olmasında dolayı,
Şeyh’in ölümünün normal olduğuna inanmadığını söylüyordu yanında kalan oğlu.
Böylece Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani 11 Aralık 1977 günü vefat etti. Rabbim
kendisinden razı olsun ve geniş merhameti ile kendisine muamele etsin.
Diğer taraftan
günümüz Müslümanların zihin dünyasının yeniden şekillenmesinde önemli katkıda
bulunan diğer beldelerden de birçok âlim ortaya çıkmıştır. Âlim olmanın yanında
birer hareket önderleri olan Hasan El Benna, Mevdudi ve Seyyit Kutup gibi
şahsiyetler de ortaya koydukları mücadele ile âlim olmanın ne demek olduğunu
göstermişlerdir. Rabbim hepsine merhamet etsin.
Burada bahse konu
olan bütün âlimlerin bir takım fikir veya eylemleri bir başkası tarafından
eleştirilebilir. Ancak değerlendirilmesi gereken husus “âlim olma”
sorumluluğu ile hareket etmedir. Fikren düşmüş bu ümmete yol açabilmektir. İslâm
âlimi olmanın müşterek ve asgari özelliklerini ortaya koymaktır. Objektif bir
bakış açısı ile tarihi kişilikleri değerlendiren bir insan, değerlendirmeye tâbi
tuttuğu şahsiyeti, bir bütün olarak ve o şahsiyetin kendi değerleri ile ele
alır. “Yiğidi öldür ama hakkını teslim et” kavli ile hareket edildiğinde
adil bir yaklaşım olur. Aksi takdirde taassup ve tarafgirlik ile insanların
zulmetmesi kaçınılmazdır.
Cumhuriyet dönemi
âlimlerinin imtihanı gerçekten büyüktü. Buraya almadığımız ve kendilerinden
kısa da olsa bahsettiğimiz bu tanınan âlimlerin dışında, pek meşhur olmuş veya
olmamış daha nice âlimlerin olduğunu da biliyoruz. İslâm adına hakkı haykıran
ve bundan dolayı gayri İslâmi rejimler tarafından zulüm görmüş nice âlimler,
hareket önderleri gelip geçmiştir. Günümüzde olduğu gibi âlim olup rejim ile
iyi geçinmek adına “âlim” sıfatı ile bağdaşmayan eylem ve söylemlerde
bulunanların sayısı da maalesef az değildir.
Bir yandan
kendilerine “fıkıhta otorite” denilen, “profesör” unvanlarına
sahip nice “bilen” anlamında âlim olup ancak İslâm’ın kendisinden
istediği refleksi gösteremeyen âlimler var günümüzde. Kâfirler ve uşaklarının
yaptıkları münker ve zulümlere sessiz kalan, müsteşriklerin metotları ile işi
gücü İslâm’ı ve Müslümanları tenkit eden, milyonlarca insanı kapılarında kul
eden sözüm ona âlimler var günümüzde. Birçoğu “saray mollası” konumunda
olup hakkı gizlemek veya saptırmakla meşgul olmaktadır maalesef.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış