HANİ İMKÂN DEĞİL İMAN MESELESİ İDİ?

Musa Bayoğlu

Filistin meselesi bir coğrafya meselesi değil iman meselesidir. Filistin, Gazze veya Kudüs sorunumuz yoktur. Sorun, kutsal topraklardaki işgalci Yahudi varlığı “İsrail” sorunudur. “İsrail” diye bir devlet yoktur, sığınmacı olarak geldikleri topraklarda istilacı olmuş bir millet vardır. Çözüm ancak sorunun ortadan kaldırılması ile mümkündür. Bu ise; işgalci Yahudi varlığının topraklarımızdan sökülüp atılmasıdır.

İşte bu Yahudi varlığı “İsrail”, 75 yıldır ABD ve Batı’yı arkasına alarak, Mescid-i Aksa’yı kirletti, Müslümanları katletti, topraklarımızı işgal etti, Filistinli Müslümanları en temel insan haklarından bile mahrum etti. Şimdi ise Gazze’de bir aydır, İslâm ülkelerindeki korkak ve hain rejimlerden aldığı destekle hiçbir uluslararası hukuk ve anlaşmayı dinlemeden, fosfor bombası dahil her türlü silahı kullanarak Gazze’yi yerle bir ediyor. Bütün dünyanın gözünün içine baka baka çoluk çocuk, genç yaşlı, hasta insanlar; ev, cami, okul ve hastanelerde şehit ediliyor!

Bu vahşet ve katliam bütün dünyanın gözü önünde yapılıyor. Gazze uyandı ve İslâm beldelerini, insanlığı uyandırdı. Allah yolunda cihat eden müminlerin operasyonları ve duruşları ümmetin uyanışına vesile oldu. Mücadele, cihat ve uyanış, İslâm beldelerinde bir meşale gibi yandı ve her tarafı aydınlattı. Müslümanlar tek ses oldular. Türkiye, Ürdün, Lübnan, Pakistan ve daha başka beldelerde meydanları doldurdular, sınırlara yürüdüler. Filistin halkının yanında olduklarını gösterdiler. Dualar ile yetinmediler; boykot, eylem ile yöneticilere ve ordulara seslendiler. Hatta ABD, Fransa, Yunanistan, İngiltere gibi Batılı ülkelerde bile Hıristiyan, hatta Yahudi ve farklı dinlere mensup olan vicdanlı insanlar katliam karşısında meydanlarda yürüdüler, kendi yönetimlerini eleştirdiler. İnsanlık ve Müslüman halklar ellerinden geleni yaptı, Filistin ve özellikle Gazze halkı da yapılması gerekeni yaptı!

Batılı devletlerin desteğiyle bile kara harekâtı yapmaktan korkan, korkaklığını tüm dünyanın gördüğü Yahudiler yenilgilerini gizlemek için katliam üzerine katliam yapmaya devem ettiler. Masum insanları katletmenin fetvasını katil hahamlardan alarak vahşetlere imza attılar. Batılı kafirler baştan itibaren terörist “İsrail’in” yanında yer aldı ve katliama ortak olduklarını açıkladılar. İnsan hakları, demokrasi, hukuk, ahlak gibi kavramları bir anda unuttular; katil, zalim ve vahşi olduklarını tüm dünyaya bir kez daha gösterdiler!

Gazze’de pak Müslüman kanı mübarek toprakları sularken, Müslümanların başındaki yöneticiler yardım etmek yerine tarafsız kaldılar. Bazıları ise Yahudi varlığının yanında yer alacak kadar alçaldı. Adını bilmediğimiz ülkeler diplomatlarını, elçilerini çektiği halde 57 İslâm beldesindeki yönetici, katliamı durdurmak adına tek bir somut adım bile atmadı. İran dışında tehdit eden bile olmadı; Onun tehdidi de her zaman olduğu “dostlar alışverişte görsün” minvalinde oldu.

El Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde’nin çağrıları, İslâm beldelerinde yöneticilerin durumunu gösteriyordu: “Arap ve İslâm dünyasının liderlerine, ekranlardan izledikleri savaşın kalbinden sesleniyorum. Biz sizden ordularınızı harekete geçirerek Gazze’deki çocukları savunmak için savaşmanızı, en kutsal mabedinizi savunmanızı beklemiyoruz. Ancak sınır kapısında bekleyen yardımları hareket ettiremeyecek kadar da mı acizsiniz?” Evet, onlarca ülke, milyonların olduğu ordular, imkanlar vs. olmasına rağmen ekmek ve suyu bile kardeşlerimize ulaştıramadılar. 2 milyar İslâm alemi, 8 milyonluk Yahudi karşısında aşağılandı, horlandı ancak yöneticiler harekete geçmediler.

İslâm İşbirliği Teşkilatı katliamlardan günler sonra toplanmak zorunda kaldı ve her zaman yaptığı gibi Yahudi varlığını şiddetle kınamakla yetindi. “İsrail”i koruma misyonu üslenen Arap rejimleri ihanetlerine bir yenisini daha eklediler. Çünkü “İsrail” katliam yaptığında onu koruyan ve Müslüman halkları engelleyen bu rejimlerdi. Bu rejimlerden emin olan ABD ve Yahudi varlığı, her türlü zulmü Müslümanlara reva gördü.

Müslüman Arap halkları, Aksa için savaşmaya can atarken bu hainler, Yahudilere zarar gelmesin diye birbirleriyle yarıştılar. Mısır Devlet Başkanı Sisi, askerlerini uyardı, halkına engel oldu. Ürdün Kralı Abdullah, sınırları tutma ve “İsrail”e atılan füzeleri durdurmaya çalışırken halkının Filistin için eylem yapmasına ve sınırları geçmesine engel olarak üzerlerine kurşunlar yağdırdı. Suud Krallığı her zaman olduğu gibi “dilsiz şeytan” rolüne büründü; katliamlar yaşanırken başkent Riyad’da eğlence şölenleri düzenletti. Diğer İslâm beldelerinin başında oturan ve kafirlere karşı yumuşak, müminlere karşı sert ve katı olan yöneticiler de benzer şekilde hareket ettiler. Tahtları hak ve halkları nezdinde meşru olmayan bu yöneticiler, ümmet nezdinde bir kez daha ne kadar hain olduklarını gösterdiler! Gazze gece gündüz vurulurken ve ümmet feryat ederken yine göstermelik şov yapan İran da zulme engel olacak adımları atmadı. Suriye'de Müslümanları katletmek için bölük bölük seferber olan İran'ın Lübnan'daki partisi, kuzeyden cılız operasyonlarla yetindi. İran, bildik hamasi söylemleri ile bir kez daha Filistin davasını istismar etti.

Peki, “büyük Türkiye ve dünya lideri” Cumhurbaşkanı Erdoğan ne yaptı? Terörist Yahudi varlığı vahşice saldırmaya başladığında Cumhurbaşkanı İstanbul’da Ortodoks kilisesi açıyordu. Gazze halkı yardım çağrılarını dünyaya duyurduğu ilk günlerde “Gün, fevri değil devlet aklıyla, soğukkanlılıkla ve insanlık vicdanıyla hareket etme günüdür.” dedi ve tarafların talep etmesi halinde esir takası dâhil her türlü ara buluculuğa hazır olduğunu söyledi. Devlet aklı, katliamlara sessiz kalmayı; soğukkanlılık, somut adımlar atmayı engelledi. İnsanlık vicdanı harekete geçti ama yöneticiler harekete geçmedi!

Cumhurbaşkanı daha önce “Katil, çocuk öldürmeyi iyi bilirsiniz!” dediği terörist Yahudi varlığına, “örgüt gibi davrandığını” söyledi ancak ona devlet muamelesi yaptı ve devlet olarak ilişkileri iptal etmedi. Yine “başkomutan” ve “devlet başkanı” olduğu halde, sivil toplum kuruluşları gibi kınama mesajları yayınladı, miting, eylem yapamaya devam etti. Miting ve basın toplantılarında terörist “İsrail”e çağrıda bulundu ve katliamı durdurmasını talep etti ancak bu talepler, daha önceki katliamlarda olduğu gibi boşlukta asılı kaldı; alçak Yahudi varlığı katliamlarına devam etti. Yahudi varlığı kendi elçi, konsolos ve diplomatlarını geri çektiği halde Türkiye bu adamları, “istenmeyen adam” ilan edemediği gibi kendi elçi ve diplomatlarını da geri çağıramadı. Bir ay sonra elçinin, “istişare etmek için” çağırıldığı, utanmadan duyuruldu. Daha birkaç ay önce mavi halılarda katil Herzog ülkemizde ağırlanmış, bir ay önce de ABD’de Netenyahu ile görüşme yapılmıştı. Tekrar barışmak zorunda olacağı için belki de adını bilmediğimiz ülkelerin yaptığı küçük bir adım olan elçi ve diplomatları bile geri çekemedi, onların diplomatlarını kovamadı! Katliamın zirve yaptığı zamanda, ülke olarak yas ilan etmekten başka bir şey de yapamadı.

Batı dünyasına bu savaşı durdurma çağrıları yapıldı. Aksi halde halkların kontrol edilemeyeceği söylendi. Cumhurbaşkanı, “İsrail”i “savaş suçlusu” ilan etmeye hazırlandığını söyleyerek sadece Netanyahu hükümetini hedef aldı. Bu, diğer yönden Yahudi varlığının temize çıkması anlamına geliyordu. Halbuki sorun, bir başbakanın varlığı değil katil işgalci “İsrail’in” kutsal topraklardan temizlenmemiş olmasıydı. İslâm ümmetinin düşmanlığı sadece Netenyahu’ya değil işgalci Yahudi varlığınaydı.

Yine olayların başından itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı dünyasının katliamdaki ortaklığı yok sayılarak katillerin merhametine sığınma çağrıları yapıldı. Ne BM kararları ne uluslararası sözleşmeler ne de hukuk… bütün kurallar ihlal edilerek Batı katliamlara ortak oldu. Batı’nın bu katliamlarına karşı çıkmak, Batı ile olan ilişkileri ve onlardan ithal edilen her şeyi hayatımızdan çıkarmak gerekirken çözüm olarak oranın gösterilmesi hangi mantıkla izah edilebilirdi? Bununla da yetinilmedi ve Cumhurbaşkanı, Yahudi varlığının 400 Filistinliyi şehit ettiği bir günde İsveç’in NATO’ya üyelik protokolünü imzalayıp meclise sevk etti. Batı’nın bütün alçaklığına rağmen onlarla ilişkiler korunmaya devam edildi!

Katil Yahudi varlığı her gün 300-400 Müslüman kardeşimizi şehit ederken arabuluculuk ve diyalog çağrıları yapıldı. Müslümanlar bir tarafta, kafirler başka bir tarafta iken ve her iki taraf da varlık-yokluk mücadelesi verirken, taraflar arasında arabulucu olmayı istemek ne kadar da düşündürücü! Halbuki bu durumda; ya işgalci Yahudilerin yanında ya da Filistin halkının yanında olmak gerekiyordu. Katliam ve vahşete rağmen sözlerle mazlumların yanında olunurken fiiller sözleri desteklemedi. Gazze’den gelen şu mesaj sözlerle yardımın yetmediğini ne kadar güzel anlatıyordu: “Elemli ve yaralı Gazze'nin göbeğinden tüm dünyadaki Müslümanlara, size ve ordulara seslenen kardeşlerimizin talebini ileteyim… Gazze halkı ‘ne paranıza ne de gıdanıza ihtiyacımız yok. Eğer Gazze özgürlüğüne kavuşursa arazileri biz ekeriz, sizi de besleriz. Gazze’nin sizden beklentisi işgalden kurtulmaktır!’”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu süreçte de bütün İslâm beldelerindeki yönetimlerden daha fazla konuştu ancak tek bir somut adım atmadı! Her katliam sonrası attığı tweetler ve açıklamalar, ne halk ne de kendi tabanında bir karşılık bulmadı! Konuyu az-çok takip eden vicdanlı insanlar, bu vahşet karşısında neden adım atılmadığını bir türlü anlamadı. Her ne kadar Erdoğan’ı koruma görevi üstlenenler, her meseleyi kendi lehlerine çevirmeye çalışsalar da toplum, Gazze’den yükselen çığlıklara karşı adım atılmamasını içine sindiremedi! Ukrayna’ya gönderilen İHA ve SİHA’ların neden gönderilmediği hep soruldu. “Hani, siz iktidara geldiğinizde Kudüs bayram yerine dönecekti?” “Hani, siz iktidara geldiğinizde batıl devletler tir tir titreyecekti?”, “Hani, nerede İslâm ülkeleri liderliğiniz?” sözleri hatırlatıldı ve bunlara cevap bulunamadı.

Meydanlarda ve hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düzenlediği mitingde bile toplum, “Ordular Aksa’ya!” ve “Mehmetçik Gazze’ye!” taleplerini haykırdılar. Müslümanların yaşadığı bu vahşeti engellemek için askerî harekatın yapılması gerektiğini halk, sokaklarda konuştu. Bahçeli’nin açıklamaları ve karşıt görüşler, konunun toplum ve siyaset nezdinde kamuoyu olduğunu gösteriyordu. Buna rağmen diğer liderler gibi Erdoğan da bu katliamlar karşısında orduları harekete geçirme fırsatını kullanmadı. “Mehmetçik Gazze’ye!” taleplerine karşılık ölüm sessizliğine büründü! Gazze ve tüm dünyadan yükselen çığlıklara tepkisiz kaldı!

Hatta daha acı olanı; terörist “İsrail” ile yapılan askerî ve ekonomik anlaşmaları iptal etmedi. “İsrail”e giden akaryakıta engel olmadı. “İsrail”e hava sahamızın kapatılması talimatını vermedi. ABD ve “İsrail”in kullandığı İncirlik ve Kürecik üstlerine dokunmadı. Manavgat suyunu kesebilecekken konuyu gündeme bile getirmedi. Herkes boykot çağrıları yaparken asıl boykot yapması gereken devlet, fiilî harbi devletlere boykot yapmadı. Gazze’yi kurtarmak için hareket ettirilmesi gereken uçaklar, gemiler, ordular, boğazda geçit töreni düzenledi ve “Ya Allah, bismillah!” diyerek havai fişekli Cumhuriyet kutlamaları yapıldı. Ancak mazlumların feryatları yine karşılıksız kaldı.

İşte bugün yöneticilere, güç ve kuvvet ehline tarihi bir fırsat verilmiş durumda. Allah’ın emrine uyarak adım atanlar isimlerini tarihe altın harflerle yazdırabilirler. Katil “İsrail’i” haritadan silerek mazlumları koruyabilirler. Allah’ın vaat ettiği İslâm’ı hayata yeniden hâkim kılarak insanlığın hidayetine vesile olabilirler. Biz, Türkiye'nin yerinin insani, siyasi ve askerî varlığıyla Filistin tarafının garantörlerinden biri olarak işgalci Yahudi varlığı ile masaya oturan taraf değil İslâm ümmetinin liderliğini alarak kafirlere haddini bildiren taraf olmasını istiyoruz.

Peki, neden bu liderler ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu çağrılara icabet etmedi/etmiyor? Dağların bile yarılacağı olaylara şahitlik edildiği halde neden somut adımlar atılmıyor? ABD, Batı ve uluslararası güçlerden neden bu kadar çekiniliyor? Reel politik, konjonktür, devlet aklı ve sair ölçülerle, “mutlaka yeniliriz”, “gücümüz yok”, “toplum bozuk”, “hazır değiliz” gibi argümanlarla izzetli bir duruş değil de neden hep zillet tercih ediliyor? Neden kafirlerin aşağılama, saldırı ve katliamlarına tepkisiz kalınıyor? Bu sorular belki bir makale konusu ancak kısa bir cevap olarak şunu söyleyebiliriz: Biz, devlet gücü olmayan ve sınırlı imkânlara sahip bir avuç mücahidin ABD, AB, NATO ve bütün batıl düzenleri karşısına alarak büyük bir kahramanlık gösterdiklerine yeni şahit olduk. Mücahitler, düşmanlarımıza korku saldılar. Çünkü onlar, Allah’a iman ve şer’i hükümlere bağlanarak hareket ettiler. Batılı değerleri, ölçüleri değil İslâm’ın ölçülerini esas aldılar. Bu minvalde; mücahitlerin şu sözlerini hatırlatmak istiyorum:

“Topraklarımızı işgal edenlerin hesabını biz soracağız. Bu işgale ve zulme sessiz kalanların hesabını da Allah soracak!”

"Mazlumların çığlıklarına karşı sağır olan İslâm dünyasına sesleniyorum; Cehennem melekleri zebaniler de sağır yaratılmıştır, onlar da sizi işitmeyecek!"

Zalim ısrarla zulme devam ediyorsa bil ki sonu yakındır. Mazlum ısrarla direniyorsa bil ki zafer yakındır. Bugün tarih yazılıyor. Dengeler değişiyor! Mefhumlar tekrar tanımlanıyor! Bir kısmı kahramanlık, mücadele, izzetin tarihini yazarken diğer kesim için vahşetin, zulmün, acizliğin tarihi yazılıyor. Bu sürecin kazananı, elbet İzzettin Kassam Tugayları mücahitleri ve direnen Gazze halkıdır. Kaybedenler ise “İsrail”, ABD, Batı ve Filistin’e yardım etmeyen yöneticilerdir. Allah’ın vaat ettiği Hilâfet Allah’ın izniyle kurulacak ve “İsrail” Filistin topraklarından çıkarılacaktır. İstikbal, İslâm’ın olacaktır. 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz