Graham Fuller’den Türkiye’de Ilımlı İslam’dan Sonra Sol Arayışı

Murat Albasan

Graham E. Fuller, Amerikan Rand Düşünce Kuruluşu’nun daimi Politik Danışmanı, ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) eski Milli Haberalma Konseyi (National Intelligence Council) Başkan Yardımcısı, yazar, ABD devlet görevlisi... Kendisi, Türkiye’de 1980 sonrası CIA İstasyon Şefi olarak görev yapan kişi ve “Ilımlı İslam” anlayışının da teorisyeni. Sadece Türkiye’de değil jeopolitik ve jeostratejik açıdan Türkiye’nin çevresinde de uzman ve yıllar içinde birçok projeye imzasını atmış bir kişilik. Türkiye'de ise malum ılımlı İslam'ın proje başkanıdır ve çok uzun soluklu bir çalışma sonrasında bu projeyi hedefine ulaştırmıştır. Özellikle 2002'den sonra vizyonu, kemale ermiştir.

Graham Fuller, Radikal Gazetesi’nde Tolga Tanış’la çok ilginç bir söyleşide bulundu. Şöyle diyor Fuller: 

“Ben bütün hayatımı, dünya genelindeki Müslüman dünyasında Müslüman hareketlerini çalışmaya harcadım. Türkiye, Müslüman Kardeşler ve Arap dünyasından bahsettiğimde de bunu geniş bir perspektifte görüyorum. Türkiye’nin bu alandaki başarısından bahsettiğimde ise Türkiye’nin kesinlikle daha İslamî olmasını, Türkiye’de daha çok İslamcı parti olmasını, İslam’ı politikaya daha çok katmasını önermiyorum. Müslüman ve İslamî hareketler tüm İslam dünyasında çok güçlü. Toplumlara ciddi problemler oluşturuyorlar. Türkiye bu hareketleri politik sisteme entegre ederek bu sorunu başarıyla çözdü. Yeni seçimler gelir, nihayetinde AK Parti kaybeder, sonra tekrar normal bir parti çıkar. Bu en önemli başarı. Benim kişisel hissiyatım ise Türkiye’de daha çok Sol hareket görmek. Çünkü bence en büyük ihtiyaç bu.”

Fuller’in bu açıklamasına bakılırsa başta AKP’den bir başarı olarak bahsediyor ama devamında ise toplumlara ciddi problemler oluşturduğunu vurguluyor ve son noktayı koyuyor: “Türkiye’de daha çok Sol hareket görmek isterdim. Çünkü bence en büyük ihtiyaç bu.”

Fuller, bu sözlerinin altını yeterince doldurmadığı gibi Sol kesim -CHP hariç- ise bu söylemler ışığında adeta kendi kendine gelin güvey oluyor.

Son zamanlarda ABD ve Erdoğan arasında bazı sorunların olduğu artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu sorunlara, 2012 yılı en büyük tanıklığı yapmıştır. Uludere olayıyla başlayan ve sonra üst üste zuhur eden sorunlar, Erdoğan ve AKP’yi hedef almış ve bir türlü yakalarını bırakmamıştır. Bu sorunlar arasında; Uludere operasyonu, Başbuğ’un tutuklanması, Fidan’ın ifadeye çağrılması, vs. sayılabilir. Buna ilaveten Stratfor'un açıklamasını da alırsak Erdoğan’a biçilen 2 yıl ömürle ve en son Fuller’in “Sol” çıkışıyla adeta iplerin kopma noktasına geldiğini söyleyebiliriz. Tabi Türkiye’nin şu anki mevcut yapısı, gerek siyasî açıdan gerekse de toplumsal açıdan Erdoğan ve partisini neredeyse dokunulmaz kılıyor. Bunu mutlaka Fuller de biliyordur. O vakit neden böyle bir açıklama yapma ihtiyacını hissettiğini sorgulamak ve analiz etmek gerekir. Özellikle günümüz Türkiye’sinde Sol’un nasıl bir durumda olduğunu ve toplum nezdinde nasıl algılandığına baktığımızda bu ihtiyaç daha da büyüyor. Zira en güncel AR-GE çalışmaları, AKP karşısında Sol’u temsilen CHP rakamlarının ne kadar düşük olduğunu göstermektedir. Ayrıca yıllar içerisinde Sol’a karşı yapılan çalışmalar sonrasında tek bir Sol’dan bahsetmek mümkün olmadığı gibi CHP’nin Sol’u temsil ettiğini söylemek de aslında ne kadar doğrudur, tartışılır. Bugün kendilerini “Sol” diye isimlendiren kitlelerin -en basitinden Fuller’in açıklamalarından sonraki- çığırtkanlıklarına bakılırsa, bölük pörçük olmadıkları, bir değil bin tane Sol olduğu karşımıza çıkıyor. Üstelik hiçbiri de ötekini beğenmiyor. Kimi gerçek Sosyalizm’den bahsedip marjinal kulvarlarda yürürken, kimileri de Liberal Sol'dan bahsediyor. Silahlı Sol ise apayrı bir mevzu. 

Sol’da durum bu kadar vahimken ve bu husus bilinen bir gerçekken, nasıl oluyor da Fuller, böyle bir çıkış yapabiliyor? Bunu sadece Sol’u denemek ve Solcuların buna karşı verdikleri tepkiyle aralarındaki sinerjinin mevcut olup olmadığını görmek için yapmış olması bana çok anlamsız geliyor. Bunun, Fuller gibi bir adamın tarzı olduğunu da düşünmüyorum.

Nitekim Fuller’in bir zamanlar ‘Ilımlı İslam’ dediğini ve sonucunda neler olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Hem kendisi bunu söylerken, bu projenin vebalini sırtlayacak kaç cemaat vardı veya bu cemaatler bu projeyi tek başına sırtlayacak kapasitede miydi? 

Olaya bir de ABD çizgisinde bakalım ve bir de şöyle düşünelim:

Fuller acaba, ileride kurulması hedeflenen Başkanlık sisteminde tıpkı ABD’de olduğu gibi iki büyük parti olmasını mı hedefliyor? Mesela, Demokratik-Laik Cumhuriyetçilerle Solcu-Laik Cumhuriyetçiler gibi. Bu anlamda bu tez biraz daha anlam kazanıyor. Zira şu an kendi başına bir Sol hareketin, vakıa itibariyle bölgeyi idare etmesi pek de mümkün gözükmüyor. Zaten Sol hareketler özellikle son 10 yılda toplum nazarında pek de istenmez oldu. İşin aslı bu saatten sonra birisinin aklına gelebileceğini bile şu an düşünemiyorum. Ama Fuller düşünmüş. Düşünmüş olduğu şey, bu anlamda iki büyük partili bir Türkiye mi acaba? Yani buna hazırlık olarak ve toplum nezdinde kabul görecek bir Sol’un inşa edilmesini vurguluyor olabilir mi? 

Hatırlanacağı üzere ABD, bir ılımlı İslam hareketi başlatmış, bunu kendi güdümünde kullanmış ve halk nezdinde etkili kılmayı başarmıştır. Bu minvalde bir Sol hareket meydana getirmek, uzun soluklu bir çalışma içerisine girilmesini gerektirir. Ancak böylesi uzun bir çalışmadan ziyade elde mevcut olan hareketlerden bu oluşumu meydana getirmek daha kolaydır. Zaten Fuller de “yeni bir Sol hareket lazım” demedi. Kendisi “daha fazla Sol” derken, belki CHP'yi bile içine alacak bir üst yapıdan bahsediyor olabilir. Eğer kastı buysa, bu üst yapı, “A Partisi”, “B Partisi” veya “Liberal Sol” veya “Demokratik Sol” adı altında oluşturulabilir. Oluşursa, bu yapı, toplum önünde kendisini gerçekten çok iyi bir şekilde ispatlamalı, mevcut yapıyı korumalı ama statükocu olmamalı. BOP ve GOP projesine sadık kalmalı vs... Diğer yandan bunun tek başına hâlihazırdaki “Sol” ile ne kadar mümkün olabileceği ise düşündürücü. Bu üst yapı belli başlı kesimlerden gelenleri bünyesinde barındırmalı, aynı zamanda birçok kesime de hitap edebilmelidir. Yani tek başına “Sol” böylesi bir pozisyon için pek yeterli gözükmüyor. Fakat bu yapıya toplumun çeşitli renklerini de katarsa, o zaman bu şekilde dizayn edilmiş bir üst yapı, farklı bir boyut kazanabilir belki. Çünkü unutulmaması gereken bir, “çoğunluğu Müslüman” toplum var ortada. 

Ama belki de bir üst yapı teşkili için uğraşmadan CHP’ye bir eksen kaydırması yaptırmak suretiyle onu güçlendirme yoluna da gidilebilir ama bu da CHP açısından pek mümkün görünmüyor. Aksini düşünenler olabilir; evet, CHP bugün farklı üsluplar benimsiyor, bu doğru. Ama bu onun, kendi siyasî kültürüne ters hareket etmesini gerektirmez. Zira O, köklü bir partidir. Kökünün de Amerika kıtasında olmadığı kesindir. Yaşlı bir kurttur ve her ne kadar üsluplara açık olsa da metot anlamında kendisinin farklı bir güdüme girmesi -şimdilik ve uzun vadede- imkânsız gözüküyor. Menfaat gereği üslup değişikliği mümkün ama metot değiştirme, Laik-Kemalist kültürden sapma pek mümkün gözükmüyor. Bu, CHP için büyük şirk olur.

Kılıçdaroğlu’nun, HaberTürk Televizyonu’nda katıldığı ‘Türkiye'nin Nabzı’ programında Gülen Cemaatine dair sarf ettiği; “Parti olarak inanç gruplarına saygılıyız, siyasete angaje olmadıkları sürece bu tarz grupların bir seçimde A partisine, bir seçimde B partisine oy vermelerini demokrasinin gereği sayarız” sözleri, cemaate bir gönderme olabilir mi, bilinmez. Kılıçdaroğlu’nun burada aklına Ecevit gelmiş olabilir. Zira Ecevit’in iktidara gelmesi ve Başbakan olması, Cemaat’in yardımıyla gerçekleşmişti o dönem. Fakat CHP ile Cemaat arasında bu saatten sonra -tüm olanlara rağmen- Ecevit döneminde olduğu gibi bir sinerji olabilir mi, iktidar hırsı CHP’ye bunu yaptırabilir mi, bunu zaman gösterecek. Fakat Cemaat açısından bu, kabul edilebilir görünüyor -Fuller istedikten sonra-. Bu anlamda Cemaat’in geçmişine -hatta 80 öncesine- bakıldığında, yapısı gereği bunu kabul edebilir gözüküyor. 

Fuller'in “İslamsız Dünya” kitabında vurguladığı dinî meseleler olarak görülen sorunların çoğunun gerçekte dinle hiçbir ilgisi yoktur: “Dinler çok farklı seslerle konuşur; dini inançlar soylu ve soysuz çok farklı amaçlar için kullanılabilir. İslam'ın öteki tek tanrılı dinlerle paylaştıkları, ayrıldığı hususlara nazaran çok daha fazladır. İslam dininin kökleri derin, vizyonu geniştir. Nüfuz, petrol ve askerî üs elde etme yarışındaki uluslararası jeopolitik güçler tarafından engellenmediği takdirde, bir entellektüel rönesans yaşayabilir.”

Fuller’in bu din anlayışının, Cemaat’inkine eşit olduğunu varsayarsak o vakit bu, Cemaat açısından mümkün olabilir.

Zaten Fuller’in “Türkiye artık eski deyişle ’Batı’nın sadık müttefiki’ değil. Ama Batı’nın reçetelerini uygulamasa bile, yaptıklarından Batı’da faydalanacak." dediğini de hesaba katarsak AKP'nin gidişatından memnun olmadığını ama nihayetinde Türkiye’nin artık geri dönülemez bir ABD siyaset çizgisine girdiğini, dolayısıyla artık hangi parti gelirse bu meyanda hareket edeceğini ve ABD'nin bundan faydalanacağını anlayabiliriz.

Ayrıca "Yeni seçimler gelir, nihayetinde AK Parti kaybeder, sonra tekrar normal bir parti çıkar” sözüyle de bunun imkansız olmadığını, muhtemel bir olasılık olarak zikrediyor adeta. Gerek burada seçim lafzının geçmesi ve gerekse de kısa zaman önce Stratfor’un Erdoğan’a iki yıl ömür biçmesinin neredeyse aynı zamana denk geliyor olması da herhalde tesadüf olmasa gerek. Sonra tekrar normal bir partiden bahsediyor. Kendisinin AKP'yi İslamcı bir parti olarak sınıflandırmasından sonra normal bir parti olarak İslamcı olmayan ve dolayısıyla söyleminin devamından da anlaşılacağı üzerine burada Sol bir parti çıkacağından bahsediyor ve bunun en önemli başarı olacağını söylüyor.

“Türkiye bu hareketleri politik sisteme entegre ederek bu sorunu başarıyla çözdü.” diyor Fuller İslamî hareketlerden bahsederken. Yani artık bu hareketlerin ezici çoğunluğunun demokratik olduğunu, bu esası gözettiklerini kastediyor. Aynı zamanda da entegre olduklarından yola çıkarsak artık bu hareketlerin Türkiye’deki siyasetin olmazsa olmazları durumunda olduklarını ve hangi çizgide ilerlemeleri gerektiğini söylüyor. Bu bağlamda başarıdan söz edecek olursak başta ABD'nin en büyük başarısının cemaat olduğu anlaşılıyor. Devamında da bunlar hayatta entegre olmaz denilen kesimlerin bile artık uyum sağladıklarını dolayısıyla demokratik sisteme entegre olduklarını ne yazık ki müşahede etmek zorunda kalıyoruz.

Fuller devam ediyor: “Gülen Cemaati ve AK Parti arasında bazı farklılıklar doğması şaşırtıcı değil. Ben Gülen Cemaati ve AK Parti’nin kendi içlerinde de tek ses olduğundan şüpheliyim. Türkiye’nin çok hızlı değiştiği, askeri etkinin dramatik bir şekilde zayıfladığı bir zamanda karışık iç problemlerle karşılaşılınca elbette birçok yeni açılım ortaya çıkıyor.” Burada da AKP-Cemaat ilişkisinin çok iyi olmadığı vurgulanırken bununla birlikte Türkiye'nin geldiği nokta göz önünde bulundurulduğunda yeni açılımların ortaya çıktığını söylerken bu açılımın içinde asıl olan Cemaat’in olduğu anlaşılıyor. Fuller’in aşağıdaki açıklaması bunu destekler mahiyettedir. Aynı zamanda AKP’nin artık itaatkarlığını yitirdiğini bağımsızlık eğiliminde olduğunu söylüyor ve bununla birlikte cemaatin AKP'ye nazaran daha dikkatli olduğunu açık bir şekilde beyan ederken kendisi açısından cemaatin oluşumunun daha önemli olduğu da ortaya çıkıyor.

“AK Parti, bazı politik konularda Washington ile anlaşmazlıkları ifade etmede daha cesur ve açıksözlü oldu. Türkiye bu açıdan bağımsız bir çizgide hareket etme eğiliminde. Ben de Türkiye’nin çıkarları açısından bunu sonuna kadar destekliyorum. Ama Gülen hareketi bu konuda çok daha dikkatli. Washington’ı harekete karşı düşman etmek istemiyorlar. Batı karşıtı görünmek istemiyorlar. Zaten Batı karşıtı da değiller ama öyle görünmek dahi istemiyorlar.”

Bu anlamda “seçim olur AK Parti kaybeder” gibi açıklamalarından da yola çıkarak Cemaat’in devlete sızdığı gerçeğini de hesaba katarsak şu hakikati de bizlere tekrar hatırlatıyor Fuller. Asıl olan devlettir partiler ise gelip geçicidir. Devletin içindeki organlara ABD kendi istek ve projelerini kabul ettirdiği bir derin yapı olduğu sürece AKP’nin varlığı artık kayda değer olması açısından ikincil bir pozisyona geçiyor. 

Bu durumda tekrar başa dönecek olursak Fuller’in nasıl bir Sol istediği de biraz daha netleşiyor. Bu CHP değil. Zaten bugüne kadar CHP’den bir ses çıkmadı bununla ilgili. Fuller için Liberal Sol bir yapı burada akla gelen en makul çözüm gibi gözüküyor veya İngiltere/Avrupa'daki İşçi Parti vari Sol hareketler. 

Neden mi? Bu nedeni Fuller’in aşağıdaki ifadelerinden çıkartabilir miyiz?

“Ben Türkiye’deki Kürtlerin Türkiye’den ayrılmak istediklerini düşünmüyorum. Türkiye’deki hayat çok iyi. Türkiye, şimdi dünyada yükselen en önemli ülkelerden biri. Kürtler neden bundan ayrılıp mesela Irak’a ya da Suriye’ye katılmak istesinler ki. Ekonomik kalkınma, Kürt kimliğinin tanınması, Kürt kültürünün ifadesi ve bir ölçüde bölge politikalarını belirleme kabiliyeti soruna çözümü sağlayacaktır. Detayların elbette çalışılması lazım. 

Kuzey Irak’taki Kürtlerin durumu ise farklı. Elbette şu anda Bağdat hükümetine güvenmiyorlar. Ancak Kürtler bir bağımsızlık ilan ettiklerinde onları hangi ülke tanıyacak? O zaman bu türden bir hükümet (Kuzey Irak Kürt Yönetimi), Türkiye’ye katılmak isteyecektir. Bu durumda Türkiye çok çekici bir hale geliyor. Kürdistan’ın Türkiye ile işbirliğine hem politik hem ekonomik açıdan ihtiyacı var. Türkiye ve bölgenin entegre olmuş halinde ise Diyarbakır başkent olur.” 

Meselenin bu boyutu belli ki kendi başına ele alınmayı gerektiriyor fakat yukarda geçen cümlelere baktığınızda bunu yapabilecek ve pazarlayacak liberallerden başkası akla geliyor mu? Çünkü Liberal Sol diye isimlendirilen insanların Türkiye’de her fırsatta Kürt meselesini bu boyutta ele aldıklarına ve Kürtleri “bir ölçüde bölge politikalarını belirleme kabiliyeti” açısından değerlendirdiklerine çok kez şahit olduk.

En nihayetinde Türkiye’deki gayri İslamî siyasette herşey mümkün. Türkiye’de bunun ispatını birçok dönem görebildik. 

En nihayetinde Fuller’in sol gösterip sağ mı vurduğunu ABD-AKP arasında bir süredir kendini gösteren sıkıntılara bir yenisini mi eklediğini ve dolayısıyla bir havuç-sopa siyaseti mi güttüğünü yakın gelecek gösterecektir.

Fakat Fuller’in 'İslamsız Dünya' kitabındaki şu satırlarına bir bakalım. “Batı'nın anayasalarında herhangi bir gücün bütün iktidarı ele geçirmesini engelleyen denge ve denetim mekanizmaları, herhangi bir şirketin tekel kurmasını önleyen kanunları var. Aynı Batı uluslararası alanda herhangi bir devletin gücü tekeline almasına izin vermemeli.”

Bunu da bütünün içinde göz önünde bulundurursak o zaman Fuller’in ‘Sol arayışı’ ile bir nevi Türkiye’de bir denge politikası oluşturmak ve itaatte kusur gösteren AKP’nin karşısında hem alternatif ve hem de firenleyici bir yapı oluşturmak istediğini söyleyebiliriz.

Ancak burada asıl önemli olan özelde kendini İslamî parti olarak gören kesimlerin ve genelde de Müslüman halkların bu oyunlara bir son verip artık köklerine dönmeleri ve bir an önce hem Türkiye'nin hem de İslam coğrafyasının sorunlarına İslam ideolojisi çerçevesinde sahih çözümler getirmeleridir. Müslüman halklara düşen bunu mevcut muktedir güçlerden talep etmeleridir. Bunu belli ölçülerde zaten yapmaya başladılar ve gün geçtikçe sesleri de yükseliyor. 

İslamî parti olarak bilinenlere gelince, onlar da Ümmet'in oluşturduğu bu hayırlı kıyamda yer alıp Allah katında hesaplarını kolaylaştırmak istiyorlarsa bir an önce dayatma ve yamalı siyasetlerden vazgeçmeli ve Ümmetin liderliğini ele almak için İslam’ı hayata, devlete ve topluma tatbik etmek yoluna girmelidirler.

Hazır Ümmet bir kurtarıcı ararken Türkiye’nin bu fırsatı değerlendirmesi lazım. Fırsat bu fırsat!



Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz