İSLÂM’I TATBİK ETMENİN ŞER’İ YÖNTEMİ

Abdullah İmamoğlu

Batı, İslâm’la yüzyıllardır bitmeyen savaşını, Hilâfet’in kaldırılması ile taçlandırdı. Ancak kâfir Batı’nın İslâm’a yönelik saldırıları ve kirli desiseleri, Hilâfet’in yıkılmasıyla birlikte sona ermedi. Bilakis Batı, Müslümanlara kin duymaktan ve düşmanlık etmekten bir an olsun geri kalmadı. Hatta İslâm’a her türlü saldırıyı sürdüreceklerini de Kur’an bizlere şu şekilde haber vermiştir:

[اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَسَيُنْفِقُونَهَا] “Şüphe yok ki, inkâr edenler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklardır.”[1]

Batılı kâfirler, her ne kadar yıkmış olsalar da Hilâfet’in yeniden ikamesinin büyük endişe ve korkusunu yaşamaktadırlar. Lue Rance Braune İslâm ve İsrailiyyat kitabında, İslâm’dan ne kadar korktuklarını, asıl endişelerinin bir hayat nizamı olarak devlet eliyle ikame edilecek İslâm’ın kendisi olduğunu, şöyle dile getirir:

“Aslen en büyük tehlike İslâm nizamındadır. Zira İslâm, yayılma gücüne sahip bir dindir. Dolayısıyla Avrupa sömürgesine karşı durabilecek tek nizam, İslâm nizamıdır.” Yani bütün mesele, İslâm’ın bir hayat nizamı olarak bir devletin eliyle tekrar can bulması meselesidir.

Nasıl ki Batı dünyası, Hilâfet’in yıkılması için azami derecede gayret gösterdi ise şimdi de yeniden ikamesini önlemek adına canhıraş gayret içerisindedir. Bunu, bazen Müslümanların gönül dünyalarında Hilâfet düşüncesini karalamak için sahaya İŞID gibi yapıları sürerek yaptılar, bazen Batı’nın değerlerini ve normlarını kutsayan yabancı ve yerel aktörlerin, Hilâfet fikrine yönelik kültürel saldırısı ve karalama kampanyaları ile yaptılar, bazen “Hilâfet’in şer’i değil tarihî bir kurum olduğunu” söyleyerek yaptılar, bazen “Hilâfet modelinin demokrasinin ruhuna uygun olduğunu” iddia ederek yaptılar, bazen de tarihinde yaşanmış bazı olumsuz olayları sürekli gündem etmek suretiyle koca bir Hilâfet kurumunu karalamaya çalışarak yaptılar.

İşte bu meyanda Batı’nın bu çabaları sonuç verdi ve asırlar boyunca Müslümanların gündemlerinde tartışma konusu olarak asla yer bulmayan “İslâm’da yönetim meselesi” tartışılmaya başlandı. Müslümanların arasına, İslâm’ın kendisine has bir tatbik yönteminin olmadığı yönünde ifsat edici fikirler yavaş yavaş zerk edildi. Ve bugün, -Müslümanların kahir ekseriyeti olmasa da- Batı’nın ifsat edici fikirlerinin etkisinde kalan bazı Müslümanlar tarafından bu konu maalesef tartışılır hale gelmiştir.

Bu bağlamda, şu sorulara yanıt verilmesi gerekmektedir:

  • İslâm, hükümlerin tatbikine ilişkin belirli bir yöntem ortaya koymuş mudur?
  • İslâm, fertlere ve cemaatlere bu hükümlerin uygulanması noktasında yetki tanımış mıdır?

Bu soruların kapsamlı bir şekilde ele alınabilmesi için konuyu iki temel başlık altında incelemek gerekmektedir:

1. Peygamber Örnekliğinde İslâm’ın Tatbik Yöntemi

2. İslâm’ın Tatbikinde Yetki

Aşağıda, her iki başlık detaylı olarak ele alınacaktır.

1. Peygamber Örnekliğinde İslâm’ın Tatbik Yöntemi

Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti, İslâm hukuku ve Müslümanlar nezdinde merkezi bir konuma sahiptir. Nitekim Rasulullah’ın örnekliği, tartışmaya kapalı bir husustur. Sünnetin, yani Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hayatının Müslümanlar açısından taşıdığı önem, Allahu Teâlâ’nın onu “alınması gereken güzel bir örnek” olarak beyan etmesinden kaynaklanmaktadır.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem; Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya kullukta ve İslâm’ın hakkıyla yaşanabilmesinde “usve-i hasene”dir yani eşsiz ve mükemmel örnektir. Allah Subhanehu ve Teâlâ Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i bizlere şöyle tanıtmaktadır:

[لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فٖي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثٖيراًؕ] “Ant olsun ki, Rasulullah, sizin için, Allah’a ve Ahiret Günü’ne kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[2] 

Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın rızasına nail olmayı uman, Naim Cenneti’ni arzulayan ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e Firdevs’te komşu olmayı isteyenler için O’nun hayatında her yönüyle örneklik bulunmaktadır. Rasul’ün getirdiği alınmalı, nehyettiğinden ise kaçınılmalıdır. Rasulullah’ın örnekliğinin –diğer bir ifadeyle– Sünnet’in belirli konularla sınırlandırılması veya bazı yönlerinin göz ardı edilmesi asla kabul edilemez. Zira Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ“Rasul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının.”[3]

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Müslümanlara yalnızca bireysel ibadetler ve ahlâkî kurallar açısından değil, aynı zamanda İslâm’ın toplumsal ve siyasal tatbik yöntemi açısından da örneklik teşkil etmektedir. Bu, şer’i bir zorunluluktur. Belirli konularda Rasulullah’ı örnek alıp diğer konularda onun rehberliğini göz ardı etmek ya da heva ve arzular doğrultusunda hareket etmek, büyük bir sorumluluk ve vebali beraberinde getirmektedir.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in örnekliği konusunda gerekli hatırlatmaları yaptıktan sonra, İslâm’ın tatbiki konusundaki örnekliğiyle devam edelim…

Bilindiği üzere, İslâm yalnızca ritüellerden ibaret bir din değildir; aksine, hayatın tüm yönlerini kapsayan bir hayat nizamıdır. Bunun ötesinde, İslâm yalnızca bireyin sorunlarına ve toplumsal ilişkilerine yönelik çözümler sunan veya yalnızca hükümleri açıklamakla yetinen bir sistem de değildir. Aksine, hükümlerin uygulanmasını da açık bir şekilde belirlemiş ve uygulama yöntemlerini detaylandırmıştır.

Örneğin, İslâm hırsızlık, zina ve adam öldürme gibi fiilleri yasaklamış, ihlali durumunda ise belirli cezai müeyyideler öngörmüştür. Bu hükümlerin nasıl uygulanacağını en ince ayrıntısına kadar açıklamış ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in örnekliğiyle pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla, İslâm yalnızca ibadet hükümlerini içeren bir din değil, aynı zamanda hayatın tüm yönlerini düzenleyen kapsamlı bir sistemdir.

Allahu Teâlâ, dinini kullarının hayatlarını düzenlemek için göndermiştir. Nitekim Allahu Teâlâ, Rasulü’ne, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi ve toplumu yönetmeyi emretmiştir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin delilleri hem sübut hem de delalet açısından kat‘îdir. Dolayısıyla, Allah’ın hükümleri ile yönetilen bir hayatı tesis etmek farzdır. Bu, yalnızca Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e yönelik bir emir olmayıp, aynı zamanda tüm Müslümanlara yönelik ilahî bir yükümlülüktür.

Bu bağlamda, Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنْ الْحَقِّ] "Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma."[4]

Bu anlamı içeren birçok nass bulunmaktadır. Söz konusu ayet ve benzeri diğer nasslar, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin kesin bir talep olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu noktada şu soruların yanıtlanması gerekmektedir:

  • Allahu Teâlâ’nın hükümlerinin egemen olduğu bir hayat, hangi yöntemle tesis edilecektir?
  • İslâm’ın hükümlerinin hayata geçirildiği bir toplumsal düzen nasıl inşa edilecektir?
  • Allah’ın rızasına erişmek, İslâm’ı bütünüyle yaşamakla mümkünse, bu hedefin gerçekleşmesi için nasıl bir tatbik yöntemi izlenmelidir?

Bu ve benzeri soruların cevabını şu ayette bulmak mümkündür:

[إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ] "Muhakkak ki biz, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hükmedesin diye sana Kitabı hak ile indirdik."[5]

Dolayısıyla, bu ayetten hareketle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in fiilî uygulamalarında, İslâm’ın nasıl tatbik edileceğine dair somut örnekler bulmak mümkündür.

Tarihsel bağlam incelendiğinde, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de, Allah’ın indirdiği hükümlerle yönettiği bir devlet kurduğu görülmektedir. Ancak bu, o dönemin sosyo-politik şartlarına göre belirlenmiş keyfî bir tercih değildir; aksine, şer’i bir hüküm ve zorunluluktur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, hayatta iken kendisinden sonra kurulacak yönetim sisteminin adının “Hilâfet” olduğunu çeşitli hadislerinde beyan etmiştir. Bu durum, İslâm’ın kendine özgü bir yönetim sistemine sahip olduğunu ve bu sistemin deliller ışığında açık bir şekilde ortaya konduğunu göstermektedir.

İslâm’ın yönetim sisteminin “Hilâfet” olduğuna dair en açık delillerden biri de şu hadis-i şeriftir:

“Ebû Hureyre RadiyAllahu Anh ile beş yıl kaldım. Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu anlatırken işittim:

[كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الآنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ لا نَبِيَّ بَعْدِي وَسَيَكُونُ خُلَفَاءُ فَيَكْثُرُونَ] ‘İsrailoğullarını nebîler idare ederdi. Bir nebî vefat ettiğinde yerine başka bir nebî geçerdi. Benden sonra ise artık nebî yoktur; ancak birçok halife olacaktır.’”[6]

Bu hadis, İslâm’ın uygulanması ve hayata hâkim kılınması sürecinde, peygamberlik döneminden sonra Hilâfet yönetiminin zorunlu olduğunu açıkça beyan etmektedir. Yani İslâm’ın yönetim nizamı olan Hilâfet, şer’i delillerin gerektirdiği bir zorunluluktur. Bu yönetim modeli, ne Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şahsî görüşüne ne sahabelerin veya Müslümanların fikirlerine ne de dönemsel sosyo-politik şartlara bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, o dönemde mevcut olan devlet modellerinden esinlenerek oluşturulmuş bir yönetim şekli de değildir.

Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kurduğu devletin yönetim şekli ve işleyişi, dönemin hiçbir yönetim sistemine benzememektedir. Ne Kureyş’in yönetimi ne Yahudilerin yönetimi ne Yemen ve Habeşistan yönetimi ne de Kisra ve Kayser’in idare sistemi onunla benzerlik taşımaktadır. Hilâfet, hiçbir beşerî sisteme dayanmayan, doğrudan vahiy ile belirlenmiş bir yönetim modelidir.

Peki, İslâmî hayatı başlatmanın yolu olan İslâm Devleti ve kendisinden sonraki dönemlerde Hilâfet hedefini, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e kim gösterdi? Bu yönetim sistemini O’na kim öğretti?

Bu sorunun cevabı, şu ayette açıkça ifade edilmiştir:

[بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ] "Allah’ın sana gösterdiği keyfiyette."[7]

Dolayısıyla, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in fiilî Sünneti ve hadisleri, İslâmî hayatın tesisi noktasında Hilâfet yönetiminin zorunlu bir model olduğunu ortaya koymaktadır.

2- İslâm’ın Tatbikinde Yetki

İslâm, yukarıda da ifade edildiği üzere, insan hayatını düzenleyen hükümler indirmiştir. Bu hükümlerin uygulanması noktasında farklı sorumluluklar belirlemiş ve bu sorumlulukları ilgili mercilere tevdi etmiştir. Örneğin, bazı hükümlerin tatbikini bireylere yüklemiş; çocuk terbiyesi gibi hususlarda fertleri sorumlu kılmıştır. Bazı hükümlerin uygulanmasını ise cemaatlere bırakmış; "iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek" ilkesi çerçevesinde toplumsal bir sorumluluk tesis etmiştir. Diğer yandan, ceza hukuku bağlamında hadlerin uygulanması gibi bazı hükümlerin tatbikini ise devlete has kılmıştır.

Yetki ve sorumlulukların kime ait olduğunu belirleyen merci hiç şüphesiz “Şâri”dir. Dolayısıyla, İslâm’da yetki ve sorumluluk dağılımı beşerî tercihlere göre değil, doğrudan şer’i delillere dayanmaktadır.

Bu hususun daha iyi anlaşılabilmesi adına, şer’i hükümler çerçevesinde yetki dağılımını somut bir örnek üzerinden incelemek faydalı olacaktır.

İslâm, çocukların terbiyesi ve şer’i hükümlere uygun bir yaşam sürmeleri hususunda anne-babaya birtakım sorumluluklar yüklemiştir. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

[مُرُوا أَوْلاَدَكُمْ بِالصَّلَاةِ وَهُمْ أَبْنَاءُ سَبْعِ سِنِينَ وَاضْرِبُوهُمْ عَلَيْهَا وَهُمْ أَبْنَاءُ عَشْرٍ وَفَرِّقُوا بَيْنَهُمْ فِي الْمَضَاجِعِ] “Çocuklarınıza yedi yaşına geldiklerinde namaz kılmalarını emredin. On yaşına bastıkları hâlde kılmazlarsa, onları (hafifçe) cezalandırın ve yataklarını ayırın.”[8]

Hadisten hareketle değerlendirildiğinde, İslâm’ın, on yaşına geldiği hâlde namaz kılmayan çocuğa yönelik cezalandırma yetkisini ebeveyne verdiği görülmektedir. Ancak aynı İslâm, ebeveyne, çocuğu hırsızlık yaptığında elini kesme veya birini öldürdüğünde kısas uygulama yetkisini vermemiştir.

Bu bağlamda, ukûbât nizamı çerçevesinde hadlerin uygulanması ve kamu otoritesini gerektiren işlerin icra yetkisi, sahih beyatla göreve gelmiş olan Halife’ye, yani devlet başkanına ve Hilâfet Devleti’ne aittir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, sahâbelerden İkinci Akabe Beyatı ile yönetim yetkisini alarak bu yetkinin nasıl kullanılacağına dair örnek teşkil etmiştir.

Ayrıca, sahih beyatla aldığı yetkinin yalnızca hadlerin icrası ile sınırlı olmadığı, aksine Allah’ın hükümlerinin tamamını kapsadığı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in siretinde açık bir şekilde görülmektedir. Dolayısıyla, İslâm’ın yönetim anlayışında yalnızca bireyler veya gruplar değil, doğrudan devlet otoritesi belirleyici konumdadır.

Gerek Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem gerekse raşit halifeler döneminde, had cezasını gerektiren suçları işleyen kişilerin doğrudan devlet başkanına, yani devlete getirildiğine dair birçok olay rivayet edilmiştir. Bu ve benzeri deliller, yalnızca hadlerin değil, genel anlamda İslâm’ın hükümlerinin ve kamu otoritesini gerektiren işlerin tatbik yetkisinin cemaat veya gruplara değil, Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti ile hükmetme yetkisini ümmetten beyat yoluyla alan halifeye ve Hilâfet Devleti’ne ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda Ebû Davud, Sünen’inde Safvân b. Ümeyye’den şu rivayeti nakletmektedir:

[كُنْتُ نَائِمًا فِي الْمَسْجِدِ عَلَى خَمِيصَةٍ لِي فَسُرِقَتْ، فَأَخَذْنَا السَّارِقَ، فَرَفَعْنَاهُ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَأَمَرَ بِقَطْعِ يَدِهِ فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، قَدْ وَهَبْتُهَا لَهُ. فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: فَهَلَّا قَبْلَ أَنْ تَأْتِيَنِي بِهِ؟] "Ben mescitte üzerime örttüğüm bir hırka ile uyuyordum. Derken biri onu çaldı. Biz de hırsızı yakalayıp Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e götürdük. Rasulullah, elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine ben, ‘Ey Allah’ın Rasulü! Ben onu ona bağışladım.’ dedim. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurdu: ‘Onu bana getirmeden önce bunu yapsaydın ya!’”[9]

Bu rivayet, hadlerin uygulanmasında fertlerin veya cemaatlerin yetki sahibi olmadığını, bilakis icra yetkisinin yalnızca şer’i beyat sahibi devlet otoritesine ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Buraya kadar ele alınan deliller ışığında, İslâm’ın hükümlerini tatbik etmenin, şer’i nassların işaret ettiği müstakil bir yöntemi bulunduğu ve bunun da Hilâfet olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Ezcümle, Hilâfet, kendisini açıkça ortaya koyan şer’i deliller ışığında değişmeyen bir şer’i hükümdür. Günümüzde, özellikle ABD ve İngiltere öncülüğünde, yerel aktörlerin de aktif rol aldığı Hilâfet karşıtı propaganda kampanyalarının temel amacı, Hilâfet kavramını tahrif etmek ve Müslümanlar nezdinde gerekliliği konusunda şüphe uyandırmaktır.

Ancak bu çabalar sonuçsuz kalmaya mahkûmdur.

Bu bağlamda, Hizb-ut Tahrir’in kurucusu Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî Rahimehullah’ın şu sözleri dikkat çekicidir:

“İslâm Devleti; hayalden, rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü o, on üç asır boyunca tarihin her tarafını tamamen kaplamıştır. Bu, bir hakikattir. İslâm Devleti, geçmişte böyleydi; yakın bir zaman içinde yine öyle olacaktır. Çünkü onun varoluş faktörleri, kötürüm bir kimsenin onu inkâr etmesinden ya da onu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha güçlüdür. Zira günümüzde artık aydın akıllar onunla dolmaktadır. Çünkü o, İslâm’ın izzetine susamış İslâm ümmetinin arzusu ve ideali durumundadır...”

 

 

 

 

 



[1] Enfal Suresi 36

[2] Ahzap Suresi 21

[3] Haşr Suresi 7

[4] Mâide Suresi 48

[5] Nisâ Suresi 105

[6] Müslim

[7] Nisâ Suresi 105

[8] Ebû Davud, Sünen, 495

[9] Ebû Davud, Sünen, 4384


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz