Ergenekon
davası kapsamında tutuklu olan eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker
Başbuğ’un, Anayasa Mahkemesi'ne verdiği tahliye talebi ve hemen akabinde TMK
10. maddesi uyarınca kurulan ve kamuoyunda, "özel yetkili mahkemeler"
olarak bilinen Ağır Ceza Mahkemelerini tümüyle kaldıran kanunun Cumhurbaşkanı
Gül tarafından onaylamasıyla birlikte 20. Ağır Ceza Mahkemesi Başbuğ’un
tahliyesine karar verdi. Ardından da diğer Ergenekon sanıkları sırasıyla
tahliye edildi. Bu arada gerekçeli kararı yazılmayan Zirve Yayınevi ve Hrant
Dink davasının zanlıları da bu kapsamda serbest bırakıldı. KCK sanıklarından
ise 5 yılı aşkın tutuklu bulunanlar tahliye edildi.
17
Aralık yolsuzluk soruşturması eğer yaşanmamış olsaydı bu tahliyeler
gerçekleşecek miydi? Tahliyeler, hükümetin siyasi bir manevrası mı? Hükümet’in
“vesayetle mücadele” dediği kandırmaca, çöpe mi gitti? Bu tahliyelerle hükümet,
Gülen grubuna karşı Kemalist kesimlerle ittifak kurmayı mı hedefliyor?
Öncelikle
şunu belirteyim ki; “minareyi çalan, kılıfını hazırlar.” Erdoğan’ın “Türkiye
bağırsaklarını temizliyor” dediği, bu siyasi davaların hiçbir siyasi etki ve
tesirde kalmadan Anayasa Mahkemesi’nin tahliye ettiğini söylemek saflık
olacaktır.
Anayasa
Mahkemesine bireysel başvuru hakkı “23.09.2012 tarihinde” yürürlüğe girmiştir.
Ayrıca kanunun geçici 1. maddesinin 8. fıkrası ile de “Mahkeme, 23.09.2012
tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel
başvuruları inceler” hükmü getirilmiştir. Yani “23.09.2012 tarihinden” önceki hiçbir
dosyayı Anayasa Mahkemesi işleme dahi almamaktadır. Bu da göstermektedir ki, bu
yasa özellikle Ergenekon ve Balyoz davalarını AKlamak için
çıkarılmıştır. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkında her ne kadar daha
önce Hükümet, “Ergenekon ve Balyoz davalarını etkilemeyeceği” yönünde
açıklamalar yapmış olsalar da gelinen noktada bu yasa sadece adı geçen davaları
etkilemiştir.
Bu
konu ile ilgili ilk önce Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan, Star gazetesinde
"Ellerinde nur mu var, topuz mu" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İsim
vermeden Gülen cemaatine yüklenen Akdoğan, orduya kumpas kurulduğunu söyledi.
Akdoğan, yazısında "Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına,
milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların
bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir. Amaca ulaşmak için
her yolu mubah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini iyi
bilir" dedi. Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Milli orduya,
milli bankasına ve iktidarına kumpas kuruldu” ifadesi 17 Aralık yolsuzluk
operasyonu sonrası Ergenekon yargılamalarını da yolsuzluk soruşturmasıyla
birleştirerek vurgulaması tam bir manevraydı. Başbakan Erdoğan’ın köşkte rahat
oturabilmesi için Genel Kurmay Başkanlığı yapmış birisinin terör örgütüne
üyelik suçlamasıyla cezaevinde tutulmasının doğru olmayacağı yönünde telkinler
veriliyordu. Zaten bu Aklamanın planı da çok önceden yapılmıştı. 17
Aralık operasyonu bunu sadece biraz daha erkene aldı.
Gündemde,
yolsuzluk soruşturmasının yerine bir anda Akdoğan’ın bu yazısı konuşulmaya
başlandı. Madem bir kumpas vardı ve bunun gereği yerine getirilmeliydi. Bunun
üzerine Başbakan Erdoğan ile Türkiye Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu 4
Ocak 2014 tarihinde bir görüşme yaptı. Görüşme sonrası bir açıklama yapan
Feyzioğlu, özel mahkemelerin vermiş olduğu kararların yapılacak bir
düzenlemeyle bozulmasına ilişkin önerilerine Başbakan'ın da olumlu baktığını
söyledi. Ardından artarda tahliyeler gelmeye başladı.
İçişleri
Bakanı Efkan Ala’ya ait olduğu iddia edilen kayıtta “Ya kardeşim, biz yasa
yapan yeriz, gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar, sizin yaptığınızı suç
olmaktan çıkarırız” ifadesini kullanıyordu. İşte bu konuşma Türkiye’deki
yasama, yürütme ve yargının durumunu gözler önüne seriyor.
Hükümetin
Özel Yetkili Mahkemeleri bu kadar hızlı hareket ederek kaldırmasının nedeni 17
ve 25 Aralık tarihlerindeki operasyonlardı. Öncelikli hedef ÖYM'lerden ziyade
TMK 10 ile yetkili savcılıklardı. Çünkü 25 Aralık soruşturması TMK'da açıldı.
Bu
tahliyelerle hükümet, Gülen grubuna karşı Kemalist kesimlerle ittifak kurmayı
mı hedefliyor? sorusunu akıllara getirdiğini yukarıda ifade etmiştim. Bu
tahliyelerin nedeni ittifak kurmak değildir. Hükümet yolsuzluk dosyasından
kurtulabilmek için Ergenekon davası sanıklarını serbest bırakmayı göze
almıştır. Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının “montaj ve komplo” olduğu
algısını yaratabilmesi için mutlaka bu adımı atması gerekiyordu ve öyle de
oldu.
Geçmiş
dönemde Ergenekon ve Balyoz davalarını savunan bir kimse hemen Ergenekoncu
olarak suçlanıyordu. Fakat “kumpas” açıklamasıyla birlikte Ak Parti’ye yakın
kalemler ki, -en çok bu suçlamayı onlar yapıyordu- 180 derece dönerek Cemaat
yargısının delilsiz mesnetsiz bir şekilde yargılamalar yaptığını yazıp çizmeye
başladılar.
Cemaat
tahliyeler ile alakalı bu rüzgârın önünde kısmî olarak durmaya çalıştı. Fakat rüzgâr o kadar şiddetli idi ki, bu
tutumundan vazgeçti ve o dönemin kilit isimlerinden Eski Emniyet İstihbarat
Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’i Bugün TV’ye çıkardı.
Eski
Emniyet İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, eski Genelkurmay
Başkanı emekli orgeneral İlker Başbuğ'un, Başbakan Tayyip
Erdoğan'ın talimatı ile tutuklandığını söyledi. Yılmazer, "İlker
Başbuğ dosyası Başbakan'a her seferinde arz edildi. Adalet Bakanı ve Başsavcı
vekili ile Başbakan görüştü. Başbakan tutuklansın talimatı verdi" dedi.
Böylece
Cemaat “eğer bir hukuksuzluk varsa” biz bunu beraber yaptık demeye getirdi.
Hatta bunun emrini bizzat “Başbakan Erdoğan” verdi dedi.
Yılmazer,
üç defa Bugün TV’ye çıktı ve tartışmalara konu olan birçok dava ile alakalı
açıklamalar yaptı. Toplamda söylediği; “tüm bu davalarda biz gerekli
çalışmaları yaptık, Başbakan’a sunduk ve Başbakan’ın talimatıyla da
operasyonları gerçekleştirdik” şeklindeydi.
Yılmazer’in
cevap vermediği-veremediği sadece bir dosyanın olduğunu fark ettim. Bu dosya da
Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna Hizb-ut Tahrir’e üyelik suçlamasıyla
cezaevinde yatan Süleyman Solmaz’ın telefon bilgilerinin “sehven” nasıl
yüklendiğiydi. Sadece “sehven” yüklenmiştir, diyerek geçiştirdi.
Diğer
dosyaların delillerine tam anlamıyla vakıf değilim. Ama bu dosyada kumpas
kurulan Teğmen Çelebi’den ziyade Hizb-ut Tahrir’dir. Yılmazer’in Cemaate
yakınlığı ile bilinen Bugün TV’ye çıkarak yaptığı bu açıklamalardan Cemaat ve
Ak Partinin birlikte oluşturdukları bu cadı kazanına Hizb-ut Tahrir’i de atarak
kurtulmak istediklerini ve aynı zamanda onların ne kadar basit ve bir oldubitti
ile hareket ettiklerini de göstermektedir.
Tüm
bu yaşanan gelişmeler gösterdi ki Türkiye’de her dönemin iktidarı, Müslümanlara
yönelik o kindar uygulamalarından vazgeçmemişlerdir. Bir dönem İstiklal
Mahkemeleri daha sonra DGM, Ağır Ceza, Özel Yetkili Mahkemeler ve şimdi tekrar
Ağır Ceza Mahkemeleri olmak üzere isimler değişse de uygulama hiç
değişmemiştir. İslâm’ı devlet, toplum ve hayat bazında uygulamak için kim
çalışırsa, kim bunun için kalem oynatırsa devletin güvenlik birimleri hemen
tehdit algılamasıyla, gerekli her türlü hukuksuz çalışmasını yaparak, dosyayı mahkemeye
sunuyor ve kimin tutuklanacağı, kimin serbest kalacağına varana kadar kanaat
belirtiyor ve genellikle o kanaat değişmiyor. Mahkemeler de en ağır cezayı
vererek cezaevlerine atıyor.
Şimdi
sözde vesayet rejimini bitiren Ak Parti hükümeti istediği zaman istediği algıyı
kamuoyunda oluşturuyor. Ya da istediği zaman istediği kanunu değiştiriyor.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne Müslümanlara en ağır cezaları
veren bu uygulamaları neden değiştirmiyor?
Çünkü
Türkiye’de bir yazılı, bir de yazılı olmayan Anayasa var. Daha çok uygulanan
ise yazılı olmayan Anayasa’dır. Bu yazılı olmayan Anayasa devletin tüm güvenlik
birimlerinden, yargısına ve siyasetçilerine varana kadar her kesime sirayet
etmiştir. Yazılı olmayan bu Anayasa’ya göre hareket etmeyen hiçbir siyasetçi
Türkiye’de zaten iktidara asla gelemez.
Bu
sebeple Türkiye’de her zaman birinci tehdit irticadır. Müslümanların geçmiş
dönemlerde İslâmî her türlü faaliyetleri kısmen yasaklanarak, engellenerek
yönlendirmeler yapılıyordu. Sistemi değiştirme düşüncesi ile yola çıkan İslâmcılar,
gelinen noktada Ak Parti’nin birer arka bahçesine dönüştüler. Zorla da olsa bir
kısım İslâmcılar Ak Parti’nin yolsuzluk ve rüşvet ilişkilerini AKlamak
için “demokrasi bildirisine” imza attılar.
İlk
başta İslâmî Cemaatlerin, STK’ların, kanaat önderlerinin ve Müslümanların artık
şu hakikati görmelerinin zamanı gelmedi mi?
Haram
yoldan helale ulaşılmaz! Kapitalist-Laik-Demokratik bir düzen içerisinde ne
adil bir yönetim, ne adaletli bir yargılama, ne de İslâm dinini kâmil manada
yaşayabiliriz. Cumhuriyet, İslâm’ın yönetim şekli olan Hilâfet Devleti’nin
yerine kurulmuştur. İslâm’ı ortadan kaldırmak için kurulan bu düzenin
değirmenine asla su taşımamalıyız. Birbiri ardına değişen bu yöneticiler bizi
aldatmasın! Çünkü her biri, bir diğerinin devamıdır. O halde hep beraber Ümmet bilinci içerisinde
büyük kurtuluş için çalışalım. O ise Allah’ın Rasulü’nün müjdelediği İkinci Râşidî
Hilâfet Devleti’dir. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana
uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok
bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Ali İmran 31)


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış