“Devlet, üzerine
kurulacağı yeni fikirlerin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkar ve devletin otoritesi
bu fikirlerin değişmesiyle değişir. Çünkü fikirler mefhumlaştığında -yani
anlamları idrak edilip tasdik edildiğinde-, insanın davranışına etki eder ve
davranışını bu mefhumlara göre seyrettirir. Bu değişime bağlı olarak
maslahatlara bakışı da değişir”. http://www.hizb-ut-tahrir.info
Böylesine bir tespitin
yapılabilmesi için hayatın tüm müşküllerine çözüm bulan muayyen bir fikre sahip
olmak gerekir. Böyle bir fikre sahip olduktan sonra artık devletleri anlama,
tanıma noktasında elimizde bir mihenk taşımız olmuş olur. Eğer böyle bir fikre
sahip değilseniz ancak otuz yıl gibi bir zaman geçtikten sonra bazı hakikatleri
görebilirsiniz. İran örneğinde olduğu gibi.
1979 İran Devrimi, dünya
Müslümanları ve Türkiye’de ki birçok İslami hareketi heyecanlandırdığını ve
zamanla bir etkileşimin olduğu biliyoruz. Yukarıda ifade ettiğimiz muayyen bir
fikirden yoksun olmanın getirdiği bir sonuçtan kaynaklanan etkilenme, otuz
yılın akabinde bazı gerçekler gün yüzüne daha net çıkması ile bittiğini ve geçmiş
davranışlarını şimdi kınadıklarını görmekteyiz. Hem de yıllardır kandırılmanın
verdiği bir pişmanlık ile. İşin ilginç
yanı ise o zaman konjektöre teslim olanlar bugün içinde aynı hataya düşmekte ve
konjektör gereği vakıaya teslim olmaktadır.
Bugün gelinen noktada
ise İran’a ve politikalarına karşı İslam âleminde müthiş bir öfke patlaması
var. İran’ın yüzündeki bu perdeyi indiren onun gerçek yüzünü aşikâr eden ise hiç
şüphesiz Suriye ayaklanması olmuştur.
İran’ın, Afganistan,
Irak ve Suriye’de ABD ve İsrail ile yaptığı işbirliğini bir takım çevreler hala
idrak edememektedir. Yıllardır sempati ile baktığı bu işbirlikçi devlete toz
konduramamaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz “Devlet, üzerine kurulacağı yeni
fikirlerin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkar” ve “bu değişime bağlı olarak
maslahatlara bakışı da değişir” ifadesi üzerinde düşünülmesi gerekir.
Ayrıca burada önemli bir
hususun altını çizmek istiyorum. İslam dünyası bugün birçok parçalara
bölünmüştür. Etnik-milliyetçilik fikirlerinin yanı sıra birde mezhepsel olarak bölmek
istemektedirler. Biz burada İran’ı eleştirirken, onu muhasebe ederken mezhepsel
bir tavır içerisinde muhasebe etmiyoruz. İran’ın yıllardır, icat edilmiş bir
ulus devlet olduğunu, kendi çıkarları ve yörüngesinde döndüğü devletin
siyasetinin dışına çıkamadığını ifade ediyoruz. Ancak İran, yıllardır İslam
Devleti olduğunu iddia ederek, İsrail, ABD karşıtlığı üzerinden pirim yapmaya
çalışmıştır. Ancak bir yere kadar. Bugün için İran’ın çirkin yüzü ortaya
çıkmıştır.
İran, Cumhuriyet
sisteminin önüne “İslam”ı getirerek yıllarca hem halkını hem de diğer
Müslümanları kandırdı. İran Anayasasına bakan kişi Batılı anayasaların bir kopyası
olduğunu fark edecektir. Yönetim biçimi olarak Cumhuriyet, Bakanlıklara
bölünmesi, parlamentonun çalışması, güçler ayrılığı ve yetkileri konularının
tamamı, kapitalist-demokratik sistemlere göredir. İran’ın Birleşmiş Milletlere
ve İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olması, kapitalist sistem esasına dayalı
uluslararası ve bölgesel örgütlere bağlı olması, onun mevcut uluslararası
sisteme göre hareket ettiğini ve uluslararası ilişkilerinin hiçbirisinde İslam
esasına dayanmadığını da görmekteyiz. Bundan dolayı İran’daki devletin, özel
bir mesajı veya İslam’dan kaynaklanan muayyen bir projesi olduğu asla
düşünülemez. Bilakis İran rejiminin vakıasının, kavmiyetçi ve vatancı bir rengi
olduğu ancak düşünülebilir ki bu da arkasında mevcut rejimi, devletin varlığını
ve topraklarını korumanın yattığı politikasını yansıtmaktadır. Nitekim İslami
Parti Hizb-ut Tahrir devrimin başlarında Humeyni’ye ulaşarak Amerika ile
işbirliği yapmamasını ve içerisinde İran anayasasını çürüten ayrıntılı bir
kitap hazırlayarak İslam anayasasını ilan etmesini nasihat etmişti. Ancak o, bu
nasihati dinlemedi ve İslam’a muhalif olan anayasa ve kapitalist Batı tarzı
Cumhuriyet sistemiyle devam etti.
İran’ın sözde ABD ve
İsrail karşıtlığına gelince 26.08.2012 tarihli Haaretz gazetesinde Aner Shalev
imzalı, makaleden alıntı yapan Ali Ünal, Zaman gazetesindeki "İsrail ve
İran’ın üç silahı" başlıklı (21 Ekim 2013) yazısında şöyle demekte:
“İran, İsrail’e ölesiye
muhtaç. İsrail olmasa, İran onu icat eder. Bundan dolayı da, İran için İsrail
daha uzun yıllar yaşamalıdır. Ayetullahların rejiminin İsrail karşıtı çılgın
retoriği kitleleri asıl meselelerinden uzaklaştırıyor. Nefret, daima rejimleri
güçlendiren birleştirici bir güç olmuştur. İçeride gerilimi düşürmek için
şeytanlaştırılmış haricî bir düşman gibisi olamaz. İran, bunu bütün
beklentilerin üstünde olarak başarıyor. İsrail, İran’a yardım ediyor. İran’a
saldırının eli kulağında olduğu tehditleri, Ayetullahların rejiminin
tekerleklerini yağlıyor. Diğer yandan, İsrail de ölesiye İran’a muhtaç. İran
olmasa, İsrail onu icat eder. İran, İsrail için daima var olmalıdır. Nefret ve
düşmanlık söylemleri, bilhassa sağcı iktidarlar için etkili kontrol
mekanizmaları olmuştur. Netanyahu’nun İran karşıtı çılgın retoriği, kitlelerin
dikkatini asıl problemlerinden uzaklaştırmaktadır. İran’ın İsrail’i tehditleri,
Netanyahu hükümetinin tekerleklerini yağlıyor.”
Evet, zahirdeki
İran–İsrail düşmanlığı, sadece karşılıklı olarak iktidarların tekerleklerine
yağ sürmekle kalmıyor, İsrail’in etrafındaki Batılı koruma ve yardım duvarını
sürekli güçlendirdiği gibi, İran’a da İslâm dünyasındaki Müslüman kitleler
nezdinde prestij sağlıyor. ABD ve İsrail karşıtlığı üzerine kurulu bir retorik,
müthiş prim yapıyor İslâm dünyasında. Kitleler, arkada ne olup bittiğini
bilmedikleri için bu primin ağlarına takılıp sürüklenebiliyor ve retorikteki
karşıtlık, değerlendirmelerde en önemli ölçü haline geliyor. (Türkiye Hükümeti
Başbakanı’nın çıkışları da bu minval üzeredir.)
Diğer taraftan ise İran,
bazı zamanlar perde arkasında, bazı zamanlarda açıktan ABD ve Batı ile
işbirliği içerisine girerek bundan istifade etmeye çalışmaktadır. Örneğin; New
York Times gazetesinin, 27 Ekim 2010 tarihinde Karzai hükümetinin İran’dan para
aldığı şeklinde bir haber yayınlanmasından iki gün sonra İran Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mehmanparast İran’ın, “Afganistan’ın istikrarına
katkıda bulunmak için büyük yardımlar yaptığını” vurguladı. Afganistan devlet başkanın,
İran’dan para aldığını kabul etmesinin ardından bu paranın, “bazı siyasilerin,
milletvekillerinin, Afgan kabile liderlerinin borçlarını üstlenmek ve Taliban
hareketindeki unsurları cezp etmek için” kullanıldığı ifade edilmiştir.
Yukarıda ifade edilen bu
açıklamalar aslında İran’ın, ABD’nin Afganistan ve Irak’taki çıkarlarına
katkıda bulunma rolünün açığa çıktığı yönündeki yeni bir şeyi ortaya
çıkarmamaktadır. Nitekim daha önce eski savunma bakanı Ali Şemhani, Uzmanlar
Konseyi ve eski devlet başkanı Haşimi Rafsancani ve eski devlet başkanı
yardımcısı Muhammed Ali Ebtahi dâhil birçok İranlı liderler İran'ın,
Amerikan'ın Afganistan ve Irak işgalini desteklemedeki rolünü açıklamışlardır.
Nitekim Ali Ebtahi, 15.01.204'te şu açıklamada bulunmuştur: "Şayet İran’ın
desteği olmasaydı Amerika, Afganistan ve Irak’ı bu kadar kolay işgal edemezdi”.
2008 yılında yayınlanan
Baker-Hamilton raporunda, Amerikan yönetimine Afganistan’daki İran-Amerikan
“işbirliğini” alıntılayıp Irak’ta aynısını yapması çağrısında bulunulmuştur.
Nitekim öyle de olmuştur. Zira İran ve Amerikalı yetkililer arasında açıkça
yapılan güvenlik görüşmeleri sırasında bundan maksadın, “Irak’ın istikrarını ve
güvenliğini korumak” ve kesinlikle Amerikan işgali üzerindeki baskının
hafifletilmesi olduğu açıklanmıştır. Bu ise bir taraftan güvenlik işbirliği
yapmak ve etnik çatışmayı beslemek ki, bunları yapmakla da İran rejimini
görevlendirilmiştir.
İran’ın bölgede takip
ettiği siyasi çalışmalarının tamamı, Amerika’nın projeleriyle mutabık ve uyum
içerisindedir:
Yine son bir örnek
verecek olursak Lübnan hükümeti ABD politikalarına göre hareket ettiği
bilinmektedir. İran’ın partisi Hizbullah’ın mezhebi bir parti kurmasına müsaade
edilmiş, bununla da kalmamış hiçbir partiye tanınmayan ayrıcalık Hizbullah’a
tanınmıştır. Lübnan ordusundan ayrı olarak silahlandırılmış ve Lübnan
hükümetince de tanınmıştır. Ancak Lübnan rejimi, onun dışındaki partilerin
silah taşımalarına izin vermemekte veya diğer partilerin silahlı olmalarını
kabul etmemektedir. Hizbullah, İran’ın yaptığı gibi Amerika ile irtibatlı olan
Suriye rejimine destek vermekte ve ABD ise, Hizbullah’ın Laik Beşar Esed
rejimine destek vermek için Suriye’ye müdahale etmesine izin veren Lübnan
rejimini engellememiş, dahası ABD bu partinin Lübnan ordusu tarafından
engellenmeksizin Suriye’ ye müdahale etmesini zımnen onaylamıştır.
Nitekim 12 Aralık 2008
tarihinde Robert Gates, Bahreyn’de Amerika ile İran arasında olması gereken
ilişkiler hakkındaki uluslararası konferansta bu hususu açıklamış ve şöyle
demiştir:
“Hiç kimse İran’daki
rejimi değiştirmek için çalışmıyor... Bu bağlamda bizler, politikalar ve
davranışlarda bir değişim oluşturmalıyız. Şöyle ki; İran, istikrarsızlığın ve
şiddetin kaynağı olmak yerine bölge ülkeleri için iyi bir komşu olmuştur.”
Aslında görünüşte İslamcı ve gerçekte ise ABD ile işbirliği içerisinde
olan İran yöneticilerinin bu davranışlarına şaşırmamak gerekir. İran yöneticileri, ABD ile işbirliği
yapmayı hiç umursamamaktadırlar. Yeni Cumhurbaşkanı Ruhani’de seleflerinin
izinde giderek geçmiş politikaları özelliklede Suriye politikasını
destekleyeceğini Cumhurbaşkanlığı yeminini yapar yapmaz vermiştir. Zira İran,
Irak’ı, Afganistan’ı önceden ABD’ye teslim ettiği gibi bugün de Suriye’yi
ABD’ye teslim etmektedir. Ümmete, Râşidi Hilafet
Devleti projesine
karşı ABD ile birlikte hareket etmektedir. Hem de Irak, Suriye, Türkiye ve
gelecekte de Sudan, Libya, Mısır ve Lübnan’a intikal edecek olan bir fitne
içerisinde ırkçı, taifeci ve mezhepçi nefret dolu devletçiklerin
oluşturulmasına dayalı yeni (Sykes-Picot) bölge ülkelerini parçalamak için
onlarla birlikte iğrenç mezhepçilik oyununu oynayarak.
Resulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in asırlar önce Hâkim’in Müstedreki’nde Sahihey’den tahriç
ettiği sahih hadiste Ka’b İbn-u Ucra için söylediği bir hadis ile bitirmek
istiyorum.
أَعَاذَكَ اللَّهُ يَا كَعْبَ بْنَ
عُجْرَةَ مِنْ إِمَارَةِ السُّفَهَاءِ قَالَ: وَمَا إِمَارَةُ السُّفَهَاءِ؟
قَالَ: أُمَرَاءُ يَكُونُونَ مِنْ بَعْدِي لَا يَهْتَدُونَ بِهَدْيِي وَلَا
يَسْتَنُّونَ بِسُنَّتِي، فَمَنْ صَدَّقَهُمْ بِكَذِبِهِمْ وَأَعَانَهُمْ عَلَى
ظُلْمِهِمْ، فَأُولَئِكَ لَيْسُوا مِنِّي وَلَسْتُ مِنْهُمْ وَلَا يَرِدُونَ
عَلَيَّ حَوْضِي، وَمَنْ لَمْ يُصَدِّقْهُمْ بِكَذِبِهِمْ وَلَمْ يُعِنْهُمْ عَلَى
ظُلْمِهِمْ فَأُولَئِكَ مِنِّي وَأَنَا مِنْهُمْ وَسَيَرِدُونَ عَلَيَّ حَوْضِي
"Allah seni sefih
emirlerden korusun ey Ka'b İbn-u Ucra! (Ka'b İbn-u Ucra) Dedi ki: Sefih emirler
kimlerdir? Dedi ki: Benden sonra birtakım emirler olacaktır. Onlar
hidayetime uymazlar ve sünnetimi de takip etmezler. Her kim onların yalanlarını
doğrular ve zulümlerinde onlara yardım ederse, işte onlar benden değildir ve
ben de onlardan değilim! Onlar (cennetteki) havzıma gelemezler. Her
kim de onların yalanlarını doğrulamaz ve zulümlerine de yardım etmezse, işte
onlar bendendir ve ben de onlardanım! Havzıma gelecek olanlar işte
bunlardır."


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış