Beşerî sistemlerin
neticesi olan kriz, kaos ve toplumsal çöküş herkesin artık direkt etkilendiği
bir durum haline geldi. Türkiye ve dünyada her geçen gün İslâm hukukuna olan
ihtiyaç daha fazla hissediliyor ve tartışılıyor. Sistem tartışmalarında köklü
ve kapsamlı tek çözüm olarak önümüzde İslâm nizamı duruyor. İslâm nizamının
varlığı, nasıllığı ve uygulanabilirliği konusunda ve geçmişte nasıl uygulandığı
konusunda tartışmalar birçok alanda yapılırken biz bu makalemizde 14 asır önce
hazırlanan Medine Vesikası’nın neden ve nasıl İslâm’ın ilk anayasası olduğunu
maddeler ile açıklamaya çalışacağız inşAllah.
Allah Rasulü, Medine'ye hicret ettikten sonra ilk
olarak Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan grupları
kapsayacak bir anayasa hazırladı ve böylece barış içinde yaşayan, düzenli bir
toplum oluşturdu. Hatta başta anlaşma dışında olan bazı Yahudi kabileleri daha
sonra bu anlaşmaya dahil olmak için Allah Rasulü'ne geldiler ve sözleşmeyi
kabul etmek zorunda kaldılar.
Allah Rasulü,
Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını belirledi
ve İslâm Devleti’nin temellerini attı. Medineli Müslümanlar ile
kardeşlik anlaşması yapılıyor, bir yandan mescit yükseliyor, Medine’nin
sınırları tespit ediliyor, seriyye ve gazve hazırlıkları yapılıyor,
şehir sakinleri tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere
yazılıyordu. Huzeyfe RadiyAllahu Anh'tan gelen rivayette şöyle
belirtilmektedir:
“Allah’ın elçisi
bize, ‘Din olarak İslâm’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin
isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz.” dedi. Biz de ona bin 500 kişinin
ismini yazıp verdik.”
Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan
bin 500 kişinin Müslüman, 4 bin kişinin Yahudi ve 4 bin 500 kişinin de müşrik
Arap olduğu anlaşılmaktadır.
Medine Sözleşmesi,
Allah Rasulü’nün Medine’ye hicret etmesinden sonra 622 yılında İslâm'ın ilk
yazılı anayasası olarak hazırlandı. Medine Vesikası, bir şehir devleti için
tasarlanan anayasa olmakla birlikte İslâm’ın evrensel kurallarını da
içermektedir. Bu sözleşme, Medine’de yaşayan topluluğun birliği,
sorumlulukları, şehrin savunması, kanun koyma ve yetki meselesi, yardımlaşma,
adalet, savaş gibi bir toplumu ilgilendiren tüm temel konulara cevaplar
içerecek şekilde hazırlanmıştır.
Anlaşma, Allah
Rasulü'nün devlet yönetimine ve İslâm’ın devlet nizamına dair
önemli bilgiler sunmaktadır. Allah Rasulü, Mekke’de bireysel bir değişim
yaşayan kitlesini Medine’de İslâm nizamı ile bir şehir inşa ederek ve
bir devlet kurarak yönetti. Bu devletin başkanı Allah Rasulü, yardımcıları
ise sahabe efendilerimizdi. Yesrib, İslâm nizamı sayesinde Medine'ye
dönüştü. Bu anlaşma ile toplumda sosyal adalet, barış, huzur ve güven ortamı
tesis edildi.
Medine Vesikası, bazı hukukçulara göre tarihteki ilk anayasadır. 47
madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla birlikte içerik bakımından
toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözen bir anlaşma
metnidir.
Ana konuları itibarıyla anayasada öne çıkan başlıklar şunlardır:
Anayasanın Teşri Yönü
Medine
Vesikası’nın ilk paragrafında, “Bu yazışma Allah’ın Rasulü
Muhammed’den bir yazışmadır” ifadesi yer almakta ve Anayasa’nın
meşruiyeti vahye dayandırılmaktadır. Devletin yapısı ve işleyişi ile ilgili
birkaç maddeden sonra, “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki
olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Rasulü’ne takdim edilecektir”
ifadesi bulunmaktadır. Bu madde, anayasanın en önemli maddesidir. Çünkü bu
madde, tüm yetki ve sorumluluğun Allah’ın elçisinde,
yani İslâm’da olduğunu göstermektedir.
Medine halkının
farklı etnik grupları arasında çıkan ihtilaflarda yetki, Allah
Rasulü’ne aittir. Çünkü 42. madde, üzerinde ihtilaf edilen bir hukuki
davanın çözümü hususunda Allah’a (Kur’an’a) ve Rasulü’ne müracaat edileceğini
açıkça belirtmiştir.
Hukuk Devleti ve Adalet
Allah Rasulü, bu vesika ile ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi,
ilk kez sorunları hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştur. Medine
Anayasası’nın önemli unsurlarından bir tanesi de adalettir.
Aslında Medine Anayasası, adaletle hükmetme ve adlî işlerin idaresi
konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır. Çünkü hükmetme yetkisi şahıslardan
tamamen alınmış ve devlete verilmiştir. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut
akrabası bile olsa, her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun devlet
tarafından gözetilmesi, esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde şöyle
denilmektedir:
“Takva sahibi müminler, kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil
yapmayı tasarlayan, bir cürüm, bir haksız tecavüz yahut müminler arasında bir
karışıklık çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden
birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır.” Bu maddeye göre, bütün müminler suç işleyen bir kimseye
karşı İslâm Devleti’ne yardım etmekle mükelleftirler.
Böylece bu anayasa, ihtilaflı olayları çözme
makamının şahıslar değil, İslâm Devleti olduğunu vurgulamaktadır.
Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir devlete ve devlet başkanı
olan Rasulullah’a verilmesi, toplumsal düzen ve güvenin sağlanması
açısından büyük önem taşımaktadır. Bu anayasa ile Arap ve diğer kabilelerin
gelenekleri kaldırılmış, bütün insanların ortak kabul ettiği bir hukuk
oluşturulmuştur.
Suçun Şahsiliği
Medine Anayasası’ndaki birçok madde, suçun şahsiliği prensibine vurgu
yapar. 25/B maddesinde şu ifadeler yer almaktadır:
“Kim ki haksız bir fiil işler veya bir suç işlerse, bu yalnızca kendisine
ve aile efradına zarar verecektir.” Burada, “...ve ailesine” ifadesi, diyetin ödenmesi durumunda
ailenin buna katkı sağlamakla yükümlü olduğunu belirtir. Bu, toplumsal birliği
ve otokontrol mekanizmasını aile düzeyinde koruma amacıyla alınmış bir önlem
olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu ifade, suç işleyen kişinin ailesinin de
cezai sorumluluk taşıyacağı anlamına gelmez. Vesikanın diğer maddelerinde de bu
ilkeyi destekleyen açıklamalara yer verilmiştir.
Toplumsal Birlik
Vesikada yer alan birçok madde (3-12); harpte
esir düşenlerin hürriyetlerine kavuşturulmaları için “kurtuluş
akçesi (fidye-i necat)” vermek, öldürme veya yaralama gibi durumlarda kısas yerine kan
bedelini (diyet) ödeyebilmek amacıyla yardımlaşmayı ve birliği sağlamaya
yönelik hükümler içermektedir. 12. maddede açıkça şöyle
denilmektedir:
“Müminler kendi
aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmayacaklar;
fidye-i necat veya kan bedeli (diyet) gibi borçları iyi ve makul olan esaslara
göre vereceklerdir.”
Bu anayasa, sadece Müslümanların kendi aralarında
yardımlaşmasını değil, her kabilenin diğer kabileleri desteklemesini ve böylece
toplumsal birliği oluşturmayı hedeflemiştir.
Vatandaşlık ve Savunma
İslâm anayasası, din,
dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza atan herkesi eşit vatandaş
statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 44. maddesinde şöyle
denilmektedir:
“Müslümanlar ve
Yahudiler arasında, Yesrib’e saldıracak kimselere karşı yardımlaşma
yapılacaktır.” 45.
maddede ise şu ifade yer almaktadır:
“Yahudiler,
Müslümanlar tarafından bir barış anlaşması yapmaya davet edilirlerse iştirak
edeceklerdir. Yahudiler de Müslümanlara karşı aynı haklara sahip
olacaklardır...”
Bu maddeler, her
hususta eşit haklara sahip bir vatandaşlık hakkını Medine halkının tamamına
tanımaktadır. Böylece hem sorumluluklar hem de haklar kayıt altına
alınmıştır. Allah Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Bismillahirrahmanirrahim,
Rasulullah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib
Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan
insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.”
Devlet Sınırları
Allah Rasulü,
Medine’nin dört bir köşesine birer işaret koyarak şehir sınırlarını tayin
etmiş, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde şu
şekilde belirtilmiştir:
“Yesrib (Medine)
vadisinin içindeki alan (cevf), korunmuş (haram) bölge olarak ilan edilmiştir.” Böylece, yeni kurulmuş İslâm
Devleti’nin sınırları çizilmiş ve bu sınırlar güvence altına alınmıştır.
Bu kapsamda, askerî birlikler oluşturulmuş ve Medine çevresine zaman
zaman seriyyeler gönderilmiştir.
İnanç Hürriyeti
Anayasa’nın 25. maddesinde şöyle
denilmektedir:
“Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir.” Bu ifade ile hiç kimse bir inanca
zorlanmamış, herkesin dini ve inancı konusunda serbest olduğu açıkça
belirtilmiştir. Bu hüküm, anayasanın bir maddesi olarak kayda geçmiştir.
Antlaşmanın düzenlenme amacı, hangi dine mensup olursa olsun şehirde yaşayan
toplulukların özgür ve huzur içerisinde yaşamalarını sağlamaktır.
Bu ve diğer maddeler incelendiğinde, Medine Anayasası ile ilk defa
Arap Yarımadası’nda tüm insanları kuşatan bir devlet kurulmuş ve bu devletin
kanunları, örf-adet dışında bir hukuk sistemine dayandırılmıştır. Medine
Anayasası ile kurulan İslâm Devleti, çekişme, suç işleme, kötülük planlama, düşmanlık, zulüm ve haksızlık,
bozgunculuk, suçluya yardım ve yataklık, cinayet gibi eylemleri yasaklamış ve
bu sözleşmenin kurallarının uygulanmasını sağlamıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz maddeleri bugünün
normlarıyla düşündüğümüzde, haksızlığı yapan kim olursa olsun (insanın öz
evladı da olsa) herhangi bir fark gözetilmeyeceğini; Medine’de yaşayan herkesin
can ve mal güvenliği bakımından eşit olduğunu; din, dil, ırk ve renk farkının
hak ve hukuk açısından eşitlikte bir üstünlük sağlamadığını; herkesin inancını
özgürce yaşayacağını ve şehir güvenliğinin ortaklaşa savunulacağını
görmekteyiz.
Batı'nın İnsan Hakları Sözleşmesi'ni kabul edip yürürlüğe koyduğu 1948
yılında, “özgürlük”, “eşitlik”, “hak”, “hukuk” gibi kavramlar, son birkaç
yüzyılda devletlerin yazılı anayasa ve kanunlarına eklenmiştir.
Ancak İslâm tarihinde Medine Vesikası’na baktığımızda, 622 yılında
imzalanan bu vesikanın, bu kavramları en gelişmiş haliyle kayda geçirdiği
görülmektedir. Elbette bu kavramların anayasada bulunmasından daha önemli olan,
bu değerlerin topluma adil bir şekilde uygulanmasıdır. Ne yazık ki bugün sözde
medeni olan Batılı devletlerin varlıkları ve uygulamaları, “hak”, “hukuk” ve “adalet”
gibi kavramlara karşı işledikleri suçlar; Gazze, Doğu Türkistan, Irak ve Afrika
gibi bölgelerde açıkça görülmektedir.
Allah Rasulü’nün, Medine’deki farklı etnik ve dini topluluklarla yaptığı bu
sözleşme ve uygulamalar, sadece sosyo-kültürel düzenlemelerle sınırlı kalmamış;
aynı zamanda siyasi bir oluşum, yani İslâm Devleti’nin varlığını da
ispat etmiştir. Bu devletin bütün uygulamaları, İslâm akidesine bağlı
kalarak devam etmiştir. Medine Vesikası, vakıaya değil vahye dayalı meşru
bir anlaşmadır.
Burada mesele, Yahudilerle anlaşma yapıp yapmama değil; yapılan anlaşmanın
mahiyeti ve içeriğidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
Yahudilerle meşru zeminde ve meşru maddeler üzerine anlaşma yapmıştır.
Anlaşmayı ihlal eden Yahudi kabilelerden de Allah için hesap
sormuş, İslâm’ın izzetine halel getirmemiştir.
Her ne kadar bazı yazar ve siyasiler, Medine
Vesikası ile ilgili; “Bu sözleşme çoğulculuk ve çok hukukluluktur.”,
“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu sözleşmenin hâkimi değil
hakemidir.”, “Medine Vesikası siyasi partiler ve ülke yöneticilerinin İslâm
dışı yol ve metotları için bir örnektir.”, “İşgalci Yahudi varlığı ile
ilişkilere örnektir.” gibi iddialar öne sürmüş olsa da bu, tamamen Batılı
anlayış ve şer’î hükümlerden uzak bir okumanın ve delilsiz konuşmanın
sonucudur. Bu iddialara daha önce yazılmış makalelerde tatmin edici cevaplar
verilmiştir. Biz burada özetle şunu söyleyebiliriz:
Medine Vesikası, Allah’ın Rasulü olan
Muhammed Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın yaptığı bir anlaşmadır.
Dolayısıyla Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’ın
hükmünü yok sayan, Allah’a isyan eden bir iş asla yapmaz. İslâm’ın ve
Müslümanların aleyhine olacak hiçbir duruma rıza göstermez. Ayrıca yukarıda
bahsettiğimiz maddeler, bu anayasanın her yönüyle bir İslâm
anayasası olduğunu ortaya koymaktadır.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış