İLK İSLAMİ ANAYASA MEDİNE VESİKASI ÖRNEĞİ

Musa Bayoğlu

Beşerî sistemlerin neticesi olan kriz, kaos ve toplumsal çöküş herkesin artık direkt etkilendiği bir durum haline geldi. Türkiye ve dünyada her geçen gün İslâm hukukuna olan ihtiyaç daha fazla hissediliyor ve tartışılıyor. Sistem tartışmalarında köklü ve kapsamlı tek çözüm olarak önümüzde İslâm nizamı duruyor. İslâm nizamının varlığı, nasıllığı ve uygulanabilirliği konusunda ve geçmişte nasıl uygulandığı konusunda tartışmalar birçok alanda yapılırken biz bu makalemizde 14 asır önce hazırlanan Medine Vesikası’nın neden ve nasıl İslâm’ın ilk anayasası olduğunu maddeler ile açıklamaya çalışacağız inşAllah.

Allah Rasulü, Medine'ye hicret ettikten sonra ilk olarak Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan grupları kapsayacak bir anayasa hazırladı ve böylece barış içinde yaşayan, düzenli bir toplum oluşturdu. Hatta başta anlaşma dışında olan bazı Yahudi kabileleri daha sonra bu anlaşmaya dahil olmak için Allah Rasulü'ne geldiler ve sözleşmeyi kabul etmek zorunda kaldılar.

Allah Rasulü, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını belirledi ve İslâm Devleti’nin temellerini attı. Medineli Müslümanlar ile kardeşlik anlaşması yapılıyor, bir yandan mescit yükseliyor, Medine’nin sınırları tespit ediliyor, seriyye ve gazve hazırlıkları yapılıyor, şehir sakinleri tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılıyordu. Huzeyfe RadiyAllahu Anh'tan gelen rivayette şöyle belirtilmektedir:

“Allah’ın elçisi bize, ‘Din olarak İslâm’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz.” dedi. Biz de ona bin 500 kişinin ismini yazıp verdik.” Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan bin 500 kişinin Müslüman, 4 bin kişinin Yahudi ve 4 bin 500 kişinin de müşrik Arap olduğu anlaşılmaktadır.

Medine Sözleşmesi, Allah Rasulü’nün Medine’ye hicret etmesinden sonra 622 yılında İslâm'ın ilk yazılı anayasası olarak hazırlandı. Medine Vesikası, bir şehir devleti için tasarlanan anayasa olmakla birlikte İslâm’ın evrensel kurallarını da içermektedir. Bu sözleşme, Medine’de yaşayan topluluğun birliği, sorumlulukları, şehrin savunması, kanun koyma ve yetki meselesi, yardımlaşma, adalet, savaş gibi bir toplumu ilgilendiren tüm temel konulara cevaplar içerecek şekilde hazırlanmıştır.

Anlaşma, Allah Rasulü'nün devlet yönetimine ve İslâm’ın devlet nizamına dair önemli bilgiler sunmaktadır. Allah Rasulü, Mekke’de bireysel bir değişim yaşayan kitlesini Medine’de İslâm nizamı ile bir şehir inşa ederek ve bir devlet kurarak yönetti. Bu devletin başkanı Allah Rasulü, yardımcıları ise sahabe efendilerimizdi. Yesrib, İslâm nizamı sayesinde Medine'ye dönüştü. Bu anlaşma ile toplumda sosyal adalet, barış, huzur ve güven ortamı tesis edildi.

Medine Vesikası, bazı hukukçulara göre tarihteki ilk anayasadır. 47 madde gibi kısa sayılacak bir metin olmakla birlikte içerik bakımından toplumun her türlü ihtiyacına temas eden ve bütün sorunları çözen bir anlaşma metnidir.

Ana konuları itibarıyla anayasada öne çıkan başlıklar şunlardır:

Anayasanın Teşri Yönü

Medine Vesikası’nın ilk paragrafında, “Bu yazışma Allah’ın Rasulü Muhammed’den bir yazışmadır” ifadesi yer almakta ve Anayasa’nın meşruiyeti vahye dayandırılmaktadır. Devletin yapısı ve işleyişi ile ilgili birkaç maddeden sonra, “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Rasulü’ne takdim edilecektir” ifadesi bulunmaktadır. Bu madde, anayasanın en önemli maddesidir. Çünkü bu madde, tüm yetki ve sorumluluğun Allah’ın elçisinde, yani İslâm’da olduğunu göstermektedir.

Medine halkının farklı etnik grupları arasında çıkan ihtilaflarda yetki, Allah Rasulü’ne aittir. Çünkü 42. madde, üzerinde ihtilaf edilen bir hukuki davanın çözümü hususunda Allah’a (Kur’an’a) ve Rasulü’ne müracaat edileceğini açıkça belirtmiştir.

Hukuk Devleti ve Adalet

Allah Rasulü, bu vesika ile ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları hukukla çözülen bir devletin başkanı da olmuştur. Medine Anayasası’nın önemli unsurlarından bir tanesi de adalettir.

Aslında Medine Anayasası, adaletle hükmetme ve adlî işlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp yapmıştır. Çünkü hükmetme yetkisi şahıslardan tamamen alınmış ve devlete verilmiştir. Hatta kendi kabilesi, ailesi yahut akrabası bile olsa, her suçlunun cezalandırılması ve her mağdurun devlet tarafından gözetilmesi, esasa bağlanmıştır. Vesikanın 13. maddesinde şöyle denilmektedir: 

“Takva sahibi müminler, kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil yapmayı tasarlayan, bir cürüm, bir haksız tecavüz yahut müminler arasında bir karışıklık çıkarmayı düşünen kimseye karşı olacaklar ve bu kimse müminlerden birinin evladı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhinde kalkacaktır.” Bu maddeye göre, bütün müminler suç işleyen bir kimseye karşı İslâm Devleti’ne yardım etmekle mükelleftirler.

Böylece bu anayasa, ihtilaflı olayları çözme makamının şahıslar değil, İslâm Devleti olduğunu vurgulamaktadır. Otoritenin kabile reislerinden alınıp bir devlete ve devlet başkanı olan Rasulullah’a verilmesi, toplumsal düzen ve güvenin sağlanması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu anayasa ile Arap ve diğer kabilelerin gelenekleri kaldırılmış, bütün insanların ortak kabul ettiği bir hukuk oluşturulmuştur.

Suçun Şahsiliği

Medine Anayasası’ndaki birçok madde, suçun şahsiliği prensibine vurgu yapar. 25/B maddesinde şu ifadeler yer almaktadır: 

“Kim ki haksız bir fiil işler veya bir suç işlerse, bu yalnızca kendisine ve aile efradına zarar verecektir.” Burada, “...ve ailesine” ifadesi, diyetin ödenmesi durumunda ailenin buna katkı sağlamakla yükümlü olduğunu belirtir. Bu, toplumsal birliği ve otokontrol mekanizmasını aile düzeyinde koruma amacıyla alınmış bir önlem olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu ifade, suç işleyen kişinin ailesinin de cezai sorumluluk taşıyacağı anlamına gelmez. Vesikanın diğer maddelerinde de bu ilkeyi destekleyen açıklamalara yer verilmiştir.

Toplumsal Birlik

Vesikada yer alan birçok madde (3-12); harpte esir düşenlerin hürriyetlerine kavuşturulmaları için “kurtuluş akçesi (fidye-i necat)” vermek, öldürme veya yaralama gibi durumlarda kısas yerine kan bedelini (diyet) ödeyebilmek amacıyla yardımlaşmayı ve birliği sağlamaya yönelik hükümler içermektedir. 12. maddede açıkça şöyle denilmektedir: 

“Müminler kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmayacaklar; fidye-i necat veya kan bedeli (diyet) gibi borçları iyi ve makul olan esaslara göre vereceklerdir.”

Bu anayasa, sadece Müslümanların kendi aralarında yardımlaşmasını değil, her kabilenin diğer kabileleri desteklemesini ve böylece toplumsal birliği oluşturmayı hedeflemiştir.

Vatandaşlık ve Savunma

İslâm anayasası, din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin bu belgeye imza atan herkesi eşit vatandaş statüsünde kabul etmiştir. Vesikanın 44. maddesinde şöyle denilmektedir: 

“Müslümanlar ve Yahudiler arasında, Yesrib’e saldıracak kimselere karşı yardımlaşma yapılacaktır.” 45. maddede ise şu ifade yer almaktadır: 

“Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir barış anlaşması yapmaya davet edilirlerse iştirak edeceklerdir. Yahudiler de Müslümanlara karşı aynı haklara sahip olacaklardır...”

Bu maddeler, her hususta eşit haklara sahip bir vatandaşlık hakkını Medine halkının tamamına tanımaktadır. Böylece hem sorumluluklar hem de haklar kayıt altına alınmıştır. Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: 

“Bismillahirrahmanirrahim, Rasulullah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.”

Devlet Sınırları

Allah Rasulü, Medine’nin dört bir köşesine birer işaret koyarak şehir sınırlarını tayin etmiş, bu sınırlar içinde kalan bölge Vesika’nın 39. maddesinde şu şekilde belirtilmiştir: 

“Yesrib (Medine) vadisinin içindeki alan (cevf), korunmuş (haram) bölge olarak ilan edilmiştir.” Böylece, yeni kurulmuş İslâm Devleti’nin sınırları çizilmiş ve bu sınırlar güvence altına alınmıştır. Bu kapsamda, askerî birlikler oluşturulmuş ve Medine çevresine zaman zaman seriyyeler gönderilmiştir.

İnanç Hürriyeti

Anayasa’nın 25. maddesinde şöyle denilmektedir: 

“Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir.” Bu ifade ile hiç kimse bir inanca zorlanmamış, herkesin dini ve inancı konusunda serbest olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu hüküm, anayasanın bir maddesi olarak kayda geçmiştir. Antlaşmanın düzenlenme amacı, hangi dine mensup olursa olsun şehirde yaşayan toplulukların özgür ve huzur içerisinde yaşamalarını sağlamaktır.

Bu ve diğer maddeler incelendiğinde, Medine Anayasası ile ilk defa Arap Yarımadası’nda tüm insanları kuşatan bir devlet kurulmuş ve bu devletin kanunları, örf-adet dışında bir hukuk sistemine dayandırılmıştır. Medine Anayasası ile kurulan İslâm Devleti, çekişme, suç işleme, kötülük planlama, düşmanlık, zulüm ve haksızlık, bozgunculuk, suçluya yardım ve yataklık, cinayet gibi eylemleri yasaklamış ve bu sözleşmenin kurallarının uygulanmasını sağlamıştır.

Yukarıda bahsettiğimiz maddeleri bugünün normlarıyla düşündüğümüzde, haksızlığı yapan kim olursa olsun (insanın öz evladı da olsa) herhangi bir fark gözetilmeyeceğini; Medine’de yaşayan herkesin can ve mal güvenliği bakımından eşit olduğunu; din, dil, ırk ve renk farkının hak ve hukuk açısından eşitlikte bir üstünlük sağlamadığını; herkesin inancını özgürce yaşayacağını ve şehir güvenliğinin ortaklaşa savunulacağını görmekteyiz.

Batı'nın İnsan Hakları Sözleşmesi'ni kabul edip yürürlüğe koyduğu 1948 yılında, “özgürlük”, “eşitlik”, “hak”, “hukuk” gibi kavramlar, son birkaç yüzyılda devletlerin yazılı anayasa ve kanunlarına eklenmiştir. Ancak İslâm tarihinde Medine Vesikası’na baktığımızda, 622 yılında imzalanan bu vesikanın, bu kavramları en gelişmiş haliyle kayda geçirdiği görülmektedir. Elbette bu kavramların anayasada bulunmasından daha önemli olan, bu değerlerin topluma adil bir şekilde uygulanmasıdır. Ne yazık ki bugün sözde medeni olan Batılı devletlerin varlıkları ve uygulamaları, “hak”, “hukuk” ve “adalet” gibi kavramlara karşı işledikleri suçlar; Gazze, Doğu Türkistan, Irak ve Afrika gibi bölgelerde açıkça görülmektedir.

Allah Rasulü’nün, Medine’deki farklı etnik ve dini topluluklarla yaptığı bu sözleşme ve uygulamalar, sadece sosyo-kültürel düzenlemelerle sınırlı kalmamış; aynı zamanda siyasi bir oluşum, yani İslâm Devleti’nin varlığını da ispat etmiştir. Bu devletin bütün uygulamaları, İslâm akidesine bağlı kalarak devam etmiştir. Medine Vesikası, vakıaya değil vahye dayalı meşru bir anlaşmadır.

Burada mesele, Yahudilerle anlaşma yapıp yapmama değil; yapılan anlaşmanın mahiyeti ve içeriğidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Yahudilerle meşru zeminde ve meşru maddeler üzerine anlaşma yapmıştır. Anlaşmayı ihlal eden Yahudi kabilelerden de Allah için hesap sormuş, İslâm’ın izzetine halel getirmemiştir.

Her ne kadar bazı yazar ve siyasiler, Medine Vesikası ile ilgili; “Bu sözleşme çoğulculuk ve çok hukukluluktur.”, “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu sözleşmenin hâkimi değil hakemidir.”, “Medine Vesikası siyasi partiler ve ülke yöneticilerinin İslâm dışı yol ve metotları için bir örnektir.”, “İşgalci Yahudi varlığı ile ilişkilere örnektir.” gibi iddialar öne sürmüş olsa da bu, tamamen Batılı anlayış ve şer’î hükümlerden uzak bir okumanın ve delilsiz konuşmanın sonucudur. Bu iddialara daha önce yazılmış makalelerde tatmin edici cevaplar verilmiştir. Biz burada özetle şunu söyleyebiliriz: 

Medine Vesikası, Allah’ın Rasulü olan Muhammed Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın yaptığı bir anlaşmadır. Dolayısıyla Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’ın hükmünü yok sayan, Allah’a isyan eden bir iş asla yapmaz. İslâm’ın ve Müslümanların aleyhine olacak hiçbir duruma rıza göstermez. Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz maddeler, bu anayasanın her yönüyle bir İslâm anayasası olduğunu ortaya koymaktadır.

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz