Batı, İslâm’la yüzyıllardır bitmeyen
savaşını, Hilâfet’in kaldırılması ile taçlandırdı. Ancak kâfir
Batı’nın İslâm’a yönelik saldırıları ve kirli desiseleri, Hilâfet’in
yıkılmasıyla birlikte sona ermedi. Bilakis Batı, Müslümanlara kin duymaktan ve
düşmanlık etmekten bir an olsun geri kalmadı. Hatta İslâm’a her türlü saldırıyı
sürdüreceklerini de Kur’an bizlere şu şekilde haber
vermiştir:
[اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَسَيُنْفِقُونَهَا] “Şüphe yok ki, inkâr edenler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak
için harcarlar ve harcayacaklardır.”[1]
Batılı kâfirler, her ne kadar yıkmış olsalar da
Hilâfet’in yeniden ikamesinin büyük endişe ve korkusunu yaşamaktadırlar. Lue Rance Braune İslâm ve İsrailiyyat kitabında, İslâm’dan
ne kadar korktuklarını, asıl endişelerinin bir hayat nizamı olarak devlet
eliyle ikame edilecek İslâm’ın kendisi olduğunu, şöyle dile getirir:
“Aslen en büyük tehlike İslâm nizamındadır. Zira
İslâm, yayılma gücüne sahip bir dindir. Dolayısıyla Avrupa sömürgesine karşı
durabilecek tek nizam, İslâm nizamıdır.” Yani bütün mesele, İslâm’ın bir hayat nizamı olarak bir devletin eliyle
tekrar can bulması meselesidir.
Nasıl ki Batı dünyası, Hilâfet’in yıkılması için
azami derecede gayret gösterdi ise şimdi de yeniden ikamesini önlemek adına
canhıraş gayret içerisindedir. Bunu, bazen Müslümanların gönül dünyalarında
Hilâfet düşüncesini karalamak için sahaya İŞID gibi
yapıları sürerek yaptılar, bazen Batı’nın değerlerini ve normlarını kutsayan
yabancı ve yerel aktörlerin, Hilâfet fikrine yönelik kültürel saldırısı ve
karalama kampanyaları ile yaptılar, bazen “Hilâfet’in şer’i değil tarihî bir
kurum olduğunu” söyleyerek yaptılar, bazen “Hilâfet modelinin demokrasinin
ruhuna uygun olduğunu” iddia ederek yaptılar, bazen de tarihinde yaşanmış bazı
olumsuz olayları sürekli gündem etmek suretiyle koca bir Hilâfet kurumunu
karalamaya çalışarak yaptılar.
İşte bu meyanda Batı’nın bu çabaları sonuç verdi
ve asırlar boyunca Müslümanların gündemlerinde tartışma konusu olarak asla yer
bulmayan “İslâm’da yönetim meselesi” tartışılmaya başlandı. Müslümanların
arasına, İslâm’ın kendisine has bir tatbik yönteminin olmadığı yönünde ifsat
edici fikirler yavaş yavaş zerk edildi. Ve bugün, -Müslümanların kahir
ekseriyeti olmasa da- Batı’nın ifsat edici fikirlerinin etkisinde kalan bazı
Müslümanlar tarafından bu konu maalesef tartışılır hale gelmiştir.
Bu bağlamda, şu sorulara yanıt verilmesi
gerekmektedir:
- İslâm, hükümlerin tatbikine ilişkin belirli
bir yöntem ortaya koymuş mudur?
- İslâm, fertlere ve cemaatlere bu hükümlerin
uygulanması noktasında yetki tanımış mıdır?
Bu soruların kapsamlı bir şekilde ele
alınabilmesi için konuyu iki temel başlık altında incelemek gerekmektedir:
1. Peygamber Örnekliğinde İslâm’ın Tatbik Yöntemi
2. İslâm’ın Tatbikinde Yetki
Aşağıda, her iki başlık detaylı olarak ele
alınacaktır.
1. Peygamber Örnekliğinde İslâm’ın Tatbik Yöntemi
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti,
İslâm hukuku ve Müslümanlar nezdinde merkezi bir konuma sahiptir. Nitekim Rasulullah’ın örnekliği, tartışmaya kapalı bir husustur.
Sünnetin, yani Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hayatının
Müslümanlar açısından taşıdığı önem, Allahu Teâlâ’nın onu “alınması gereken güzel bir örnek” olarak beyan etmesinden kaynaklanmaktadır.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem;
Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya kullukta ve İslâm’ın hakkıyla
yaşanabilmesinde “usve-i hasene”dir yani eşsiz ve mükemmel örnektir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ Rasulü SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’i bizlere şöyle tanıtmaktadır:
[لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فٖي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثٖيراًؕ] “Ant olsun ki, Rasulullah, sizin için,
Allah’a ve Ahiret Günü’ne kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel
bir örnektir.”[2]
Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın rızasına nail
olmayı uman, Naim Cenneti’ni arzulayan ve Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e Firdevs’te komşu olmayı isteyenler
için O’nun hayatında her yönüyle örneklik bulunmaktadır. Rasul’ün getirdiği
alınmalı, nehyettiğinden ise kaçınılmalıdır. Rasulullah’ın örnekliğinin –diğer
bir ifadeyle– Sünnet’in belirli konularla sınırlandırılması veya bazı
yönlerinin göz ardı edilmesi asla kabul edilemez. Zira Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
[وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ] “Rasul size ne verirse artık onu alın,
sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının.”[3]
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
Müslümanlara yalnızca bireysel ibadetler ve ahlâkî kurallar açısından değil,
aynı zamanda İslâm’ın toplumsal ve siyasal tatbik yöntemi açısından da örneklik
teşkil etmektedir. Bu, şer’i bir zorunluluktur. Belirli konularda Rasulullah’ı
örnek alıp diğer konularda onun rehberliğini göz ardı etmek ya da heva ve arzular
doğrultusunda hareket etmek, büyük bir sorumluluk ve vebali beraberinde
getirmektedir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
örnekliği konusunda gerekli hatırlatmaları yaptıktan sonra, İslâm’ın tatbiki
konusundaki örnekliğiyle devam edelim…
Bilindiği üzere, İslâm yalnızca ritüellerden
ibaret bir din değildir; aksine, hayatın tüm yönlerini kapsayan bir hayat
nizamıdır. Bunun ötesinde, İslâm yalnızca bireyin sorunlarına ve toplumsal
ilişkilerine yönelik çözümler sunan veya yalnızca hükümleri açıklamakla yetinen
bir sistem de değildir. Aksine, hükümlerin uygulanmasını da açık bir şekilde
belirlemiş ve uygulama yöntemlerini detaylandırmıştır.
Örneğin, İslâm hırsızlık, zina ve adam öldürme
gibi fiilleri yasaklamış, ihlali durumunda ise belirli cezai müeyyideler
öngörmüştür. Bu hükümlerin nasıl uygulanacağını en ince ayrıntısına kadar
açıklamış ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in örnekliğiyle
pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla, İslâm yalnızca ibadet hükümlerini içeren bir
din değil, aynı zamanda hayatın tüm yönlerini düzenleyen kapsamlı bir
sistemdir.
Allahu Teâlâ, dinini kullarının hayatlarını
düzenlemek için göndermiştir. Nitekim Allahu Teâlâ, Rasulü’ne, Allah’ın
indirdiği hükümlerle hükmetmeyi ve toplumu yönetmeyi emretmiştir. Allah’ın
indirdiği ile hükmetmenin delilleri hem sübut hem de delalet açısından
kat‘îdir. Dolayısıyla, Allah’ın hükümleri ile yönetilen bir hayatı tesis etmek
farzdır. Bu, yalnızca Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e yönelik
bir emir olmayıp, aynı zamanda tüm Müslümanlara yönelik ilahî bir
yükümlülüktür.
Bu bağlamda, Allah Subhânehu ve Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
[فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنْ الْحَقِّ] "Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen
haktan ayrılıp da onların arzularına uyma."[4]
Bu anlamı içeren birçok nass bulunmaktadır. Söz
konusu ayet ve benzeri diğer nasslar, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin
kesin bir talep olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu noktada şu soruların yanıtlanması
gerekmektedir:
- Allahu Teâlâ’nın hükümlerinin egemen olduğu
bir hayat, hangi yöntemle tesis edilecektir?
- İslâm’ın hükümlerinin hayata geçirildiği bir
toplumsal düzen nasıl inşa edilecektir?
- Allah’ın rızasına erişmek, İslâm’ı bütünüyle
yaşamakla mümkünse, bu hedefin gerçekleşmesi için nasıl bir tatbik yöntemi
izlenmelidir?
Bu ve benzeri soruların cevabını şu ayette bulmak
mümkündür:
[إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ] "Muhakkak ki
biz, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hükmedesin diye sana
Kitabı hak ile indirdik."[5]
Dolayısıyla, bu ayetten hareketle Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in fiilî uygulamalarında, İslâm’ın nasıl tatbik
edileceğine dair somut örnekler bulmak mümkündür.
Tarihsel bağlam incelendiğinde, Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in Medine’de, Allah’ın indirdiği hükümlerle yönettiği bir
devlet kurduğu görülmektedir. Ancak bu, o dönemin sosyo-politik şartlarına göre
belirlenmiş keyfî bir tercih değildir; aksine, şer’i bir hüküm ve
zorunluluktur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, hayatta iken
kendisinden sonra kurulacak yönetim sisteminin adının “Hilâfet” olduğunu çeşitli
hadislerinde beyan etmiştir. Bu durum, İslâm’ın kendine özgü bir yönetim
sistemine sahip olduğunu ve bu sistemin deliller ışığında açık bir şekilde
ortaya konduğunu göstermektedir.
İslâm’ın yönetim sisteminin “Hilâfet” olduğuna dair en açık
delillerden biri de şu hadis-i şeriftir:
“Ebû Hureyre RadiyAllahu Anh ile beş yıl kaldım. Nebî SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in şöyle buyurduğunu anlatırken işittim:
[كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الآنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ لا نَبِيَّ بَعْدِي وَسَيَكُونُ خُلَفَاءُ فَيَكْثُرُونَ] ‘İsrailoğullarını
nebîler idare ederdi. Bir nebî vefat ettiğinde yerine başka bir nebî geçerdi.
Benden sonra ise artık nebî yoktur; ancak birçok halife olacaktır.’”[6]
Bu hadis, İslâm’ın uygulanması ve hayata hâkim
kılınması sürecinde, peygamberlik döneminden sonra Hilâfet yönetiminin zorunlu
olduğunu açıkça beyan etmektedir. Yani İslâm’ın yönetim nizamı olan Hilâfet, şer’i delillerin
gerektirdiği bir zorunluluktur. Bu yönetim modeli, ne Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in şahsî görüşüne ne sahabelerin veya Müslümanların
fikirlerine ne de dönemsel sosyo-politik şartlara bağlı olarak ortaya
çıkmıştır. Aynı şekilde, o dönemde mevcut olan devlet modellerinden esinlenerek
oluşturulmuş bir yönetim şekli de değildir.
Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
kurduğu devletin yönetim şekli ve işleyişi, dönemin hiçbir yönetim sistemine
benzememektedir. Ne Kureyş’in yönetimi ne Yahudilerin yönetimi ne Yemen ve Habeşistan yönetimi ne de Kisra ve Kayser’in idare sistemi onunla benzerlik taşımaktadır. Hilâfet,
hiçbir beşerî sisteme dayanmayan, doğrudan vahiy ile belirlenmiş bir yönetim
modelidir.
Peki, İslâmî hayatı başlatmanın yolu olan İslâm
Devleti ve kendisinden sonraki dönemlerde Hilâfet hedefini, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’e kim gösterdi? Bu yönetim sistemini O’na kim öğretti?
Bu sorunun cevabı, şu ayette açıkça ifade
edilmiştir:
[بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ] "Allah’ın sana gösterdiği
keyfiyette."[7]
Dolayısıyla, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in fiilî Sünneti ve hadisleri, İslâmî hayatın tesisi noktasında Hilâfet yönetiminin zorunlu bir
model olduğunu ortaya koymaktadır.
2- İslâm’ın Tatbikinde Yetki
İslâm, yukarıda da ifade edildiği üzere, insan
hayatını düzenleyen hükümler indirmiştir. Bu hükümlerin uygulanması noktasında
farklı sorumluluklar belirlemiş ve bu sorumlulukları ilgili mercilere tevdi
etmiştir. Örneğin, bazı hükümlerin tatbikini bireylere yüklemiş; çocuk
terbiyesi gibi hususlarda fertleri sorumlu kılmıştır. Bazı hükümlerin
uygulanmasını ise cemaatlere bırakmış; "iyiliği emretmek ve kötülükten
nehyetmek" ilkesi çerçevesinde toplumsal bir sorumluluk tesis
etmiştir. Diğer yandan, ceza hukuku bağlamında hadlerin uygulanması gibi
bazı hükümlerin tatbikini ise devlete has kılmıştır.
Yetki ve sorumlulukların kime ait olduğunu
belirleyen merci hiç şüphesiz “Şâri”dir. Dolayısıyla, İslâm’da
yetki ve sorumluluk dağılımı beşerî tercihlere göre değil, doğrudan şer’i delillere dayanmaktadır.
Bu hususun daha iyi anlaşılabilmesi adına, şer’i
hükümler çerçevesinde yetki dağılımını somut bir örnek üzerinden incelemek
faydalı olacaktır.
İslâm, çocukların terbiyesi ve şer’i hükümlere
uygun bir yaşam sürmeleri hususunda anne-babaya birtakım sorumluluklar
yüklemiştir. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir
hadisinde şöyle buyurmuştur:
[مُرُوا أَوْلاَدَكُمْ بِالصَّلَاةِ وَهُمْ أَبْنَاءُ سَبْعِ سِنِينَ وَاضْرِبُوهُمْ عَلَيْهَا وَهُمْ أَبْنَاءُ عَشْرٍ وَفَرِّقُوا بَيْنَهُمْ فِي الْمَضَاجِعِ] “Çocuklarınıza yedi yaşına geldiklerinde
namaz kılmalarını emredin. On yaşına bastıkları hâlde kılmazlarsa, onları
(hafifçe) cezalandırın ve yataklarını ayırın.”[8]
Hadisten hareketle değerlendirildiğinde,
İslâm’ın, on yaşına geldiği hâlde namaz kılmayan çocuğa yönelik cezalandırma yetkisini ebeveyne verdiği görülmektedir. Ancak aynı İslâm, ebeveyne, çocuğu hırsızlık yaptığında
elini kesme veya birini öldürdüğünde kısas uygulama yetkisini vermemiştir.
Bu bağlamda, ukûbât nizamı çerçevesinde hadlerin uygulanması ve kamu
otoritesini gerektiren işlerin icra yetkisi, sahih beyatla göreve gelmiş
olan Halife’ye, yani devlet başkanına ve Hilâfet Devleti’ne aittir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
sahâbelerden İkinci Akabe Beyatı ile yönetim yetkisini alarak bu
yetkinin nasıl kullanılacağına dair örnek teşkil etmiştir.
Ayrıca, sahih beyatla aldığı
yetkinin yalnızca hadlerin icrası ile sınırlı olmadığı, aksine Allah’ın hükümlerinin
tamamını kapsadığı Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in siretinde
açık bir şekilde görülmektedir. Dolayısıyla, İslâm’ın yönetim anlayışında
yalnızca bireyler veya gruplar değil, doğrudan devlet otoritesi belirleyici
konumdadır.
Gerek Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem
gerekse raşit halifeler döneminde, had cezasını gerektiren suçları
işleyen kişilerin doğrudan devlet başkanına, yani devlete getirildiğine dair birçok olay rivayet
edilmiştir. Bu ve benzeri deliller, yalnızca hadlerin değil, genel anlamda İslâm’ın
hükümlerinin ve kamu otoritesini gerektiren işlerin tatbik yetkisinin cemaat veya gruplara değil, Allah’ın Kitabı ve
Rasulü’nün Sünneti ile hükmetme yetkisini ümmetten beyat yoluyla alan halifeye
ve Hilâfet Devleti’ne ait olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda Ebû Davud, Sünen’inde Safvân b. Ümeyye’den şu rivayeti
nakletmektedir:
[كُنْتُ نَائِمًا فِي الْمَسْجِدِ عَلَى خَمِيصَةٍ لِي فَسُرِقَتْ، فَأَخَذْنَا السَّارِقَ، فَرَفَعْنَاهُ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَأَمَرَ بِقَطْعِ يَدِهِ فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، قَدْ وَهَبْتُهَا لَهُ. فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: فَهَلَّا قَبْلَ أَنْ تَأْتِيَنِي بِهِ؟] "Ben mescitte üzerime örttüğüm bir
hırka ile uyuyordum. Derken biri onu çaldı. Biz de hırsızı yakalayıp Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e götürdük. Rasulullah, elinin kesilmesini emretti.
Bunun üzerine ben, ‘Ey Allah’ın Rasulü! Ben onu ona bağışladım.’ dedim.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurdu: ‘Onu bana getirmeden
önce bunu yapsaydın ya!’”[9]
Bu rivayet, hadlerin uygulanmasında
fertlerin veya cemaatlerin yetki sahibi olmadığını, bilakis icra yetkisinin
yalnızca şer’i beyat sahibi devlet otoritesine ait olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Buraya kadar ele alınan deliller ışığında, İslâm’ın hükümlerini tatbik etmenin, şer’i nassların işaret ettiği müstakil
bir yöntemi bulunduğu ve bunun da Hilâfet olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ezcümle, Hilâfet, kendisini açıkça
ortaya koyan şer’i deliller ışığında değişmeyen bir şer’i hükümdür.
Günümüzde, özellikle ABD ve
İngiltere öncülüğünde, yerel
aktörlerin de aktif rol aldığı Hilâfet karşıtı propaganda
kampanyalarının temel amacı, Hilâfet kavramını tahrif etmek ve Müslümanlar
nezdinde gerekliliği konusunda şüphe uyandırmaktır.
Ancak bu çabalar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.
Bu bağlamda, Hizb-ut Tahrir’in kurucusu Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî Rahimehullah’ın şu sözleri dikkat çekicidir:
“İslâm Devleti; hayalden, rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir.
Çünkü o, on üç asır boyunca tarihin her tarafını tamamen kaplamıştır. Bu, bir
hakikattir. İslâm Devleti, geçmişte böyleydi; yakın bir zaman içinde yine öyle
olacaktır. Çünkü onun varoluş faktörleri, kötürüm bir kimsenin onu inkâr
etmesinden ya da onu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha güçlüdür. Zira
günümüzde artık aydın akıllar onunla dolmaktadır. Çünkü o, İslâm’ın izzetine
susamış İslâm ümmetinin arzusu ve ideali durumundadır...”
[1]
Enfal Suresi 36
[2]
Ahzap Suresi 21
[3]
Haşr Suresi 7
[4]
Mâide Suresi 48
[5]
Nisâ Suresi 105
[6]
Müslim
[7]
Nisâ Suresi 105
[8]
Ebû Davud, Sünen, 495
[9]
Ebû Davud, Sünen, 4384
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış