Türk Ceza Kanunu 26
Eylül 2004 tarihinde kabul edilen ve 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237
sayılı ceza kanunudur. Amacı; "kişi hak ve özgürlüklerini kamu düzen ve
güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını
korumak, suç işlenmesini önlemektir.” 2005 yılında yürürlüğe giren ve
çok defa değişiklikler yapılmasına rağmen Kobani bahanesiyle yapılan eylemlerden
sonra Türk Ceza Kanunu’nda tekrar değişiklerin yapılması gündeme geldi.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, 15 kez
değişikliğe gidilmiş olup, toplam 75 maddede 90 değişiklik yapılmıştır. Yeni
teklifle 76 maddede 97 değişikliğe gidilmiştir. Ak Parti bu kez yargı paketi
adı altında 35 maddelik bir düzenlemeyi Meclis’e getirdi.
Kanunlarda bu kadar kısa
sürede yapılan değişiklik -hem de bizzat yapanlar tarafından- bırakın topluma
istikrar sağlamayı, toplumu daha da kaosa sürüklemektedir. Avukatlar bile
yapılan kanun değişiklerine yetişemezken, toplumun bu kanunlara uyması nasıl
beklenebilir? Yapılan değişikler reform, demokratikleşme paketi, kişi hak ve
hürriyeti bağlamında topluma sunuluyor, ardından çok geçmeden yine “kişi hak ve
hürriyeti” denilerek değişikliğe gidiliyor. Bu değişiklikler sürecinde unutulmayan
şey ise şu: Kanun değişikliği öncesinde de sonrasında da AB uyum yasalarıyla
uyumlu olduğu en yetkili ağızlardan mutlaka dile getiriliyor.
Örneğin Terörle Mücadele
Kanunu, geçmişteki 163, 141, 142’nci kanunların yerine çıkartılmış bir
kanundur. Terörle Mücadele Kanunu 12 Nisan 1991'de kabul ediliyor ardından
1992, 1993, 1995, 1996, 1999, 2001, 2003, 2004 ve 2006 yıllarında değiştiriliyor.
Terörle Mücadele Kanunu
neredeyse herkesi sorgusuz-sualsiz kapsayabilen bir kanundur. Tüm dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de bu kanun bir sopa gibi kullanılmaktadır. İnsan odaklı
değil, rejimi koruma amaçlı çıkartılmış bir kanundur. Rejim kendisine düşman
gördüğü kesimleri bu kanunla cezalandırıyor. Dolayısıyla bu ülke, üç kişinin
bir araya gelmesinin suç sayıldığı devrelerden geçti. Toplumun demokratikleşmesi
oranında giyilen elbiseyi bazen daralttılar, bazen genişlettiler. İşte şuanda
karşılaştığımız şey de budur: Sekiz ay önce bir yasa çıkartılıyor ardından,
yaşanan Kobani olaylarıyla birlikte bu defa da tam ters yönde bir karar
çıkıyor. Bu durum gösteriyor ki; insan aklı her şeyden önce sınırlıdır. Onun
koyduğu kanunlar da değişikliğe, ihtilafa ve çelişkiye muhtaçtır.
Çıkartılan yeni iç
güvenlik yasasına gelince: 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra hükümet,
şüphelilerin ev ve işyerlerinde arama yapabilmeleri için “somut delile dayalı
kuvvetli şüphe” isterken kabul edilen yeni teklifte “makul şüphe” yeterli
sayılabilmektedir. Bu durum özellikle 17, 25 Aralık dosyalarının kapanmasıyla
birlikte Kobani olayları da bahane edilerek yeniden gelmiştir. Türkiye
tarihinde özellikle bazı kanunların çıkarılmasında bir takım olayların
tezgâhlandığı dahi bilinmektedir. Bu defa ise çıkan olaylar kasıtlı olarak
ciddi bir şekilde engellememek suretiyle yağma ve talana göz yumulmuş ve
çıkarılmak istenilen yasaya gerekçe olması istenilmiştir.
Gerekçede, “Uygulamada
ortaya çıkardığı güçlükler yanında kurumun amacını ve işlerliğini zayıflatması
nedeniyle somut delillere dayalı kuvvetli şüphe, makul şüphe şeklinde
değiştirilmiştir” denildi. Böylece CMK’daki 2004’te yapılan düzenlemeye
geri dönüldü. Madde, “Yakalanabileceği veya suç delillerinin elde
edilebileceği hususunda makul şüphe varsa; şüphelinin veya sanığın üstü,
eşyası, konutu, işyeri veya ona ait diğer yerler aranabilir” diye
düzenlendi. Oysa bu yıl Şubat ayında yapılan değişiklikle şüpheli veya sanıkla
ilgili arama kararları verilebilmesi zorlaştırılmıştı. Şimdi ise eskiden olduğu
gibi sadece “makul şüphe” olması arama için yeterli olacak.
Peki, bu düzenleme nasıl
etkileyecek?
Örneğin polis, eylem
yapacağı gerekçesiyle hakkında ihbarda bulunulması ya da istihbarat olması
durumunda bir kişinin, evini, işyerini, arabasını “makul şüphe” gerekçesiyle
arayabilecek. Polis şüpheli gördüğü kişiyi eskiden olduğu gibi yoldan çevirip
üstünü ve çantasını arayabilecek. CMK genel nitelikli arama kararına izin
vermiyor. Ancak bu düzenleme ile mahkemeden alınan kararla örneğin; “hükümete
yönelik yapılacak bir eylemin istihbaratı alındığında” “makul şüphe” diye
kolayca arama kararı alınabilecek. Basit, hatta genel arama anlamına
gelebilecek şekilde “makul şüphe” ile polis arama kararı çıkarabilecek. Bu
durum özellikle cebir ve şiddetten uzak duran kişi ve kurumlara yönelik bir
keyfiliği de ortaya çıkaracaktır.
Aslında Kobani olayları
hükümetin Cemaate yönelik yapacağı operasyonun da önünü açacak. Hükümet çıkan
bu kanunla istediği gibi kılıfına uydurarak operasyon yapabilecek. Aslında
sadece Cemaate yönelik değil, sisteme muhalif olan kim varsa “makul şüphe”
gerekçe gösterilerek operasyon yapılmak suretiyle istenilen algı
oluşturulabilecek.
Bir diğer konu ise
Kobani olayları çerçevesinde “çözüm sürecinin” hedef alındığı konusudur. Hem Ak
Parti hükümeti hem de olayların başlaması için çağrıda bulunan HDP Genel
Başkanı Selahattin Demirtaş, yaşanan Vandalizm ile “çözüm sürecinin” hedef
alındığını belirtmişlerdir. İlginçtir, aslında Kobani yaşanmasın diye “çözüm
süreci” ismi verilen bu süreç başlamıştır. Eğer Suriye ayaklanması yaşanmamış
olsaydı hükümetin gündemini daha başka şeyler meşgul edecekti. Ama Suriye ayaklanması
tüm Batı’yı olduğu gibi bölge devletlerini de endişe ve korkuya sevk etmiştir.
Türkiye, böyle bir sürecin başlatılmasını hayati görmüş PKK ve HDP’nin tüm
şımarıklıklarına rağmen sürecin sekteye uğramaması için büyük gayretler sarf
edilmiştir.
Yine Kobani olaylarından
sonra uzun zamandır sesleri solukları çıkmayan “akil insanlar” tekrar
hatırlanmış ve yeni Başbakan liderliğinde 11 saat süren bir istişare toplantısı
yapılmıştır.
Maalesef Ak Parti
Hükümeti “çözüm süreci” dediği bu süreçte merkeze PKK lideri Abdullah Öcalan’ı
koymuştur. Bu durum bölgede PKK’nin şımarmasına, bölgede yaşayan Müslümanlara
yönelik rahatça sindirme girişimlerinde bulunmalarına neden olmuştur. PKK,
bölgedeki mütedeyyin Müslümanlara yönelik saldırılar gerçekleştirmiş ve onlarca
insan şehid edilmiştir. Özellikle HÜDAPAR üyeleri hedef seçilmek suretiyle
Müslümanlar hunharca, vahşice katledilmiştir. Bu yaşananlardan HDP-PKK kadar Ak
Parti hükümetinin de sorumlu olduğu unutulmamalıdır. Hükümetin bölgede ve çözüm
süreci denilen bu süreçte sadece HDP-PKK’yi muhatap alması tüm bu yaşananlara
neden olmuştur.
Türkiye’de mevcut
anayasa ve çıkartılan yeni kanunların %99’u Müslüman Türkiye halkının ruhuna
uygun değildir. Bu durum onun temel akidesi ile alakalı bir durumdur. Örneğin
İngiltere’de yazılı bir anayasanın olmadığından ve kimi Avrupa ülkelerinde
yerleşmiş olan demokrasiden bahsedilir. Ancak demokratik sistemler, adı geçen
devletlerin halklarının temel akidesi ile bir uyumsuzluk yaşamıyor. Çünkü hem
Hıristiyanlar hem de Yahudiler siyasi bir akideye sahip değiller. Bu nedenle
demokrasi onları kalkındırırken Müslümanları ise geriletmektedir. Akidelerinin,
hayata bakışlarının ve üzerine bina ettikleri düşüncelerinin bozuk olması ayrı
bir konudur. Müslüman halklar arasında demokratik düşüncenin kabullenilmemesi
onun sahip olduğu İslâm akidesinden kaynaklanıyor. Siz istediğiniz kadar ağır
cezalar getirin yine de bu toplumun ıslahına bir çözüm getirmezsiniz. Örneğin
Bonzai diye bilinen uyuşturucu madde satıcılarının bundan sonra “terörist” olarak
yargılanacağı bu paket kapsamında açıklandı. Türkiye’de özellikle büyük şehir
ve bazı ilçelere kadar yayılan bu uyuşturucu maddenin bundan sonra satışının
ortadan kalkacağına inanabilir misiniz?
Bu ve bunun gibi hayata
ilişkin tüm meselelerimiz ancak devletin üzerine kurulacağı İslâm akidesi ve bu
akideden çıkan şerî hükümler ile çözülebilir. %99’u Müslüman olan Türkiye halkı
ve diğer İslâm coğrafyasındaki Müslümanlar ancak kendi akidesinden çıkan bir
kanunu benimser. Çünkü bu kanunlara uyarak hem Allah Subhanehû ve Teâlâ’ya olan kulluğunu yerine getirmiş olur, hem de hayatın
sonrasıyla alakalı bağını kurmuş olurlar. Bir Müslüman işte ancak bu şekilde
dünya saadetine kavuşmuş olur. O zaman ortaya çıkan şudur: Türkiye’deki mevcut
rejim, onun anayasası ve diğer kanunlar Müslüman halka rağmen
çıkartılmış-dayatılmış kanunlardır.
İslâm coğrafyası
demokrasiyle asla kalkınamaz. Şu andaki İslâm ümmetinin durumu aynen Osmanlı
Hilâfet döneminde içimizde yaşayan Hristiyan ve Yahudilerin durumu gibidir.
Yani Hristiyan, Hristiyan akidesine, Yahudi, Yahudi akidesine sahipti ancak
üzerlerine tatbik edilen kanunlar İslâmî kanunlardı. Bu durum onları
kalkındırmazken Müslümanları kalkındırıyordu. Şimdi ise Türkiye’de Müslümanlar İslâm
akidesine sahip ancak üzerlerine tatbik edilen kanunlar İslâm akidesinden çıkan
kanunlar değil.
Dolayısıyla demokratik
sistemlerde kanunlar vakıadan çıkartılır. Vakıa esas kabul edilir. Ancak o
vakıa sana göre farklı bana göre farklıdır. Bu nedenle bu yasa kimine göre
özgürlükleri kısıtlarken, kimine göre Cemaat için çıkarıldı.
Kimine göre ise Kobani
yasası.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış