Allah’ın Rasulü SallAllahu
Aleyhi Ve Sellem’in ilk İslam Devleti’nden son Osmanlı Hilafet Devleti’ne
kadar olan süre içerisinde, İslami fetihlerin gayesi oryantalistlerin ya da
onların görüşlerini yayanların aksine, İslam akidesini halklara zorla
benimsetmek veya toprak ve ganimet için savaşmak değildi. İslami fetihlerin
gayesi İslam’ın, onun tatbik, koruma ve yayma metodu olan Hilafet nizamının
egemenliğini sağlamaktı. Bundan dolayı İslam’ın siyasal liderliğinin yeryüzünde
ilahlık iddiasında bulunan ceberut idarecilerden ve tağutlardan alıp, söz konusu
yönetimi yeryüzünde bozgunculuk çıkartmayan, Allah’a ve ahiret gününe inanan,
bir gün tekrar dirilip yeryüzünde yapmış olduğu fiillerden Allah’a hesap
vereceğine iman eden insanlara teslim etmeye çalışan, ciddi bir çaba olarak
değerlendirilmesi gerekmektedir.
İslami fetihlerin akabinde
yönetimler el değiştirmiş ve halklar hiçbir baskı ve vesayet altına alınmadan
diledikleri akideyi, inanç biçimini kabul etme noktasında serbest
bırakılmışlardır. İslam akidesi; dünya hayatına bakış açısı ve kendisinden fışkıran
hükümler ile hiçbir düşünce sistemi ile mukayese edilemeyecek derecede insan
fıtratına uygun ve onun ihtiyaçlarına cevap veren tek düşünce sistemi olunca,
insanlar arasında hızla yaygınlaşması ve gerek fert fert, gerekse topluluklar
halinde akın akın bu dine girmeleri şeklinde gerçekleşmiştir.
İnsanlık tarihi boyunca
görülmemiş olan süratle, geniş coğrafyaları hatta kıtaları içerisine alan bu
yayılma her ne kadar şaşılacak bir durum gibi gözükse de aslında olaya
derinlemesine bakabilen, aydın düşünenler için hiçte şaşılacak bir durum
değildir. Şöyle ki; halkların topyekûn İslam’a girmelerinde birinci neden; bu
dinin akidesinin hayata yönelik bakış açısı, ona ilişkin yorumu aynı zamanda
kattığı anlamın cazibesi ve dayanılmaz çekiciliğinde gizlidir. Yine insanın
içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını karşılama, onun problemlerini giderme noktasında
getirdiği adil, dengeli ve çelişkili olmayan çözümlerinde saklıdır. İşte
insanları kendisine böylesine çeken farklı kıtalardaki, farklı kültürlerdeki ve
farklı renklerdeki insanları kendi potasında eriten ve onlardan üstün bir
şahsiyet çıkaran güç, İslam akidesidir.
İslam’ın fethettiği coğrafyalarda
öteki ile birlikte yaşama noktasında en güzel örnekler yaşanırken insanlığın
yaşadığı diğer coğrafyaları inanç uğruna yapılan zorlama ve baskılar kasıp
kavuruyordu. Yunan, Roma ardından Bizans ve Fars imparatorlukları ile başlayan
din fanatizmi; Avrupa’da yaşanan din savaşları ve engizisyon mahkemelerinin
kurulduğu acılı dönemlerle devam etmiştir. Avrupa’nın sömürgeci kültüre (Kapitalist-Demokratik)
sahip olmasından dolayı İslam ile ilişkisi olan herkesi kıtadan tasfiye
etmiştir. Son olarak Komünist rejimde Avrupa engizisyon mahkemelerini
aratmayacak derecede Müslümanlara yönelik bir vahşet sergilemiştir. Hilafet’in
ilgasıyla birlikte İslam ümmeti parçalanmış aralarına tel örgüler, mayınlar
döşemek suretiyle bölük pörçük olmuşlardır. Osmanlı Hilafet Devleti’nin
ilgasıyla birlikte yeni kurdurulan bu devletçiklerin hepsi de İslam’a savaş
açmışlardır. İster sömürgeci kapitalist ideoloji olsun, isterse komünist
ideoloji olsun artık İslam’a yaşama hakkı tanımamış onu devlet, toplum ve
hayattan uzaklaştırmıştır. Allah Subhanehu Ve Teâla’nın insanlığa
göndermiş olduğu hayat nizamı yerine konulmak istenen her düşünce ve ideoloji
insanlığa hüsrandan başka bir şey getirmemiştir. İnsanları insan seviyesinden
hayvanlardan da aşağı bir seviyeye çekmiştir. Nitekim ötekini kabul etme
noktasında iki ayrı bakışın, iki ayrı dünyanın çok derin farklılıklarının
olduğunu görüyoruz.
Şayet İslam ötekine yaşam hakkı
tanımamış olsaydı bugün ne Arap Hristiyanlarından ne de Osmanlı içerisinde
yüzyıllarca yaşamış diğer milletlerden bahsedilmezdi. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’ü
fethettiğinde şehrin kutsal mekânlarını dönemin Kudüs patriği ile beraber
gezmişti. Hz. Ömer (r.a.) Kıyame Kilisesi’ne geldiğinde namaz vakti girdi.
Patrik kendisine orada namaz kılmasını tavsiye etti. Ancak Hz. Ömer (r.a.)
kendisinden sonra gelenlerin orasını mescide çevirecekleri endişesi ile bu
teklifi reddetmiştir. (Taberi Tarih)
Diğer taraftan ise Endülüs’te
Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için öyle politikalar yürütülüyordu ki, din
değiştirmeyen Müslümanları yakmakla tehdit ediyor, direnenleri yakıyorlardı.
(İslam Tarihine Giriş s.153)
Dominikli bir Rahip olan Crucis
Ricoldos 14. yüzyılın başlarında doğu vilayetlerini gezdiğinde Hıristiyanların
ne kadar müsamaha içerisinde yaşadıklarını şu ifadelerle dile getiriyor:
“Müslümanların İslami yönetimin gölgesinde Hristiyanlara gösterdikleri
müsamahanın boyutlarını incelediğimizde şu hakikat tüm çıplaklığı ile ortaya
çıkmaktadır ki; kılıç, insanların bu dine girmeleri noktasında kesinlikle etken
olmamıştır. Bizler gayrı Müslim herhangi bir taifenin İslam’ı kabul etmesi için
zorlandığı ya da Hristiyanlıktan vazgeçmesi için baskıya maruz kaldığını işitmedik.
Şayet Müslümanlar Ferdinant ve İzabella’nın İspanya’da Müslümanlara karşı
yaptıklarını XIV. Louis’in Fransa’da Protestan mezhebine mensup olanlara
yaptığını veya İngiltere’nin Yahudileri 350 yıl topraklarından uzak yaşamaya
mahkûm ettiği gibi benzer yollara başvurmuş, ötekine yaşam hakkı tanımamış
olsalardı bu bölgelerde bir tek Hristiyan bırakmaz kolaylıkla köklerini
kazıyabilirlerdi.” (İslam Tarihine Giriş)
Hilafet’in enkazı üzerine kurulan
Cumhuriyet’te ise tüm halk düşmandı. Bugüne kadar da İslam’ı hayat nizamı
olarak talep eden herkes düşmandır. Düşmana ne reva görülüyorsa o yönde
politikalar belirlenmiştir. Eğitim-öğretimden, ekonomiye, iç siyasetten, dış
siyasete, içtimaı hayattan, hukuka varana kadar bütün meselelerde sistem dinin
hayattan ayrılması esası üzerine kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ötekine
bakışı ise kurulduğu günden beri İsmet İnönü’nün ifade ettiği; “Padişah düşman,
yedi düvel düşman, kimse duymasın halk düşman” anlayışıdır. Cumhuriyet’in yeni
laik Türkiye’de yaşayan fakat laik Türk olmayan unsurlarla olan ilişkisi, hep
sorunlu olmuştur. O dönemde modernleşme ile Türkleştirme politikası aynı anlamı
ifade etmekteydi. Şimdi ise eşit yurttaş olma adı altında Türkiyelileştirmek
yani Türkleştirmek. Bu sorunlu halin sebeplerinden biri demokrasiyi, laikliği
içselleştirmeyen mugalata yolu ile Türk olmayan toplulukların, öteki olarak
algılanmasıdır. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu ve daha sonra gelen tüm iktidar
mekanizmaları, makbul vatandaş yaratma çabasıyla, ötekinin statüsünü kendi
sübjektif kriterlerine göre değerlendirdi ve “öteki”lerin toplumsal statüsünü
belirledi. Mustafa Kemal’in yakın çalışma arkadaşlarından Adalet Bakanı Mahmut
Esad Bozkurt, Türkiye’de Türk olmayanın statüsünü “hizmetçi olma hakkı, köle
olma hakkı” olarak belirledi. Şimdi ise mevcut iktidarın politikalarını kabul
etmeyen, laikliği demokrasiyi caiz görmeyenler, çözüm süreci diye ifade
ettikleri sürecin temeline demokrasinin konulmasını kabul etmeyenler
“öteki”lerdir ve marjinal bir konumda tutulmaları gerekir. Neye göre? Niçin?
İktidarın son olarak “çözüm
süreci” diye isimlendirdiği süreci halka anlatma ve olumlu hava oluşturma
görevi ise akil adamlara havale edilmiş durumda. Bu adamların neye göre “akil
adam” olduğu ve meclistekilerin ne iş yaptığı konusuna girmeyeceğim. “Akil
adamlar” süreçle ilgili olarak her ne kadar biz hükümet adına hareket etmiyoruz
dese de, aslında hükümetin çözüm sürecinden başkasını dillendirmiyorlar. Burada
izah etmek istediğim mesele “silahlı dönemin” yanlış olduğunu ifade etmekle birlikte,
silahları bırakacakları zeminin demokratik zemin olmasının da yanlış olduğu
meselesidir. 2005 yılından itibaren başlatılan ve günümüzde de birçok isim
değişikliğinden sonra “çözüm süreci” terimi ile ifade edilen sürecin ana hedefi
şudur: Kürt kavminin/toplumunun inkâr, iskan ve asimile yöntemiyle sisteme
entegre etme politikasının iflas etmesi, Kuzey Irak ve Suriye’de ki gelişmeler
üzerine bu defa da demokrasi/eşit yurttaş adı altında Türkiyelileştirmek ya da
sisteme entegre etme projesidir. Sisteme entegre olma noktasında direnen her
kesimi ise öteki olarak görmeye devam edeceklerdir.
Bu sürecin karşıt kutbu gibi
görünen iki temel yaklaşım vardır. Ulusal kanat, devletin güvenlik siyasetini
bırakmasını eleştirirken diğer taraftan mücadeleyi siyasi zemine çekmek isteyen
güçlü bir irade ve taraflar vardır. Demokratik zemine çekmek isteyen taraflar
ve aktörleri malumdur. Ulusalcı kesim ise şu anda hiçbir kudrete sahip
değildir. Demokratik zemine çekmek isteyen hükümet, Öcalan ve malum medya “akil
adamlarıyla” tüm becerilerini de ortaya koyarak Kürt halkını, davul ve zurna
ile oldubittiye getirip sisteme entegre etmek için çalışacaktır. Sisteme
entegre etme durumunun daha net anlaşılması için bir örnekle daha da
somutlaştıralım. Tüm Müslümanların kalkansız bırakıldığı bir dönemi, İslam’ın
devlet, toplum ve hayattan uzaklaştırıldığı bir süreci Öcalan’ın “Milli
Kurtuluş Savaşı” olarak göstermesi gibi. Öcalan, son Newroz’da ki açıklamasında
şöyle diyordu: “Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve
Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel,
karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz. “ (haberler)
Başbakan Erdoğan ise, 04.04.2013
tarihli “akil adamlar” toplantısında şöyle diyordu: “Biz bu örselenmiş
duyguları tamir etme çabasındayız. Kurtuluş Savaşı'ndaki o özü tesis etme
çabasındayız. Hatalarımız olabilir. Yeni bir Cumhuriyet kurma çabasında
değiliz. Dışlananların olduğu değil, zulüm görenlerin değil, herkesin birinci
sınıf olduğu bir Türkiye inşaa etme sevdası içindeyiz.” (haberler)
Cumhuriyetin kurucu kadrosu tüm
Müslümanların arasındaki İslam bağını ve Hilafet’i ilga ederek yerine laik Türk
milliyetçiliğini koymuştu. Böylece ümmetten bir ulus yaratmak istiyorlardı.
Şimdi ise laik Türkiyeli olmayı vatandaşın üst kimliği haline getirmeye
çalışıyorlar. Tüm bunlara karşı çıkanlar ise cadı kazanına atılacak. Aynen
Cumhuriyet kurulduğunda karşı çıkan Şeyh Said gibi Çapanoğlu gibi. Cumhuriyet
kurulduğunda kendisine belirlediği iki düşman vardı. Bunlardan birincisi İslam
diğeri ise Müslüman Kürt halkıydı. Ak Parti ılımlaştırma yolu ile İslam
problemini nasıl halının altına süpürdü ise şimdi aynısını Kürt sorunu ile
alakalı yapmak istemektedir. Ancak daha sonra bu iki mesele de tekrar gündeme
gelecektir. Çünkü ortaya konulan çözüm ne kadar güzel olursa olsun insan
aklının ürünü olması hasebiyle insan fıtratına ters olacaktır. Türkiyeli olmak
ta meseleyi çözmeyecektir. Cumhuriyet yine kendisine ötekini yaratacak ve zulüm
yine devam edecektir.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış