Hıristiyan din
önderleri, Hıristiyanlıkla ilgili tartışmalı konuları aydınlatmak ve bir sonuca
bağlamak için, tartışılacak konunun önemi ve ilgilendirdiği bölge oranında
büyük toplantılar düzenleniyordu. Bu toplantılara "Konsey" ya da
"Konsil" adı veriliyordu.
Tartışılacak konu, bütün
Hıristiyanları ilgilendiriyorsa, "Genel Konsil" yapılarak, bütün
önemli kilise önderleri davet ediliyordu. Eğer tartışılacak konu, sadece bir
bölgenin Hıristiyanlarını ilgilendiriyorsa, o bölgenin kilise önderlerinin
katılacağı bir "Bölgesel Konsil" düzenlenir ve sorun tartışılırdı.
İznik Konsili'nin ana
konusu Mesih İsa'nın gerçek Tanrı olup olmaması idi. Mısır'ın İskenderiye kilisesinde
başlayan anlaşmazlıkta o kilisenin bir presbüterosu (ihtiyarı) olan Arius ünlü
oldu. Arius'un öğretisine göre Mesih İsa dünyanın kuruluşundan önce Tanrı tarafından
yaratılmıştır. Arius'a karşı çıkanlardan en meşhur isim o zaman İskenderiye
kilisesinin bir diakonu (hizmetkârı), daha sonra ise kilisenin piskoposu olan
İskenderiyeli Athanasius idi. Athanasius, Mesih İsa'yı yaratılmamış, ezelden
beri var olan Tanrı Baba ile aynı özü olan gerçek Tanrı olarak kabul etti. İki
grup İsa Mesih'i dünyanın tek kurtarıcısı olarak kabul etti ve İncil'e
dayanarak fikirlerini savunmaya çalıştılar.
İznik'te toplanan kilise
önderlerin büyük çoğunluğu Mesih İsa'nın gerçek Tanrı olduğu fikrini pekiştirdiler.
Konsilde bu konuda onaylanan İznik inanç
bildirisi bugüne kadar Katolik, Ortodoks ve Protestan Kiliselerin ortak
olarak kabul ettiği metinlerdendir. Yukarıda ifade ettiğimiz ilk Konsil’in
dışında daha birçok Konsil gerçekleşmiş ve Hıristiyanlık bugünkü şeklini
almıştır.
Abant Platformunun
(Konsili) taşıdığı misyon ve tartıştığı konular itibari ile Konsil ile aynı olduğunu
söyleyebiliriz. Platform, Fethullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen Gazeteciler
Yazarlar Vakfı tarafından 1998 yılında kuruldu. Bugüne kadar ele aldığı konular
yerel ve uluslararası alanda ses getirmiştir. Özellikle ilk düzenlen “İslam ve
Laiklik” konusu çok tepki çekmişti. Abant kuruluş amacını ise “değişik
renklerden yerli ve yabancı sözde aydınları bir araya getirerek küresel sürece
katkı sağlamak” olarak ifade ediyor.
Abant Konsili kendi
misyonunu ise şu şekilde açıklıyor:
·
Farklılıkları zenginlik kabul ederek,
birlikte yaşama kültürü oluşturmak
·
Ulusal ve uluslararası sorunları yok
saymak yerine, çözüm adına bu sorunların üzerine cesaretle yürüyebilmek ve
böylece pasiflikten kurtulup aktif ve dinamik kalabilmek
·
Tüm toplum katmanlarından insanların
karşılıklı önyargılardan kurtulmalarına katkı sağlamak ve bir ortak akıl, ortak
payda ve diyalog ortamı oluşturmak
·
Çatışmacı, reddiyeci, sert ve radikal
tavırları kırmak ve akıl dışı çözüm arayışlarına set çekmek
·
Tüm dünyanın örnek aldığı bir makul çözüm
platformu olmak.
Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı tarafından 14 Haziran 1998 tarihinde gerçekleştirilen "İslam ve Laiklik"
sempozyumu aslında Abant Konsili fikrinin doğmasını sağlayan ilk toplantıydı.
Toplantı hem ilk olma hem de tartışılan konular itibariyle büyük önem arz
ediyordu. Toplantıya katılanların tartışacağı konular üç başlık altında
toplanıyordu. Bunlar; Akıl-Vahiy İlişkisi, Din-Devlet İlişkileri, Din-Toplum
İlişkileri hakkındaydı. Burada sorun bu konuların tartışılıyor olması elbette
değildi. İslam’da bu konulara verilen cevaplar da aslında gayet vazıhtı.
Öyleyse İslam’da açık olan bu konu niçin tartışmaya açılarak orta bir yol bulma
hevesine girilmişti? Çünkü 90 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tüm uygulamalarına
rağmen bu ümmetin akidesini elinden alamamıştır. Halka “dinin hayata
karışamayacağı” fikrini de tam benimsetememişti. Bu vesile ile süren bu
tartışmalara nokta koymak, demokratik düşüncenin bugün vazgeçilemez tek sistem
olduğu, refah ve mutluluğun ancak onunla mümkün olacağı fikrinde bu sözde
aydınlar eli ile karar alınmıştır. Ancak dikkat edilirse Konsilin sonuç
bildirisinde ve daha sonra ele aldığı konular İslam akidesi ile örtüşmeyen
tamamen Batı’nın hayat hakkındaki mefhumlarına çağıran fikirler olduğu
görülecektir.
Söz konusu toplantıda; “İslam’a
göre temel amacı, insanları, dünya ve ahiret hayatında, iyilik, güzellik ve
mutluluğa ulaştırmak için yol göstericilik olan vahiy, akla hitap eder ve onun
tarafından anlaşılıp yorumlanmasını ister. İslam düşünce tarihinde aklın
önemini küçümseyen bazı anlayışlar olmasına rağmen hâkim çizgi, vahiy ile akıl
arasında bir zıtlık bulunmadığıdır” denilerek hayır-şer, güzel-çirkin,
sevap-günah’ın nasıl belirleneceği hususlarını aklın belirleyeceği ifade
ediliyor. Burada akıllarını İslam’ı anlamada kullanacaklarına İslam’ı
akıllarına uydurmaya çalışmaktadırlar.
“Akıl, vahiy ilişkisini” tartışırken tartışılan konu kulluğu ilgilendiren yani
fillerde hayır-şer, sevap-günah olanı belirlemede bu ikisi
birbiriyle çatışırsa hangisi tercih edilecek bu tartışılmaktadır. Hâlbuki Allah
Subhanehu ve Teâlâ bu konuda;
"O gün insanlar
amellerini görmek için geri dönüp gelirler, kim zerre kadar hayır işlemişse onu
görür, kim zerre kadar şer işlemişse onu görür." (Zilzal 6-8)
Demek ki insanlar amellerinin zerresinden dahi sorgulanıyor. Bu sorgulama
da hayır-şer işlemesine göre oluyor. Hayır-şer ise Rabbimize göredir. O halde insan
Rabbimiz katında neyin hayır,
neyin şer olduğunu aklı ile
nasıl bilecek? Zira akıl sınırlıdır, O Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın zatına ve
katında olana hiç ulaşamaz. O halde insan, amellerinin Allah katında hayır-şer olanını ancak Rabbimizin insanlar içinden
seçtiği Rasulü Aleyhis salatu ves selam’a
vahiyle bildirmesi ile bilebilir. Nitekim Allah Subhanehu ve Teâlâ bu hususta
insan için lazım olan her şeyi bildirmiş, Kitabı’nda hiç bir boşluk bırakmamıştır.
Bunu da şöyle bildirmiştir:
“Kitabı sana her şey
için bir açıklama olarak indirdik.” (Nahl 89)
“Yapmakta olduğunuz
işlerden mutlaka sorumlu tutulacaksınız." (Nahl 93)
“Bugün size dininizi
kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak
İslâm'dan razı oldum." (Maide 3)
“Hakkında ilim sahibi
olmadığın şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi
yaptığından sorumludur.” (İsra 36)
Görüldüğü gibi Allah, kulluk alanında -ki o hayatın tamamını ve bütün
amelleri kapsıyor- hüküm koyma hususunda akla bir yer bırakmamıştır.
Aklın vazifesi; eşyayı ve olayları tanıyıp ayırt etmek ve Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
hitabını anlamaktır. Onlara karşı, insanın amelinin yani tutumunun ne olması
gerektiğini belirlemek değildir. Aksi halde, insanın fiilleri ile ilgili olarak
akıl; hayır-şer, güzel-çirkin diye hüküm verirken neye dayanarak hüküm verecek?
Tabii ki insanın kısır bilgisine ve de temayüllerine yani heva ve hevesine hoş
gelip gelmemesine göre hüküm verecektir. Hâlbuki insanlar nezdindeki hayır-şer, güzel-çirkin hükümlerinin ahirette hiç bir kıymeti
yoktur.
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Bir şeyden
hoşlanmasanız da o sizin için hayır olabilir. Bir şeyden de hoşlanırsınız da o
sizin için şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara 216)
Yine toplantıda, “İslam’ın ilk dönemlerinde vahiy-hayat ilişkisinde akla
önem verildiği, hatta bazı nassların açık ifadelerine rağmen dinin ana
maksatları ve zaruretler dikkate alınarak hükümlerin farklı yorumları
yapılabildiği bu çerçevede günümüz Müslümanları da İslam dünyasının gündelik
problemlerini çözüme kavuşturma yetkisine sahip” olduğu düşüncesi kabul edilmiştir.
Neden “Konsil” dediğimi aşağıdaki örnek daha net açıklar sanırım. Abant
toplantısında tartışılan kavramlardan biriside “hâkimiyet" kavramıdır.
Toplantıda, “âlem üzerinde bilgisi, iradesi, rahmeti, adalet ve kudreti ile
mutlak hâkimin Allah” olduğu bütün varlıkların bu külli hâkimiyetin altında olduğu,
müminler için Allah’ın “ahlaki ve sosyal değerlerinin öğreticisi ve yol göstericisi”
olduğu fakat bu "hâkimiyet" kavramı ile "hâkimiyet kayıtsız
şartsız milletindir" ilkesinde yer alan "hâkimiyet" kavramı
birbirinden ayrı olduğu "hâkimiyet milletindir" ifadesi, "hâkimiyet
bir ferdin, sınıfın, zümrenin tabii veya ilahi hakkı değildir" anlamına
geldiği, siyasi manada "milli irade"yi esas almak ve onun üstünde bir
güç tanımamak demek olduğu şeklinde sonuç bildirgesinde yayınlamışlardır.
Bu ise hakkı tamamen ters yüz etmek, batılı hak olarak kabul etmektir,
başka bir şey değildir. Zira İslâm akidesine göre; İnsan, hayat ve kâinatı
yaratıp da emekliye ayrılan bir yaratıcı yoktur. İslâm'a göre iman: İnsan,
hayat ve kâinatı yaratan ve onlara düzen verenin Allah olduğuna imanın yanı
sıra, insan hayatını da yaratıp gerekli düzeni, nizamı O’nun göndermiş olduğuna
ve o nizama tabi olunması gerektiğine de iman demektir.
Nitekim Kelime-i Tevhidin manası da budur. Zira "Allah'tan başka
ilah yok" demek "Allah'tan
başka Mabud yok" demektir. Mabud
ise, kendisine kulluk yapılan demektir. Kulluk ise; kendisine kulluk yapılanın
tüm emir ve nehiylerine boyun bükmek, teslim olmak demektir. Allah'a kulluk ise
hayatın gayesi olduğuna göre hayatta insanın takip edeceği yol ve yapacağı
işler ile ilgili hükümlerin hepsinin Allah'tan gelmesini gerektirir.
İslam’ın sütunlarına
yönelik böylesine kelime oyunları ile tartışılan ve alınan kararlar maalesef oy
çokluğu kuralına göre kabul edilmiştir. Yani toplantıya katılanlar sunumlarını
yaptıktan sonra sonuç bildirgesine konulan maddeleri oy çokluğuna göre kabul
etmişlerdir. Aynı zamanda Abant Konsili sadece bir görüşün mensuplarının
katıldığı toplantı değildir. Bugünlerde arası açılan hükümetten de birçok
önemli sima bu toplantılara katılmıştır. Özellikle ilk toplantının çok önemli
olması hasebiyle katılanlardan bazı isimleri burada zikretmek istiyorum. Bülent
Arınç, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın, Prof. Dr. Ali
Bardakoğlu, Prof. Dr. Burhan Kuzu, Mehmet Ocaktan, Ali Bulaç, Prof. Dr. Büşra
Ersanlı, Av. Kezban Hatemi, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi bu toplantıya katılanlar
arasındaydı.
Abant Konsili vakıaya
göre birçok önemli konuya ev sahipliği yapıyor. İlk toplantılarda temel konular
“hal” edildikten sonra aslında asıl niyet de ortaya çıkıyor. Bu toplantılarda
öne çıkan konulara göz atıldığında; demokratik
hukuk devleti, çoğulculuk ve toplumsal uzlaşma, küreselleşme, İslam, laiklik ve
demokrasi-Türk tecrübesi, Türkiye'nin AB'ye üyeliği sürecinde kültür,
kimlik ve din, küresel politikalar ve Ortadoğu'nun geleceği, İslam, batı ve
modernleşme, tarihi, kültürel, folklorik ve aktüel boyutlarıyla Alevilik"
gibi konular görülüyor. Yapılan bu toplantılar ve konulara bakıldığında
özellikle İslam, din, devlet, demokrasi gibi konularda tamamen yalan, yanlış
bir takım saptırmalarla topluma zehirli fikirler sunduklarını görmekteyiz.
Demokrasi bir asit gibi olmasına rağmen onu İslam ile mecz etmeye
çalışmaktalar. İstisnasız olmak üzere Abant Konsili’nde ele alınan konular
tamamen İslam’ın içini boşaltma, İslam’ı hayata karıştırmayan bir tasavvur
oluşturma amacını taşımaktadır. Bu da hem Batı’nın hem de devletin istediği bir
şeydir.
Abant Konsili her yıl
düzenlenen toplantılarına bu yıl “Aleviler ve Sünniler: Barışı ve Geleceği Birlikte
Aramak” konulu bir toplantı yaptı. Yine her sene olduğu gibi dinî, etnik,
ideolojik ve politik pek çok kesimden 150 civarında katılımcı bu toplantıya
katıldı. Diyanet’ten, alevi kurumlarına, CHP dâhil farklı siyasi partilerle
irtibatlı ya da onlara yakın isimler, hükümetten milletvekilleri,
muhafazakârlar, sosyalistler ve liberallerden olmak üzere birçok gazeteci ve
yazar katıldı.
Toplantıya katılan
Radikal Gazetesi yazarı Tayfun Atay “Abant ve Alevilik” yazısında “Abant’ta isteyen
bol bol rakısını da içti, şarabını da. Öyle gizli-saklı değil, Platform’un en
üst düzey yetkililerinin gayet nazik ‘Afiyet olsun’ dilekleri eşliğinde”
diyerek Abant’ın geldiği durumu da özetlemiş oldu. Yani sarhoş bir kafa ile alınan
kararları artık hesap edin.
Toplantının sonuç
bildirisinde öne çıkanlar; “Devlet, birey ve toplulukların inanç-ibadet
farklılıklarını güvence altına alması gerektiği, Cem evlerinin ibadethane
statüsünü dini bir mesele olmanın ötesinde toplumsal bir öznellik talebi olarak
ele almalı ve bu talepleri acilen yasal düzenleme ile karşılamalıdır” denildi.
Bilindiği üzere yakın
zamanda Cemaat ve Cem Vakfı ortaklaşa Cami-Cemevi projesini başlatmıştı. Abant
Konsili’nde bu yıl bu konunun gündeme alınması normaldir. Cemaat ve Cem Vakfı'nın projesi olarak sunulan,
hükümetin de bizzat desteklediği Cami-Cemevi projesi büyük bir kesim tarafından
tepki topladığı için “dini bir mesele” temeli üzere değil, “toplumsal bir
mesele” temeli üzere oturtulması talebi sonuç bildirisinde yer almıştır.
Eğer Cemevi ibadethane ise neden Cami’den ayrı, yok değilse neden Cami'nin
yanına yapıyorlar. Cemaat Abant Konsili’nde İslam’da açık ve net o kadar çok
konuyu tahrip etti ki böyle bir konu, ya da proje ile gündeme gelmek ve
meseleleri demokrasiye göre yorumlamak onların artık şiarı olmuştur. İslam’da
nasıl ibadet yapılacağı, nerede yapılacağı gibi hususların hepsi bellidir.
Burada ayrıca bu konulara girmeyeceğim.
Peki, Gülen Cemaati
neden bu dönemde böyle bir işe girişti? Cemaat önce, anadilde eğitimin temel
bir hak olduğunu ve bir kimsenin anadilini kullanmasını engellemenin hiçbir
haklı temelinin olamayacağını açıkladı. Sonra da, Cemevi-Cami projesini
başlattı. Cemaat, anadil açıklamasıyla “Cemaat, çözüme karşı çıkıyor”
şeklindeki algının doğru olmadığını göstermeye çalıştı. Cemaat’in çözüme veya
Kürtlerin haklarının tanınmasına değil, PKK’ya karşı olduğunu ifade eden
bazı yazılar da kaleme aldılar. Cami-Cemevi girişimindeki gaye ise, Cemaat’in
farklılıklara saygı duyan bir yapı olduğunun altını çizerek hükümetin hayat tarzlarına
müdahale etmekle suçlandığı bir dönemde Cemaat bu adımla, kendini bu konuda
hükümetten farklı konuma yerleştirdi. Burada belirtmeden geçmeyeyim. Gerek Cami-Cemevi
projesinde, gerekse bu toplantı yapıldığında çatışma henüz bu boyuta
ulaşmamıştı.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış