Yaşadığımız
coğrafyada insanların dillerinden ve ait olduğu kavimden ötürü aşağılanması
herkesin ortak kabulü ile Cumhuriyetin kurulmasından sonra baş göstermiş bir
hastalıktır. Evet, sırf farklı bir kavimden yaratıldığı için, sırf farklı bir
ana dile sahip olduğu için insanların küçük görülmesi, horlanması fikirsel bir
hastalığın varlığına işaret etmektedir.
Bu makalemizde
öncelikle “siyasal milliyetçilik” ile kapitalizm arasındaki bağı ortaya
koyacağız. Sonra ise Joseph Murphy’in dediği gibi “Işık karanlığı dağıtır. Çözüm problemde saklıdır” diyerek siyasal
milliyetçilik probleminin nasıl çözüleceğine odaklanacağız.
Başlayalım o zaman…
Kişinin kavmini
sevmesi insani bir durumdur. Bu sevginin normal olduğunu şu hadis-i şeriften
net bir şekilde anlayabiliriz:
Vasile b. El-Eska’
anlatıyor: “Rasulullah Aleyhi’s Salatu
ve’s Selam’a ‘kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye
sordum. ‘Hayır, asabiyet (ırkçılık), kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı
olmasıdır.’ diye buyurdu.”[1]
Öyleyse mesele,
insani bir durum olan kişinin kavmine karşı sevgi beslemesinden öte bir şeydir.
Esasında İslâm’ın haram kıldığı kavmiyetçilik, takvanın önüne geçen
kavmiyetçiliktir. Allah, üstünlüğün ancak takvada olduğunu söylerken bu sınırı
kabul etmeyerek üstünlüğün kavmiyette olduğunu söylemek, takvanın önüne geçen
kavmiyetçiliktir ki biz buna “siyasal kavmiyetçilik” adını verdik. Zira bu tür
bir kavmiyetçilik insanın doğal hâlinden bir parça değildir. Bu tür bir
kavmiyetçilik, siyasi adımlar ile oluşturulmuş bir kavmiyetçiliktir.
Biraz gerilere
gidelim…
Avrupa, uzun yıllar
boyunca fikrî bir dönüşüm geçirmiştir. Bu fikrî dönüşümde önce kilise, sonra
kral devre dışı bırakılmış ve egemenlik sermaye sahiplerinin eline geçmiştir.
Avrupa bu fikrî değişimle toplumu birbirine bağlayan bağları da tek tek
kopartıp atmıştır. Kilisenin halk üzerindeki sözünü iptal ederek laiklik
getirilmiş, böylece kişinin -ve dahi toplumun- yaratıcı ile olan bağı
kopartılmıştır. Ardından yüzyıllar boyunca alışagelmiş “krala bağlılık” ortadan
kaldırılmıştır. Yani toplumu yanlış da olsa birbirine bağlayan bağlar tek tek
kopartılıp atılmıştır. Geri planda menfaat bağı tek bağ olarak kabul edilmiş
olsa da onu destekleyecek, onunla uyum içinde yürüyecek toplumsal bir bağın
varlığı kaçınılmazdır ki işte burada “siyasal milliyetçilik” devreye
girmektedir. Avrupa tam da bunun üzerine durmuş ve “ulus devlet” adı altında -aslında-
milliyetçiliği toplumu ayakta tutan, insanları birbirine bağlayan bir bağ
olarak öne sürmüştür. Bunu yaparken menfaatçi yaklaşımından da ödün
vermemiştir. Milliyetçiliği iktisadi açıdan kalkınmada kullanmıştır. Diğer
kavimlere üstünlük sağlanması hedefinin, kapitalizmin üretim esasına da büyük
katkıları olmuştur.
Kuşkusuz bu zehirli
silahın İslâm ümmetindeki karşılığı ile Batı’daki karşılığı birbirinden çok
farklıdır. Batı’da “birleşme” olarak tezahür ederken İslâm coğrafyasında “ayrılık”
olarak tezahür etmiştir. Batı’nın bilhassa İngiltere’nin siyasal milliyetçiliği,
İslâm ümmetini parçalamak ve Hilâfet’i yıkmak için kullandığı hakikatini
ispatlamak için üzerinde uzun uzun durmaya, deliller sunmaya gerek yoktur; her
şey ortadadır.
Türkiye’ye gelecek
olursak; ümmeti parçalamada, kin tohumları ekmede kilit rol oynamıştır.
Cumhuriyetten sonra da bu rolünü devam ettirmiş ve Türk-Kürt kutuplaşmasını
bilinçli bir şekilde organize etmiştir. Ancak mesele Türk-Kürt kutuplaşmasından
çok daha derin ve kapsamlı bir meseledir. Bugün için her ne kadar bizim
karşımızda “Kürt sorunu” durmakta ise de açığa çıkmayı bekleyen ve ümmetin
vahdetine engel teşkil edecek olan Türk-Arap, Arap-Kürt gibi nice gizli sorun
bulunmaktadır. Dolayısıyla ortaya koyacağımız çözüm önerilerinin sadece
bölgesel sorunları değil tetikte bekleyen gizli sorunları da kapsaması
kaçınılmazdır.
Şimdi de çözüm
noktasında getirilen fikirlerin temel kriterlerinin ne olması gerektiği
üzerinde duralım… Çözüm olarak sunulan fikirlerin vakıa ile mutabık olmasının
yanında kapsamlı ve köklü olması gerekir. Geçici çözümler sorunların
kökleşmesine ve çözülemez gibi görünmesine sebebiyet vermektedir. Sorunun
kaynağından çözüm aramak enerji ve zaman kaybından başka bir şey değildir.
Çünkü sorunun kaynağının soruna çözüm üretemeyeceği evrensel bir hakikattir.
Milliyetçilik sorunu siyasi bir sorundur; dolayısıyla çözümü de siyasi
olmalıdır. Bu kriterlerden sonra özelden yani Türk-Kürt sorunundan genele doğru
çözümler üzerinde duralım:
1- Cumhuriyetin
kuruluş ilkelerinden kabul edilen “Milliyetçilik” kavramı, ümmetin tamamını
kuşatacak şekilde yeniden tanımlanmalı; devletin ordu, emniyet, yargı gibi
esasi kurumlarında Türk milliyetçiliği söylem ve refleksi kazınıp atılmalıdır.
Uzun yıllara dayanan Türk-Kürt kutuplaşmasında önemli rol oynayan bu
kurumlardaki zihniyet değiştirilmeli ve Türk-Kürt ayrışması oluşturma
kapasitesine sahip bürokratlar görevden alınmalıdır. “Ne mutlu Türk’üm
diyene” gibi kalpleri ayrıştıran söylemlerin dağlara taşlara yazılmasından
vazgeçilmeli, yazılı olanlar kaldırılmalıdır.
2- Parti
programlarında Milliyetçiliği esas alan, söylemlerinde milliyetçilik barındıran
tüm siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları derhal kapatılmalıdır. Zira bu
kuruluşların varlığı başlı başına ayrılık tohumları ekmek için yeterlidir.
Bunların söylemleri, farklı kavimlere takındığı tavırlar, fikren düşük toplumda
öfke ve düşmanlık şeklinde karşılık bulmaktadır. Siyasi iktidar, bu parti ve
sivil toplum kuruluşlarının toplumu ayrıştırdığı için kapatıldığını açık bir
şekilde beyan etmelidir.
3- Yozlaşmış,
insan fıtratına aykırı, insana insan olması hasebiyle bakmaktan yoksun fikirler
zaman içerisinde erir ve yok olur. Zira bu tür fikirler “asıl fikir” olmaya
elverişli değildir. İnsanın zihninde oluşan düğümleri çözemediği gibi yeni
düğümler ekler. Bu tür fikirler ancak slogandan ibarettir. Fikrilerin
sloganlaşması, toplumun geniş kesimlerinde zaman içerisinde bilinçaltında
yerleşik hâle dönüşür. Topluma bir şekilde mal edilmiş ve neredeyse atasözü hâline
dönüşmüş Kürt kardeşlerimizle alakalı tahkir edici bu slogan dilinden
uzaklaşılmalı, bu dili kullananlara yaptırımlar uygulanmalıdır.
4- Her
platformda, özellikle eğitim aşamasında; milliyetçiliğin zehirli bir fikir
olduğu, asıl olanın kişinin rengi, dili ya da kavmi olmadığı bilakis Allah’a
olan yakınlığı, takvası, ahlakı olduğu eğitim müfredatına eklenmelidir. “Andımız”
denilen, buram buram milliyetçilik kokan, Türk olmayanları doğru, çalışkan,
ahlak ilkelerine bağlı olmayan alt derece bir kavim olarak gösteren uygulama
tamamen kaldırılmalıdır. Okullara asılan panolar ayrılık değil kardeşlik
içermelidir. Din dersinde “Müslümanların kardeş olduğu”nu söyleyip tarih
dersinde “Türk milliyetçiliği” yapılması gibi ikilem oluşturacak hususlardan
kaçınılmalıdır.
5- Cumhuriyet
kurulduğundan bugüne kadar Kürt kardeşlerimizin yaşadığı bölgelere ciddi
yatırımların yapılmadığı görülmektedir. Bu, bir devlet politikasıdır. Nüfusun
yoğun, işsizliğin had safhada olduğu bu bölgelerde yaşayan Kürt kardeşlerimiz
batıya göçe mecbur bırakılmakta, böylece gizli bir asimilasyona tâbi
tutulmaktadır. Dolayısıyla bölgeye iktisadi yatırımlar hızlandırılmalı, “bak
size hastane yaptık, yol yaptık daha ne istiyorsunuz” mantığından
vazgeçilmelidir. İktidar, yatırım yaparken halkının ihtiyaçlarını gözeterek
yatırım yapmalıdır. Bölgelerden aldığı vergiye göre ya da bölgede yaşayan
halkın kavmiyetine göre yatırım yapmamalıdır. Bir bölgeden çok düşük oranda
vergi alıyor olsa -hatta hiç vergi alamasa da- oraya da diğer bölgelere yaptığı
yatırımın aynısını yapmalıdır. Devlet ancak böyle yaptığı zaman Kürtler
devletlerinin kendilerine kıymet verdiğini hisseder ve ona kendi devletleri
gibi sahip çıkarlar. Aksi takdirde kendilerine değer ve kıymet verilmediğini
hissettiklerinde, kendilerine değer ve kıymet veren bir varlığı oluşturma
çabasına girerler. Bu da milliyetçilik akımlarını doğurur.
6- Kürt
ayrılıkçı gruplara silah ve lojistik sağlayan, sömürgeci devletlerin istihbarat
servisleridir. Bu tartışılmaz gerçek, Kürt-Türk çatışmasının arkasında bu
sömürgeci güçlerin olduğunu da göstermektedir. Bu hakikatten yola çıkarak başta
İngiltere ve ABD büyükelçilikleri olmak üzere Türk-Kürt ayrışmasını
destekleyen, körükleyen devletlerin tüm elçilikleri kapatılmalıdır. Onların
ümmeti parçalama, kardeşleri birbirinden ayırma, zayıf devletçikler inşa ederek
onları istediği gibi sömürme planlarına ortak olunmamalı bu planları deşifre ederek
elçileri topraklarımızdan kovulmalıdır. Batı dünyası, Türk-Kürt çatışması
yapamayacağını, yapmaya kalkıştığında bunun bir karşılığı olacağını söylemlerle
değil eylemlerle yakından hissetmelidir.
7- Kuşkusuz
toplumu, insanlara hâkim olan fikirler, duygular ve nizam oluşturur. Bu sayede
toplumu birbirine bağlayan bir bağ oluşur. Bu bağ onların zor zamanlarda
kenetlenmelerini sağladığı gibi normal zamanlarda da kenetlenmelerini sağlar.
Şu an için aynı topraklarda yaşayan Türk, Kürt, Çerkez vb. kavimleri birbirine
güçlü bir şekilde bağlayacak, zorluklar karşısında sırt sırta vererek mücadele
etmelerini sağlayacak bir bağ yoktur. Salt “vatan bağı” insanları birbirine
bağlamak için yeterli değildir. Zira o sadece vatanın tehlikede olduğu anlarda
ortaya çıkar; tehlike geçtiğinde kaybolur gider. Dolayısıyla farklı kavimlerden
oluşan toplumları birbirine bağlamak için elverişli değildir. Laiklik,
demokrasi gibi Batı menşeili kavramlar da toplumu birbirine bağlayamaz. Zira bu
kavramlar insan aklından icat edilmiş kavramlardır. Yaratıcı ile olan bağı
koparttığı için de fıtrata aykırıdır. Toplumu, bir binanın tuğlaları gibi birbirine
bağlayacak tek bağ kuşkusuz İslâm akidesi ve bu akideden doğan bağdır. İslâm
tarihi göstermiştir ki İslâm akidesi birbirine düşman olan kavim ve kabileleri
bir potada eritmiş ve yeni bir toplum inşa etmiştir. Evs ve Hazreç
kabilelerinin İslâm’dan önceki ve İslâm’dan sonraki durumları bu hakikate en
güzel örnek teşkil etmektedir. Öyleyse vakit geçirmeden İslâm akidesi, hayatın
tüm alanlarında hâkim pozisyona yükseltilmelidir.
8- Kapitalizm,
insanlar arasındaki ilişkileri çıkar ilişkisine dönüştürmüş, toplumsal bağları
kopartıp atmıştır. Netice itibariyle insani özellikler yok olmaya yüz tutmuş ve
karanlık bir çağın başlamasına vesile olmuştur. Milliyetçilik zehrini bu
dünyaya içiren kapitalizm olduğuna ve milliyetçiliği bir sömürme aracı olarak
kullandığına göre ondan (kapitalizmden) kurtulmak, onu tarihin çöplüğüne
göndermek kaçınılmazdır. Zira bu zehir saçan ideoloji, bir taraftan Allah ile
kul arasındaki bağı yok ederken diğer taraftan zenginlerin servetlerini
arttırmak için insanlığı kurban etmektedir. İslâm ideolojisi ise hem
servetlerin belirli zümre arasında dolaşmasının önüne geçecek hükümler
getirerek servet dağılımındaki adaletsizliği ortadan kaldırmış hem de insana
insan olarak bakarak her türlü ayrımcılığın önüne bir set çekmiştir.
Dolayısıyla insanlığın muhtaç olduğu çözümler sadece ve sadece İslâm
ideolojisinde saklıdır. Bu ideolojiyi tatbik edecek, hayatın her alanında
uygulayacak bir devletin inşa edilmesi gerekmektedir. İşte bu devlet ancak
kapitalizmi ortadan kaldırabilir.
9- Halkı
Müslüman olan ülkeler açık bir şekilde sömürgeci güçlerin hedefindedir.
Sefalet, kan, gözyaşı, ayrılık bu ülkenin halkları için adeta bir “kader” hâlini
almıştır. Sömürgeci güçler tarafından oluşturulan sınırlar ve ulus devlet
anlayışı milliyetçiliğin koruyucu kalkanıdır. Bu yapay sınırlar kaldırılmalı,
kalplerde oluşturulan ayrılıklar giderilmelidir. Bu ayrılıkların oluşmasında
her ne kadar sömürgeci kâfirler büyük rol oynamış olsalar da bu işbirlikçi
yöneticiler, ayrılığı körüklemiş ve kalıcı hâle getirmişlerdir. İslâm ümmetinin
tek devlet çatısı altında birleşmesine direnen her bir yönetici
değiştirilmelidir.
10- Ulus
devlet anlayışı İslâm ümmetini parçalara ayıran, zayıflatan ve sömürgeci
devletlerin pençesine atan batıl bir anlayıştır. İslâm ümmeti farklı
kavimlerden, farklı dillerden, farklı renklerden oluşan tek bir ümmettir. Bu
ümmeti birbirine bağlayan bağ “La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah” sözüdür.
Bu mübarek söze muhalif her söylemden vazgeçmeli ve Müslümanların tek vücut
olmaları için söylemlerimizi birleştirmeliyiz. Biz Müslümanız, biz İslâm
ümmetiyiz, biz tekiz! Biz biriz! Öyleyse devletimiz de bir olmalıdır. İslâm
ümmetini bir araya getirecek ve aralarında Allah’ın indirdikleriyle yönetecek
olan Râşidî Hilâfet Devleti’dir. Bu devletin tesisi için çalışmak her Müslümana
farzdır.
Son söz olarak;
Müslümanlar tek bir ümmettir. Bu ümmeti parçalamaya yönelik atılan her adım
fitnedir. Fitne ise büyük günahlardandır. Asıl olan ayrılık değil vahdettir. “Bağımsız
olma”, “kendi devletimizin olması”, “dünya tarafından tanınma” gibi
söylemler sömürgeci kâfirlerin sinsi oyunlarından başka bir şey değildir.
Ayrılık içinde yaşayan İslâm ümmetinin hâli ortadadır. Halkı Müslüman olan 50’den
fazla devlet var olmasına rağmen hiçbirinin dünya üzerinde söz söyleme hakkı
yoktur. İktisadi olarak, siyasi olarak dünya siyasetinde söz sahibi
değillerdir. Sömürgeci devletlerin çıkarlara hizmet eden, kendi değerlerinden
uzaklaştırılarak köleleştirilmiş devletlerdir bunlar.
İslâmicity Vakfı, İslâm
İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkeler göz önünde bulundurularak 2019 yılında bir
tablo hazırladı. Hazırlanan tabloda, ülkelerin İslâmi değerlere ne kadar uygun
yaşadığına yer verildi.
151 ülkenin yer
aldığı listenin ilk 50’sinde halkı Müslüman olan ülke yer almıyor! 2017 yılında
81, 2018 yılında 95. sırada yer alan Türkiye, 2019 yılında 96. sırada yer aldı.
Gelişmiş ülkeler sıralamasında ise ilk 30’da Müslüman ülke bulunmamakta; Türkiye
59. sırada yer almaktadır.
Görüldüğü üzere
mesele, bağımsız bir devlete sahip olma meselesi değildir. Mesele, dünya
siyasetinde etkin, güçlü, refah seviyesi yüksek, idealleri olan bir devlet olma
meselesidir. Bu da ancak ve ancak Müslümanların, tek bir devlet çatısı altında
toplanmasıyla, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, iktisadi, askerî güçlerini
birleştirmesiyle gerçekleşecektir.
[1]
Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-Zevaid, 6/244


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış