Modern çağın gereklerine uymak,
kavramlarına, değerlerine ve tanımlamalarına sahip çıkmak, Müslüman entelektüel
simaların, âlimlerin, filozofların, düşünür ve yöneticilerin işi oluvermiş.
Başka ideolojilerin ortaya çıkardığı, İslam ile zıt mefhumlar, İslami
değerlerle tefsir edilmeye veya İslami değerler başka ideolojilerin
kavramlarıyla bulandırılarak yaldızlı ama ucube anlamlar yüklenmektedir. Ne
olduğu belirsiz ve adeta ortada duran sahipsiz kavramlarımız Batılı müşriklerin
kendi kavramlarına teşne olmuş.
Bu coğrafyanın sahipsiz, yetim ve
çürümüş akılları; üretemez, düşünemez, çözüm sunamaz hale geldiler. Çözüm
iddiasıyla meydanı boş bulanlar ise onların düşünce dünyasından istifade ederek
sözde ümmete liderliğe soyunmaktadırlar. Modern aklın ürettiği düşük mamuller
ucuz ve sevimli gelmekte ve çaresizce sahiplenilmektedir.
Bugün şu farkındalığın
geliştirilmesi bir zarurettir. İslami esaslı akli meleke dumura uğramış ve
Müslümanlar ise varlık içinde açlık grevi yapar hale gelmiştir. İslam her
zamankinden daha fazla sahaf ürünlerini gün yüzüne çıkaracak cesur âlimlerini
beklemektedir. Paha biçilmez mirasımız olan İslam kültürüne ait kavramlarımız Batılı
kâfirlerin sansürüne ve anlamları tahrif eden saldırılarıyla yüz yüzedir. Fakat
şu gerçeği elbette göz ardı etmiyoruz. Topyekûn bir savaş verilmektedir ve
izleri ise kendi evlatlarımızda ve dahası gelecek neslin İslami gençliğinde
dahi çıplak gözle şahit olduğumuz bir gerçeğe dönüşmüştür.
Tüm bunlar gerçek olandır. Hali
hazırda yaşadığımız, belki de izleri bir asır sürecek olan bir gerçektir. Yüz
yüze olduğumuz bu vakıa karşısında ne yapılması gerekir? Bu soruya verilecek
cevap yüzeysel, sonuç odaklı ve kısa vadeli olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki bu
noktaya, son bir yılda, son on yılda yahut son yarım asırda varılmadı. Belki
yüzyılın akıbeti ve sonucudur bu kötü tablomuz.
Hakikat şu ki İslam’ın kendine has
mefhumları, kendine has kültürü, kendine has kavramları ve kendine has bir
iskeleti vardır. Sorun, sahih bir yöntem ile işin esasına inerek ve derin bir
şer’i düşünüş ile bu sorunun giderilmesi sorunudur. Bu paragraftan sonra
inşallah meseleyi tasnif edelim.
Öncelikle şunu belirtelim. Batı
aklı kendi bâtıl mefhumlarını yaymada ve İslam ideolojisine ait olan mefhumları
tahrif etmede üç esasi yöntem uygulamaktadır.
Birincisi; bir ideoloji olarak
İslam’a ait olan mefhumları tek tek ele almış ve bunların bulandırılması,
içinin boşaltılması, çağa hitap etmiyor görüntüsünün verilmesi veya çağın
gereklerine cevap veremeyen nakıs yönü olduğu şeklinde Müslümanlara takdim
edilmiştir. Cihad, tağut, hüküm, emir, hilafet, şeriat gibi...
İkincisi; kendi Batılı
ideolojilerine ait olan kavramları vazgeçilmez, çağdaş, tek çözüm, uluslararası
kabul görmüş bir değer ve ortak mefhum olarak diğer halklara ve ümmetlere
pazarlamışlardır. Özgürlük, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları kavramları
gibi…
Üçüncüsü ki en tehlikeli olan da
budur. Kendi bâtıl değerlerini İslami mefhumların içine sokuşturarak İslam’ın
bu mefhumlara zıt olmadığı ve Müslümanların bu fikirleri benimsemesi gerektiğini
ifade ettikleri kavramlardır. Şura, Seçim, Cumhuriyet kavramları gibi…
Bu üç esasi yöntemle Müslümanlar
maalesef ideolojik bakış açısıyla hemhal olmaktan uzaklaştılar. Batılı kâfirlerin
belki de İslam ümmetinde en yıkıcı tahribatı yaptıkları kavramların en önemlisi
‘özgürlük’ olmuştur.
İslam coğrafyasında bulunan Batı
aşığı kukla yöneticiler ve onların uyguladığı baskıcı politikalar ve alçakça
tutumlar yüzünden, bu ümmetin geri bırakılmış yığınlarını tepki veremez noktaya
taşımış ve susmayı adet haline getiren bir şahsiyet kazandırmıştır. “Denize
düşen ümmetin yılana sarılması” istenmiş ve bunda göreceli bir başarı elde
edilmiştir. Öyle ya! Hürriyet ve özgürlük her kölenin hakkıdır. Kralların ve
rahiplerin “Tanrı adına” köleleştirdikleri Batı toplumu için vazgeçilmez olan
özgürlük, İslam ümmeti için bir zulme ve temel dünya görüşlerini dinamitleyen
bir silaha dönüşecektir. Nitekim öyle de oldu.
“Özgürlük yılanı” İslam ümmetini
çoktan zehirlemiş, malını, mülkünü, evlatlarını, geleceğini, düşünme şeklini, hesap
soruş şeklini, tepkilerini ve değerlerini istila etmiş ve hayatını kapkaranlık
bir dehlize çevirmiştir.
Hatta bu kavramı meşhur kılan o
kadar çok cümle piyasaya sürülmektedir ki; İslami kültürle uzaktan yakından bir
alakası kurulamayacak düzeydedir.
Şöyle denilmektedir: “Özgürce,
dilediği gibi bir yaşam sürmesini yaratıcı neden yasaklasın ki!. Özgürce
düşünmesine, özgürce ve dilediği gibi malını çoğaltmasına, istediği fikri
benimsemesine ve hayatını dilediği gibi yaşamasına yaratıcı neden karışsın ki!
Hem o yaratıcı değil mi ‘dinde zorlama yoktur’ diyen, hem hak ile bÂtıl
arasında tercih hakkını yarattığı kuluna veren yaratıcı, neden onları ibadete
zorlasın ki! Madem aklı yaratıcı vermiş o halde dilediği kararı vermesine neden
mani olsun ki! Başkasının özgürlük alanına engel olmadan dilediği gibi yaşamak
neden yanlış olsun değil mi ya! Bir de şu gerçek var değil mi? ‘Gerçek özgürlük
zaten Allaha kulluktur!’”
İşte tüm bu saptırıcı ve İslami
zihniyeti sarsan cümleler, son yüzyılın en ağır tahribatını ümmet üzerinde
maalesef göstermiştir. Adeta ‘özgürlük’ temel bir düşünce, fikir özgürlüğü,
şahsi özgürlük, mülk edinme özgürlüğü ve din seçme özgürlüğü de alt başlıklar
halinde toplumun büyük bir kesimini, hatta Müslümanların yaşadığı tüm
coğrafyayı etkilemiştir.
Eğer bir Müslüman hesap soracağı ve
kızacağı ve öfke duyacağı bir şey varsa o da sadece ve sadece “başkasının
özgürlük alanına müdahale edenlere” olmalıdır. Namazını kılmayanlara, dini
vecibelerini eda etmeyenlere, tesettüre riayet etmeyenlere nasihat, bağnazca
bir yaklaşım ve ötekileştirme oluverecektir.
İslam’ın “kulluk” şuurunu helak
eden “özgürlük” katili, Müslüman bireyin hayatının merkezine heva ve hevesleri
yerleştirmiştir. İbadette özgür olduğunu düşünen Müslüman kardeşim, namazına,
orucuna, infakına, haccına, faizine, içkisine sınırsız bir özgürlük tanımıştır.
“Yapılsa da olur yapılmasa da!” demeye başlamıştır. Özgürlük sayesinde, farz
olan ve bir Müslüman olarak mükellef olduğumuz birçok ibadet mubah derecesine
inmiş ve haramlar kişinin tercihine bırakılmıştır.
Oysa kul olmak nedir Müslüman için?
Kulluk ile özgürlük arasında nasıl bir ilişki vardır? Tüm bu kavram kargaşası,
kulluk kavramını bireyle sınırlı tutan ve özgürlüğü din seçme hürriyeti olarak takdim
eden Batılı aklın ürettiği bunalımının sonucudur.
Hakikat şu ki; tercihini yapmış
olan, kabulleniş aşamasını çoktan geçmiş olan ve iman ettikten sonra
mükellefiyetlerini eda etmesi beklenen bir Müslümandan bahsedilmektedir. Böyle
bir Müslüman için artık kendi hevasına ve arzularına göre tercih hakkı yoktur.
İnisiyatif alamaz ve hayatı hakkında karar veremez. Nasıl kulluk yapacağına,
kendisine sınırsız özgürlük hakkı tanıyan devlet karar veremez. Sanki “özgürlük”
kulluğun şeklini belirler bir pozisyona getirilmiştir. Oysa teklif-i irade
kulun din seçmesi için verilmiştir. Bu ise Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın
kuluna tercih sunup akıbetine katlanabilir ise şayet, verilen sınırlı bir
alandır ve iman edip reddetmeyle alakalıdır.
Kişiye sunulan teklif iman ile
alakalıdır. İman ettikten sonraki aşama ise tamamen yaratıcının emirleri ve
yasaklarıyla muhatap olmasıdır. Orada bir özgürlük alanı yoktur. “Benim
aklım almıyor, ben neden akşama kadar aç kalıyorum.” diyemez. “Cebimdeki
paramı neden fakir fukaraya vermek zorundayım.” diyemez. “Kazançlı
çıkacağım halde, neden faizle kazanmayayım ki.” diyemez ve “Allah
yolunda ölmek neden en yüksek mertebe olsun, oysa hayat güzel.” diyemez.
Çünkü bunlar iman ettiği ve benimsediği akidesinin öngördüğü değerlerdir.
Nasıl ki kapitalizm toplumsal
hayatta bireyin davranışlarını “özgürlük” kavramıyla genişletip, her yaptığı
fiili, başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği sürece mubah olarak
görüyorsa, İslam da, toplumsal ve bireysel hayatında insanı “kulluk” ile
sınırlandırıyor ve her davranışını, tek ve bir olan Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın
çizdiği hayat programına göre şekillendirmektedir. Bunda şaşılacak bir şey
yoktur.
Şimdi asıl sorun şudur. Günlük
konuşmalarımızda bile varlığını hissettiğimiz Batı menşeli kavramlar Müslümanlar
tarafından özümsenmiş midir? Aslında bu sorunun cevabı, toplumsal bir vakıa
gerçekleştiğinde Müslümanların reflekslerine ve tepkilerine bakılarak
öğrenilebilir.
Hatırlarsınız Hrant Dink için “Hepimiz
Ermeniyiz” diyen aydınlarımız olduğu gibi, LGBTİ adı verilen sözde “Qnur
yürüyüşü”ne tek bir muhalif söz söylemekten bile aciz, onurdan uzak kalemşorlarımız
vardı.
Başörtüsünü savunurken bile “Her
kesin özgürce giyinmeye hakkı vardır.” diyen âlimler, demokrasinin kılık
kıyafet özgürlüğü teorisini, Allah’ın emrini söylemekten bile daha cesurca savunmaktadırlar.
“İsteyen içkisini içsin, isteyen camisine gitsin.” diyerek kapitalizmin
şahsi hürriyet teranesini, Allah’ın haram kıldığı bir hükmü söylemekten bile
aciz, kötürüm kalmış, tefessüh etmiş, nefsine zulmetmiş, akil olmayan
düşünürlerimiz var.
İşte tüm bu olaylara karşı
gösterilen cılız tepkiler veya tepkisizlikler küfrün cesaretini arttırmış ve
daha fazla hakaret etmelerine “Fikir özgürlüğü” kılıfıyla kapı aralamıştır.
Uzun yıllar önce bir söz işitmiştim, işte bugün o söze belki de sahip çıkmanın
günüdür. “Mazlumlar zalimler kadar cesur olmalı…”
Kötü bir tablo çizmek istemezdim
ama ümitsiz de değilim. Rabbim nusreti ve zaferiyle kelimesini yüceltecektir.
Hem de ümmete nezih fikirleri taşıyacak salih kullarıyla, hak ile bâtılı birbirinden
keskin çizgileriyle ayıracaktır.
يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن
تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ
وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ
“Ey iman edenler, Allah'tan korkup
sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir,
kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” (Enfal Suresi 29)


Yorumlar