Son aylarda o kadar
çok telaffuz edildi ki bir kelime… Artık o kelimenin zikredildiği hiçbir ortam
bizi sarmamaya ve ilgi/merak alanımıza hitap etmemeye başladı. Koronadan söz
ediyorum elbette… İlkin Çin merkezli Wuhan şehrinin bir sorunu iken bir anda ve
hızlıca tüm dünyayı sarmalayan, devletleri ve sistemleri komaya sokan bir
keyfiyete büründü. Bu koma hâli o kadar şiddetliydi ki; bir ahtapot gibi
dünyayı sarmalayan dev şirket CEO’larının uykularını kaçırttı. Dünyayı kendi
havuzları gibi dolaşan devasa kargo gemileri isporka yapıp, demir attı. Dünya
borsaları hop oturup hop kalktı. Tüm birikimlerini borsaya yatırmaya alışkın
olan kapitalist, göbekli beyler insanların ölüm haritalarıyla tahmin borsaları
kurdu. Sistemleri ayakta tutan ekonomi kanatları tüy dökmeye başladı. Üretim,
dağıtım, ticaret, kıtalar arası transfer haritaları, silah alışverişi,
savaşlar, insan topografileri ve nüfus doğum planlamaları yeniden revize
edildi…
Ana haber
bültenlerinde ekonomi haberleri sunar gibi oldu, farkındayım. Belki küçük
kelimelere sığdırmaya çalıştığım bu olaylar birer gerçek ve sistemleri ve
devletleri etkileyen, etkileyecek olan bir sonucu beraberinde getirecektir.
Elbette sorun virüsün sadece ekonomideki kötü gidişata yol açması değil, belki
de en önemli etkisi siyasi ve sosyal yönden yol açtığı değişim ve tahribattır.
Şimdi tam bu
noktada meselenin siyasi otoritelerin koronavirüse karşı almış oldukları
tavırlara ve sonuçlarına bir göz atalım.
Amerika’dan
başlayalım. Çin’de ilk virüs enfeksiyonlarına maruz kalmış hastalar ortaya
çıktığında Amerikan Başkanı Trump o bildik ukala tavırlarıyla, “basit
bir grip vakıası, korkacak bir şey yok” sözlerini sarf etmişti. Ancak
işin ciddiyetini fark etmiş olmalı ki Beyaz Saray, iç kamuoyunu dizginlemek
adına Çin hükümetini suçlamayı tercih etti. Beyaz Saray Sözcüsü Kayleigh
McEnany, “Başkan Trump, Çin’in yaptıklarından mutlu değil. Çin’in bu krizi doğru
bir şekilde ele alamadığı artık sır olmaktan çıktı.” dedi. İkna
edici olsun diye de McEnany, Amerika’nın Çin’den tazminat talep edeceğini ima
ederek “Bunun kararı Başkan Trump’a kalmış ama şu kadarını söyleyeyim başkan,
bu konuyu çok ciddiye alıyor. Çin’in virüs konusunda bilgi vermekte ayak
diremesi, Amerikan halkının hayatını tehlikeye attı.”
dedi. Sonrasında Amerika’nın, DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü)’yü, dünyayı
bilgilendirme konusunda başarısızlıkla suçlaması ayrı bir suçluluk
psikolojisinin bir yansıması olarak değerlendirildi. Zira hemen akabinde “DSÖ
ile eş güdüm halindeyiz” açıklamaları, gerçekte bu söz dalaşının
seçmenlerine yönelik yatıştırıcı ve aklayıcı söylemlerden ibaret olduğunun
aslında bir ifadesiydi.
Amerika’da ölüm
haberleri medyaya yansıyınca Trump “Bu virüs, inanılmaz derecede bulaşıcı. Daha
önce böylesi görülmedi. Sadece bir topluluktaki bir kişide bile virüs olması
herkesin hasta olmasına yetiyor. Doğru insanı bulursa da maalesef başına büyük
belalar açıyor.” diyerek sürecin doğru yönetilmesi ve
sonuçları konusunda hükümetinin artık bir şeyler yapması gerektiğini fark ettiğini
gösterdi. Virüsün hızla dünya ülkelerine yayıldığı haberleri kulağına gelince,
ekonomide zaten çalkantılı bir süreç yaşayan Trump yönetimi, virüsün ekonomik
sonuçları konusunda yol açacağı gediğin de farkına vardı. Trump, kendisini ve
yönetimini ayakta tutan ekibine şu mesajı verdi: “ABD
ekonomisinin uzun süre durması sürdürülebilir bir durum değil!”
Dolayısıyla süreci durdurmak bir yana başlarda umursamaz bir tutum sergileyen
Trump, kabinesini toplayarak ekonomik bir dizi tedbir alması gerektiğini
anladı. Anlaması için Amerikan perakende şirketi J. Crew Group’un konkordato
başvurusunda bulunması gerekiyordu. Şirket, 1,65 milyar dolar civarındaki
şirket borcunun kaynağa dönüştürülmesi için borç verenlerle anlaşma
yapılmasının kaçınılmaz olduğunu ilan etti. Amerika’nın en ünlü perakende
şirketi olan Neiman Marcus Group da konkordato ilan edenlerden biriydi. Bu
durum aslında iç piyasadaki çalkantılı dönemin de işareti gibiydi. Öyle olsa
gerek ki Amerika Merkez Bankası karşılıksız para basma yoluna gitti.
ABD Çalışma
Bakanlığı İşgücü İstatistikleri Bürosu’nun eski Başkanı Erica Groshen, “Bu,
tarihte görülmemiş durum” ifadesi ile Amerika hakkında tahayyülleri aşan bir
krizin eşiğinde olduğunu ilan etti. Devamla şöyle dedi: “Şu
anda ekonomimizi, salgını en az zararla atlatması için yapay komaya sokmuş
durumdayız. Bu da modern verilendirmelerin başlamasından bu yana en keskin iş
kaybı sonucunu ortaya çıkardı.” Daha da vahimi Amerika’da 20
milyon işsiz ordusu var. Sadece Nisan ayında işsizlik oranı bir anda tavan
yaparak %14,7 seviyelerine vardı. Diğer birçok ülkede durum bundan çok farklı
değil. Hatta dünyada işgücü noktasında her 3 kişiden birinin işsiz kaldığı
söyleniyor.
Amerika, bu süreçte
siyasi mesaj vermeyi de ihmal etmedi… Bir demecinde, dünyadaki en güçlü orduya
sahip olduklarını kasıla kasıla anlatan Trump, hemen ardından dünyadan yardım
istedi ve şöyle dedi: “Çok varlıkları hiçbir karşılık almadan
koruyorduk. Bu ülkelerin bize yardım etmesini istedik.”
Diğer birçok Avrupa
ülkesi ise Amerika’dan farklı olmayan yaklaşımlarla krizi geçiştirse de aynı
akıbete maruz kaldı. Zira İspanya ve İtalya benzeri ülkeler, Avrupa ülkelerine
nazaran daha hafif ve kırılgan zeminde bir ekonomiye sahipler. Elbette bu
süreçte özellikle İtalya, Avrupa’dan beklediği güçlü desteği göremedi. Nispeten
daha iyi durumda olan Almanya ve Fransa ise süreci yönetmede Avrupa ülkelerine
ağabey rolü oynamaktan da geri durmadılar.
İngiltere ise başta
farklı bir politika izlese de kısa sürede yanlıştan kıl payı dönerek tedbirleri
sıkılaştırdı. Başlarda toplumsal bağışıklığın kazanılması tezini savunsa da,
kısa süre sonra tedbirleri sıkılaştırarak sürece adapte oldu…
Çin’e gelince;
Amerika’nın Çin ile alakalı manipülatif açıklamaları, korona sonrası Çin
siyasetinde Amerika açısından belirleyici bazı ana hatları ortaya koymaktadır.
Çünkü Trump’ın, Covid 19’un Vuhan kentindeki bir laboratuvarda üretildiği iddiası ve “DSÖ kendinden utanmalı çünkü Çin’in
halkla ilişkiler ajansı gibi çalışıyor” ifadesi, Çin ile alakalı Amerikan
projesinin bir ayağını teşkil etmektedir. O da; Çin’in teknolojik ve ekonomik
yükselişinin önüne geçmektir. Bunun için Dünya Sağlık Örgütü üzerinden Çin
hakkındaki; “virüsün bizzat
Çinliler tarafından yapay olarak icat edildiği” yahut “bilgi
sahibi olmasına rağmen dünyayı bu tehlike konusunda geç uyardığı” şeklinde töhmet altında bırakan
ifadelerle Avrupa ülkelerinin Çin ile ticari ilişkileri gözden geçirmesini
sağlayarak Çin’i köşeye sıkıştırmayı amaçlamaktadır. Bunu zaman gösterecek
elbette!
Öte taraftan Avrupa
ülkeleri ve Amerika, sağlık problemleri ile bu denli köşeye sıkışmış olsa da “korona
sonrası sürece yönelik güvenlik ve savaş politikalarında bir değişim ve dönüşüm
yaşayacaklar mı?” asıl sorun bu olsa gerek!
Aslında belki de
üzerinde hassasiyetle durulması gereken nokta tam da budur. Görüldüğü üzere
uluslararası siyaset denkleminde “güçlü devlet” profiline sahip devletler içe
dönük ve Monroe doktrinini çizgisine yaklaşmış görünüyorlar. Kısaca, diğer
devletlerin Amerika kıtasındaki devletleri sömürgeleştirilmesinin önüne geçmek
amacıyla ilan edilen doktrin, korona sonrası süreçte farklı varyanıtlarıyla
adından söz ettireceğe benziyor. Belki de 11 Eylül saldırısı sonrası dünya
devletlerinin yayılım politikasını belirleyen “teröre
karşı topyekûn mücadele” politikası, korona sonrası süreçte içe dönük
ve “sağlıkta devrim yaratma”
politikalarına evrilecek… “Kim dünyayı kurtaracak?” sorusunun cevabının
peşinde koşturacak belki de bu güçlü devletler. Güç ölçütü, iç güvenlik ve
sağlık sektöründeki başarı olacak belki de! Sırf bundan ötürü Çin Cumhuriyeti’nin,
dünya medyasına “virüsün ilacını ben buldum, bakın artık hastalarımı iyileştiriyorum ve
artık karantinaları bile kaldırdım” diye bas bas bağırmasına rağmen
kimi ülkeler kulak kapatmayı, bekalarının garantisi olarak görmektedirler. Zira
ilacı Çin değil, Amerika bulmalı! Rusya değil, Fransa bu ilacı bulmalı!
Dünyanın gündemi
gelecek kaygısına endekslenirken elbette Suriye’deki güç savaşı, Libya’daki
Hafter güçlerinin operasyonları, kıtlıkla mücadele, Çin’in Doğu Türkistan’daki
toplu tecrit uygulamaları ve daha birçok siyasi ve askerî konu sürecin konuşulanları değil, ertelenenleri konumuna gelecektir.
Savaşlar ve ihtilafların salgın sürecinde bir kenara bırakılması toplumsal
önceliklere değer vermeyen yönetimlerin hayatiyet kaygılarının bir ürünüdür. Düşünsenize
kendi halkının sağlığını düşünmeyen bir liderin korona sonrası iktidar olma
şansı var mıdır sizce?
Tüm bu sürecin
sonuna gelindiğinde ne olacak?
Evet, korona yıkıcı
etkisiyle, özellikle ekonomileri vurdu. Ancak belki de en önemli etkiyi siyasal
ve sosyal alanda oluşturdu. Bu öyle güçlü tahribattı ki; sistemlerin temel
dinamikleri olan sosyal projeler sekteye uğradı. İnsani kaygılar sosyal
değerlerin önüne geçti. Avrupa Birliği’nin birlik ruhu bireysel kaygılarla yer
değiştirdi. Bencil duygular ve ‘ben eksenli’ düşünüş yaygınlaştı. Doğal olarak
insanların alakalarına etki eden dünyada yaygın tüm sistemlerin işleyişi
yeniden sorgulanır oldu.
Ülkeler arası
yardımlaşma ve birlikte hareket etme olgusu yerine, daha hırçın ve daha yıkıcı
sonuçları olan jakoben ve kaba bir hâl aldı. İnsani yardım amacıyla yola çıkan
yük gemileri yağmalandı. Askerî boşluklar ve güvenlik zafiyetleri doğdu. En
doğru tespitle, kapitalizmin çarklarına çomak girdi. Siyasi otoriteler,
enaniyet duygularıyla ve hümanistçe yetiştirdikleri halklarını dizginlemede yer
yer askerî yöntemlere başvurdu. Birçok bilim adamı ve düşünür siyasi
yorumlarında “korona sonrası kaos”a işaret etti. Bu durum elbette
devletlerarası dengeyi sarsan ve siyasi boşluğu doğuracak bir sürece gebedir.
Sorun sadece az evvel ifade ettiğim ekonomik sıkıntıların yol açtığı darboğaz
meseleleriyle sınırlı değildir. Sorun bu sıkıntılardan bunalan halkın
göstereceği ciddi, somut, süregelen ve kaosa yol açacak olan reaksiyonların
meydana getireceği siyasi yönelimlerdir. Bu sorun, yeniden bir düşünüşün ve
yeniden daha insani değerleri önceleyecek, daha merhametle muamele yapacak,
sağlıkta, eğitimde, güvenlikte ve sosyal projelerde halkın maslahatını ön plana
çıkaracak siyasal sistem arayışı ile neticelenecektir.
Erdoğan’ın bahsini
ettiği “Koronadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözünden ne
kastettiği bilinmez ancak özetle şöyle diyebiliriz:
1- İtalya gibi
ülkelerin virüs yayılımının önlenmesi konusunda geç hareket etmesi sonrasında
Avrupa’dan umduğu desteği görememesi Birliğin sorgulanmasını ve korona sonrası
süreçte birlik içinde çatlakların olmasını doğurabilir. İngilizlerin birlik
dışı hülyalarına diğer Avrupa ülkelerinin katılması olasıdır. Hatta Avrupa Birliği
içerisindeki ülkelerdeki siyasi tercihlerin değişmesi de olasıdır. Bilindiği
üzere ABD’nin tüm dünyada oluşturduğu terör algısı sonrası birçok Avrupa
ülkesinde İslâmofobi akımları ortaya çıkmış ve ülke halklarının İslâm karşıtı
aşırı sağcı partileri tercih etmesine sebep olmuştu. Burada da korona sürecinde
gerekli desteği görmeyen ülkelerin halkları, korona sonrası daha milliyetçi,
daha vatancı ve birlik karşıtı siyasi fraksiyonlara kayma olasılığı göz ardı
edilmemelidir.
2- Küreselleşme
kavramı etrafında daha önce oluşturulan paktlar ve birliktelikler büyük bir
olasılıkla korona sonrası yeni oluşumları beraberinde getirecektir. Zira zor
zamanlarda el uzatmayan hatta maske taşıyan ticaret gemilerine el koyan
devletlerin birbirleriyle sağlıklı bir ilişki sürdürmeleri düşünülemez. (Salt Müslümanlar
söz konusu olduğunda gösterdikleri reaksiyonlar bir tarafa) türlü ekonomik
gerekçelerle ilişkileri sürdürme eğilimi gösteren siyasi otoritelerin kamuoyunu
ikna etmeleri gerekecektir.
3- İşbirliği
politikaları yerine daha rekabetçi ve dışlayıcı pozisyonlar edinerek, içe dönük
korunmacı politikalara ağırlık verilecektir. Burada meşhur bir sözü
hatırlamakta fayda var: “Can şirindir”…
Elbette sürecin
yönetilmesi noktasındaki yöneticilerin başarısızlığı, özellikle İslâm
coğrafyasındaki Müslümanları alternatif arayışına sevk etmesi gerekir. Bu
yönetim anlayışı, insani, hakkaniyetli ve bencilce olmayan bir yönetim anlayışı
olmalıdır. Bu da ancak İslâm’ın öngördüğü ve ümmetlerin gerçek maslahatlarını
temin eden, ekonomik darboğazdan kurtuluşunun teminatı, sağlıktan eğitime,
sosyal ilişkilerden devlet yönetimine kadar her alanda mütekâmil reçeteler
sunan İslâm’ın siyasal sistemi olan Râşidî Hilâfet ile mümkündür. Bu gerçek,
somut ve hayali olmayan bir reçetedir. Rabbimizin kelamını hatırlayalım…
[اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ
رَبِّه۪ۜ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ] “Allah, kimin göğsünü İslâm’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur
üzerinedir, (öyle) değil mi? Fakat Allah’ın zikrinden (yana) kalpleri
katılaşmış olanların vay haline. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.”[1]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış