1- Cumhuriyet
öncesi dönemde, Kürt halkının Anadolu ve Kürdistan bölgesinde toplumsal ve
siyasi durumu nasıldı? Farklı birçok kavmi içerisinde barındıran Osmanlı
Hilâfet’i Kürtlere karşı negatif ayrımcılık yapmış mıdır? Osmanlı döneminde
ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları kavmiyetçilik temelli ayaklanmalar mıdır?
3- Kürt Meselesi ve terör sorunu aynı mı yoksa farklı
farklı şeyler midir? Her ikisinin çıkış noktasını değerlendirdiğinizde Kürt
Meselesi ve terör sorununun kaynaklarını hangi faktörler temelinde
açıklarsınız?
Kürt Meselesi,
tarihsel olarak, Osmanlı’nın modernleşme, iktidarı merkezileştirme arayışlarına
uzanan bir geçmişe sahip. Tarihsel kökeni Kürt yerel güçlerinin, İstanbul
hükümetleri ile güç paylaşımı kavgasına dayanır.
Kurtuluş Savaşı ve
ardından kurulan Cumhuriyet, yerel güç odaklarını silah ve otorite anlamında
tamamen etkisizleştirmiştir. Ancak Cumhuriyet sonrası peş peşe atılan adımlarla
mesele bir kimlik meselesine dönüştürülmüştür.
Dil, bir kimliğin
en belirgin görünümüdür. Kürtçeye ilişkin yasaklamalar meseleyi kimlik
meselesine dönüştürmüştür. Kürtlerin bu konudaki ısrarlı taleplerini bastırmayı
hedefleyen uygulamalar ise insan hakları ve demokrasi sorunlarını ortaya
çıkarmıştır.
Bu tarihsel hafıza
üzerine kurulan çok sayıda legal-illegal örgüt ise devlet tarafından
kriminalize edilmiştir. Kuruluş dönemi kimlik ve otoriteye direnç temelli
silahlı isyanlar bastırılmış, tenkil ve iskân politikaları göreceli sonuç
almıştır.
1938 Dersim isyanının
bastırılması ile bölgede otorite tam olarak tesis edilmiştir. Bu tarihten
1970’lerin sonuna kadar silahlı bir örgüt veya kalkışma örneğine
rastlanmamaktadır.
Kürt aristokratları
çok partili hayata geçiş ile Demokrat Parti’ye ilgi göstermiş ve parti içerisinde
dinî-örfi-etnik kimlikleri ile kabul görmüştür. Bu durum, Kürt taleplerinin
kamusal alanda görünür olmasında yeni bir merhale oluşturmuştur. Daha sonra dünyada
gelişen sol hareketler, İran ve Irak Kürt nüfusundaki hareketlilikler, Kürdi
talepleri sol ideoloji ve örgütler üzerinden kamusal alana taşımıştır.
1970’ler irili
ufaklı Kürt sol örgütlerinin kurulduğu dönemlerdir. Bunlardan “Apocular” 1980 Askerî
Darbesinin etkisiyle de büyümüş ve PKK’ya evirilmişlerdir. PKK terör örgütü,
darbe dönemi uygulamaları ile toplumsal zemin bulmuş, 1990-1995 devlet
politikaları ile de kitleselleşmede zirveye ulaşmıştır.
PKK ile özdeşleşen
terör hareketini, Kürt meselesinin toplumsal-tarihsel arka planını okumadan
anlamak mümkün değildir. Bugün PKK, kendi destekçileri tarafından böyle bir
tarihsel sürecin/taleplerin bugünkü taşıyıcısı olarak kabul edilmektedir. Terör
eylemleri ve toplumda yarattığı baskı, aktif bir karşıtlık görmüyor veya zımnen
tolere ediliyor ise sebebini buralarda aramak lazım.
Ortadoğu’da “Kürtler”
diye bir millet var. Bunlar 4 devletin sınırları içerisinde dağınık bir
şekildeler ve birey veya kolektif haklar açısından ülkelerin tamamında sorunlar
var. Ülkeler kapasitelerini, sorunu çözmek değil çözmemek ve çözdürmemek
üzerine kullanıyorlar.
Bir ülkedeki
Kürtler lehine bir gelişme, diğer ülkeleri tedirgin edebiliyor ve devletler çok
kolay bir şekilde başka bir ülke içinde oyun bozucu bir rol oynayabiliyorlar.
Batı aklı bundan faydalanmayacak da ne yapacak? Siz, kendi ülkeniz içinde
vatandaşlarınızla -komşularınıza da sirayet eden- bir yaraya sahipseniz ve bu
yarayı kalıcı olarak iyileştirme iradeniz yok ise birileri sıklıkla bunu
kaşımak ve kanatmak isteyecektir. Bundan rahatsız iseniz, kendi ödevinizi
yapacak, sorunu önce içeride sonra komşularınızda kanamanın nüksetmeyeceği bir
şekilde çözeceksiniz. Öyle bir devlet yapısı ve komşular ağı kuracaksınız ki
hiç kimse bundan nemalanamayacak. Bugün Avrupa Birliği üye devletleri içinde
ayrılıkçı hareketler yok mu? Pandoranın kutusu bir açılsa Almanya, İspanya,
Fransa, Belçika, İtalya gibi birçok ülkedeki federatif yapılar bağımsızlık
isteyebilir. Mesela, Çin veya Rusya buralara müdahil olabiliyor mu? Hayır.
Çünkü işleyen demokrasileri var. Sorunlu alanlara dış müdahaleyi engelleme,
meseleyi çözme iradesini ortaya koymak ve çözmekle mümkündür.
Türkiye’nin Suriye
siyaseti baştan itibaren yanlışlarla dolu. Suriye içindeki Kürtlerle ilgili
yaptığı yanlışlar da bundan azade değil. Türkiye’nin Suriye iç savaşındaki
pozisyonu, kendi içindeki Kürt meselesindeki tutarsızlığı ile birleşince Batı
ülkeleri açısından Türkiye’yi dışlayan, Türkiye’nin hassasiyetlerini görmeyen
politikaların rasyonalitesi sağlanmaktadır.
Türkiye, Suriye iç
savaşında Kürtlerle ilgili iki temel hata yaptı. İlki; devrim girişiminin ilk
aylarında, Suriye muhalefetinin Arap temelli, Kürtleri dışlayan söylemine çanak
tuttu. Muhalefete etki edebilecekken bu hususta adil davranmayarak, Kürtlerin
muhalefete katılmamasının sebeplerine katkıda bulundu.
İkinci önemli hata
ise, PYD’nin o zaman sayıları 13-15’i bulan Kürt örgütlerini silahla bastırıp
tasfiye etmesine ve bölgede monopol güç olmasına göz yumdu. Önemli bir kısmı
Barzani taraftarı sayılabilecek bu örgütsel muhalefet tasfiye edilip insanlar
Irak ve Türkiye’ye zorla göç ettirilince alan hâkimiyeti tamamen PYD’ye kaldı.
Geride kalan az sayıda politik gruplar da PYD hâkimiyetine boyun eğdi. Saha
PYD’ye terk edilip Türkiye’nin Suriye iç savaşında Kürtleri muhalefete entegre
edememesi, 2015 sonrası kurulan devlet içi ittifaklar Kürt meselesini yeniden
hortlatınca Suriye’deki PYD karşıtlığı tüm dünyada Kürt karşıtlığı olarak
okunur oldu. Buna, PYD’nin IŞİD ile mücadeleyi bir fırsata(!) çevirip binlerce
Kürt gencinin ölümüne sebep olacak şekilde ve kendi doğal mevzilerinin (Kürt
şehirlerinin) dışında savaşmasını ekleyince, Batı için PYD, IŞİD barbarlığına
karşı tek güçlü aktör pozisyonuna dönüştü.
Türkiye’nin Afrin
ve Resulayn’ı düzenlediği operasyon sonrasında almasıyla buralarda Kürtlere
dönük ciddi hak ihlalleri yaşandı. Kürtçe hastane tabelaları dahi bu dönemde
kaldırıldı yerine yalnızca Arapça ve Türkçe tabelalar konuldu. Bu da
Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunu bir kez daha adeta Kürt karşıtlığına
eşitledi.
Batı ülkelerinin,
bir yandan Suriye’deki Kürt popülasyonunun temsili, diğer yanda IŞİD ile
mücadeleye dair oluşan minnet borcu duygusu ile oluşturduğu PYD’ye yönelik
destek politikasını değiştirmesini beklemek gerçekçi olmaz.
Türkiye her zaman
olduğu gibi süreç yönetimindeki hatalarının bedelini ödemektedir. Kısa vadede
bu pozisyonların değişimi zordur. Burada asıl soru; PYD’nin yeni bir çatışma ve
operasyona gerek duyulmadan nasıl bir güvenlik tehdidi olmaktan çıkarılacağı
olmalıdır.
Yanlışta ısrarın
birkaç sebebi olabilir; akılsızlık, öngörüsüzlük, beceriksizlik, kötü niyet.
Türkiye’nin Kürt meselesini çözememesi ve yanlışta ısrarında bu ve benzer
birçok sebep söz konusudur. Hükümetin askerî operasyonlarda PKK’ye karşı geçmiş
yıllara oranla daha büyük sonuçlar elde etmesi Kürtlerin dil ve kültürel haklar
konusundaki taleplerini görmezden gelmesinin bir sebebi olmamalı. Birçok
gösterge askerî alanda elde edilen başarıların politik bir vizyonla
desteklenmemesinin Kürtlerde ters bir etki yarattığı ve kimlik taleplerinin
daha da güçlendiğini gösteriyor. Askerî başarılarla yetinmeyen çok daha
kapsamlı bütüncül ve çok parçalı bakış açılarına ihtiyaç var.
Bu sorunuza normal
şartlarda vereceğimiz cevap ile bugünkü konjonktürde verilecek cevabın farklı
olduğunu düşünüyorum. 2015 7 Haziran seçimleri, bozulan çözüm süreci, ardından
başkanlık sisteminde AK Parti’nin MHP ve Vatan Partisi ile oluşturduğu
ittifakın ürettiği söylem ve politikalar, yapılması gerekenler hususunda
öncelikleri değiştirmiştir. Bu dönemde Kürtler tarihte olmadığı kadar
dışlanmış, ötekileştirmiş hatta yer yer düşmanlaştırılmıştır. Kamu görevlerinde
kariyer yapma şansları neredeyse sıfırlanmış, etkili pozisyonlara atanma
oranları neredeyse %2-3 gibi oranlara düşmüş ve mülakatlı sınavlarda işe ilk
giriş şanslarını neredeyse kaybetmişlerdir.
Mesela, geçen yıl
yapılan hâkimlik sınavında Batman’dan yazılı sınavı başarıyla geçen 8 adaydan
hiçbiri mülakatı geçememişlerdir. Israrla oy verdikleri belediye başkanlarının
tamamına yakını görevden alınmış, milletvekilleri tutuklanmış ve güçlü bir
şekilde oy verdikleri parti hakkında kapatma davası açılmıştır. Bırakınız
siyasi partileri, seçmenleri dahi lanetlenir hâle gelmiştir. Bu tablo, Kürt
seçmende demokrasiye ve seçimlere olan inancı kuvvetli bir biçimde zedelemiş,
ülkeye aidiyet duygusu gerilemiştir.
Bugün, partilerin,
medya ve kanaat önderlerinin birinci görevi; bu agresif ortamı sakinleştirmek,
Kürtlere, Kürtçeye dair saldırıları eleştirmek ve devleti demokratik
işleyişlere saygıya davet etmektir. Normalleşme sonrası ise yapılacak olan;
Kürt meselesinin dayanağı olan insan hakları taleplerinin tanınarak hayata
geçirilmesi, bunların yasal ve anayasal güvenceye alınması, güçlü bir
demokratik sistem kurulmasına öncülük edilmesidir. Kürtleri tatmin etmeye
çalışan ancak Türklerin ve genel seçmen kitlelerinin ikna olmadığı hiç bir
çözümü hayata geçirmek mümkün değildir.
Bahsettiğiniz
unsurlar, Kürt meselesinin aslını, hakikatini, süregelen sorunları ve adil
çözüm önerilerini topluma aktarmada kıymetli bir rol oynayabilirler. Bu kadar renkli,
dinamik ve güçlü bir toplumda çözüm için herkesin üzerine düşen vazifeler
vardır. Yeter ki amaç ve niyet doğru olsun.
Ben Türkiye’nin hukuk
devleti olmak bir yana, kanun devleti olmaktan bile hızla uzaklaştığını
düşünüyorum. Türkiye’nin normalleşmeye ihtiyacı var ve bu normalleşme ortamı
sağlanmadan konuşulması dahi kriminalize edilmiş Kürt meselesinin hızlıca
çözümünü beklemek gerçekçi olmaz. Önceliğimiz bu meselelerin konuşulabileceği
bir alan ve imkân yaratmak, bir kişiye endeksli devlet sistemine son verip
çökmüş olan kurumları yeniden ihya etmek, ayağa kaldırmaktır.
Kurumların çöktüğü,
demokratik işleyişlerin tehdit altında olduğu bir ülkede Kürt Meselesi gibi
kronik bir sorunu bırakın çözmeyi, konuşamaz, ele dahi alamazsınız. Bu
nedenlerle olası ilk seçimde demokratik işleyişin ve kurumların ihyasının
öncelikli mesele olduğuna inanıyorum. Kürt meselesini işleyen bir demokrasi ve
kurumsal kapasite ile çözmek düşünüldüğü kadar zor olmayacaktır. Diğer yandan
Kürt Meselesi gibi neredeyse 200 yıllık bir sorun sağduyu, makuliyet ve
suhuletle çözülebilir. Partilerin popülizm yarışına girdiği seçimler bu konunun
konuşulması için uygun fırsatlar vermez.
Kürt halkının kahir
ekseriyeti Müslümandır. Bu bağlılık sadece dinî inanç olarak değil amelî olarak
da güçlü bir hâldir. Rawest firmasının Kürt gençlerle yaptığı detaylı bir anket
ve mülakat zinciri sonucunda ortaya çıkan verilere göre Kürt gençler
kendilerini ifade ederken -ilk 3 sırada- “Müslüman-Kürt-Özgürlükçü”
kavramlarını tercih etmektedir. Yine bu gençlerin namaz kılma oranı düzenli ve
ara sıra kılanlar için toplamda %82 civarındadır. Bu çalışmaya katılanların
%94,6’sı Kürtçe’nin bir şekilde eğitim hayatında kullanılması gerektiğini
düşünüyor. Aynı çalışmada HDP’ye oy verme oranı % 45,3 olarak tespit edilmiştir.
Bu bilgileri şunun
için izah ediyorum. Kürtlerin dindarlığı veya dinsizliği siyasi talepler
noktasında bir farklılık yaratmıyor. Kültürel ve siyasi taleplerde Kürtlerde
fikir benzeşmesi hiç olmadığı kadar yüksek oranlarda buluşabiliyor.
Kürtler son 30 yılda
%30-65 oranında HDP’ye oy verdiler. Ancak bu desteği; HDP parti programını,
söylemini onaylamak değil, Kürtler ve Kürtçeye dair taleplerin desteklenmesi
olarak düşündüler. Dolayısıyla “HDP Müslüman Kürtleri temsil ediyor mu?”
sorusunun barındırdığı siyasi göndermeler verili duruma uymamaktadır. HDP’nin
ilişkileri ve siyasi duruşunun “Müslüman Kürtlerce” onaylanıp onaylanmadığını
ancak Kürt meselesi çözüldükten sonra tartışabiliriz.
İslâmi çözüm nedir?
-Birey ve
toplumların hakkının İslâm hukukunda Allah tarafından tam olarak belirlendiği
inancımdan bağımsız olarak- bu soruya, İslâm dininin temel referansları ile
verilecek cevaplar, gerçekçi olmadığı gibi naif kalacaktır.
Ortadoğu, I. Dünya Savaşı
sonrası oluşmuş suni ulus-devletler bölgesidir. Kürtler dört ayrı devlet
toprağında yaşamaktadır. Dört devletin de yöneticileri Müslümandır ve biri İslâm
ile yönetildiğini iddia etmektedir. Bu dört devletten herhangi birinde yüzyıldır
süregelen statükoda Kürtlerle hak ve paylaşım temelli bir örnek oluşmuş mudur?
Hayır. Bu devletler Kürtlerin kimlik taleplerinin bastırılmasında birbirlerine
karşı olumlu/dengeleyici roller oynamışlar mıdır? Onun da cevabı; hayır.
Suriye’deki kimliksizleştirme,
Irak’taki Enfal hareketi, anayasal güvencelerin darbelerle ortadan
kaldırılması, İran’daki idamlar, Türkiye’deki 90’lar gibi örneklerde bir
devlet, bir diğerine “bu yaptığın doğru değil” dememiştir. Tam aksine
devletler, bir diğer devletin kendi Kürtlerine verdiği veya verebileceği
haklardan rahatsız olmuştur. Türkiye için yakın dönemde “Çözüm Süreci”ni
İran’ın baltalaması buna örnek olarak verilebilir. Keza Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin
bağımsızlık girişimine karşı dört devletin ortak tutumu, buna bir diğer
örnektir.
Biri İslâm devleti,
diğerleri yöneticisi Müslüman devletlerin kendi Kürtleriyle sorunu çözememiş,
birbiriyle Kürt talepleri karşılığında dayanışıyor iken hangi Kürt’e İslâmi bir
çözümü anlatabilirsiniz? Bu 100 yıllık hafızadaki negatif yüklemenin İslâm
temelli çözüm arayışlarına haksızlık olabileceğinin farkındayım. Ama Kürtlerin
bu hafızasını yok sayarak geliştirilecek argümanların sonuçsuz kalacağını
düşünüyorum.
Kürtler modern
devlet teorilerinde geçtiği üzere eşit bir vatandaşlık, ülke yönetiminde adil
ve yasal bir paydaşlık istiyor. Bunu hangi siyasi teori çözecek ise ona
yaklaşırlar. Bu tabloda İslâmi bir önerinin ilgi çekmesinin, gerçekçi
bulunmasının zor olacağını düşünüyorum.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış