HİLÂFET’İN KALDIRILMASI İÇİN EL KALDIRANLAR İLE DEMOKRATİK SİYASAL İSLAMCILAR BİR ELMANIN İKİ YARISI GİBİDİR!

Süleyman Uğurlu

Toplumu derinden sarsan olayların bir neticesi olarak fikir akımları ve kitleleşmelerin vücut bulması tabii bir şeydir. Zira beka içgüdüsü, insanın içinde yaşadığı toplumu korumaya, ayakta tutmaya sevk eder. Beka tehlikesi, fikir ürettirir ve harekete geçirtir. Osmanlı Hilâfeti’nin son dönemlerinde yaşanan fikrî ve siyasi hareketliliğin sebebi, dengenin Batı lehine değişmesi neticesinde toplumun varlığını temsil eden devletin, yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmasıdır.

Algıların açık, heyecanların yüksek olduğu bu tür dönemlerde batıl kolayca hak olarak gösterilebilir ya da hakkın içine gizlice batıl yerleştirilebilir ve insanlar, samimi duygularla ama bilinçsiz bir şekilde batılın etrafında bir araya gelebilir. Tarih, bu hakikati tasdik eden nice olaylara şahitlik etmiş ve kayıtlarına geçirmiştir. Demokratik sistem içerisinde bir şekilde siyasi partiler kurarak yer alan, demokratikleşerek hareket eden Müslümanların varlığı, bu hakikatin güncel şahitliği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Makalemizde; Müslümanların, demokrasiyle nasıl tanışıp önce “araç”, sonra da “amaç” haline getirdiğinin üzerinde duracağız. Meselenin net bir resmini çekmek için biraz gerilere giderek geçmişten günümüze bir link atacağız ve makalenin sonunda; İslam coğrafyasının farklı diyarlarında hayat bulan partisel kitleleşmelerin aslında aynı kaynaktan beslendiği; bu kaynağın da İngilizlerin -Hilâfet’i yıkmak ve bir daha geri gelmesini engellemek için planlı bir şekilde- desteklediği bir kaynak olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğiz.

Başlayalım…

İslam, zamanın siyasi coğrafyasında pek de yer edinemeyen, verimli arazileri olmayan, tek geçim kaynağı -Kâbe sayesinde gelişen- ticaret olan, büyük devletlerin ilhak etmeye bile tenezzül etmediği, Mekke’de inmeye başladı. Medine’ye hicret ile başlayan devletleşme sürecinden sonra, önce Arap Yarımadasına sonra da tüm dünyaya hızla yayıldı. Öyle ki tarihin daha önce şahit olmadığı kısa bir sürede, imparatorlukları dize getiren bir güç haline geldi. Kuşku yok ki bu gücün tek kaynağı, İslam’ın ortaya koyduğu fikirler, nizamlar ve ölçülerdi. Müslümanlar İslam’a sıkıca sarıldıklarında, dünyayı fethettiler. İslami anlayışın gücü nispetinde güçlü kaldılar. İslami anlayış zayıflayıp içine farklı fikirler, farklı âdetler, gelenekler girmeye başlayınca zayıfladılar ve en nihayetinde gücü temsil eden devletleri de yıkıldı.

Sömürgeci kâfirler karşısında dimdik, vakurla durmaya alışkın olan İslam ümmeti Batı’nın ilerlemesine cevap veremeyip Batı karşısında acze düştüğünde şaşkına döndü. Bozulan dengeleri İslam lehine düzeltmek için çareler aramaya başladı. Önünde, kalkınmışlığın sembolü olarak duran Batı uygarlığı gerçekliği vardı ve bu gerçeklik karşısında üç ana düşünce akımı meydana geldi ki bunlar; Batıcılık, İslamcılık ve Milliyetçiliktir.

Eğitim hayatında herkesin öğrendiği bu üç ana düşünce akımından “İslamcılık” üzerinde duracağız. Zira bugün, Müslümanlar arasında yaşanan zihin bulanıklığı, kavram karmaşası, menfaat eksenli fıkıh anlayışının, o gün atılan tohumların zehirli meyveleri olduğu yadsınamaz bir hakikattir.

Günümüz İslamcılığını anlamlandırabilmek, düşünce alt yapılarını kavrayabilmek için Cemaleddin Afgâni, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın oluşturduğu “Menâr Ekolü”ne bakmak gerekir. Mısır’da ortaya çıkmış olan bu ekolun temel düşüncesi, İslam’da modernist bir reformun gerçekleştirilmesidir. Afgâni’yle başlayan Abduh ile devam eden ve Reşid Rıza ile yaygınlaşan bu ekolün en renkli kişiliği kuşkusuz, Cemaleddin Afgâni’dir.

Doğduğu yer bile tartışmalı olan Afgâni’nin, İngilizlerin uzun yıllar hâkimiyet sürdüğü iki coğrafya olan Hindistan ve Mısır’daki İslami düşünceye büyük etkisi olmuştur. Coşkulu bir hatip olan Afgâni, klasik İslami söylemlerin dışına çıkarak, dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Doğruların arasına serpiştirdiği yanlışları da “doğru” kabul ettirmiş, İslam düşünce dünyasında derin ve kirli bir iz bırakmıştır.

Hindistan, Mısır, İstanbul, İran, Londra, Paris arasında mekik dokuyan Afgâni, Osmanlı’ya karşı bir taraftan İngilizlerle işbirliği yaparken diğer taraftan Halife Abdulhamid’e mektuplar yazarak Orta Asya ve Hint bölgelerinde “Padişah adına” bir uyanış hareketi başlatmayı teklif etmiştir. Aynı zamanda da “Halife Kureyş’tendir!” hadis-i şerifini diline pelesenk ederek Mekke merkezli bir Arap Hilâfeti’nin olması gerektiğini dile getirmekten de geri durmamıştır.

Paris’te kaldığı ve el-Urvetü’l-Vüskâ dergisini çıkardığı zamanlarda Türk gençleriyle tanışmış ve onlara “milliyetçilik” fikrini aşılmıştır. Türkiye’de milliyetçilik hareketinin öncü isimlerinden Mehmet Emin Yurdakul, Afgâni için şöyle demiştir: “Beni, O yoğurmuştur. Eğer ruhların edebiyat ve ölmezliği varsa derim ki; o etlerini, kemiklerini Maçka mezarlığının topraklarına bırakmış ise ruhunu da bana armağan etmiştir. Cemaleddin’in ruhu bende yaşıyor.”

Şaşırtıcı olan şu ki; aynı Afgâni, Arap gençlere de Arap dilinin birleştirici özelliğinden bahsederek gizliden gizliye Arap milliyetçiliği fikrini aşılıyordu.

Hilâfet’in varlığında “İttihad-ı İslam (İslam Birliği)” fikrini yaymaya çalışması, onun asıl amacını göstermesi açısından önemlidir. Hilâfet, tüm Müslümanların tek bir devlet çatısı altında, tek bir ümmet olarak, tek bir yönetim merkezinden yönetilmesidir. Afgâni’nin İttihad-ı İslam projesinde ise tam da bugün olduğu gibi ulus devletlerden müteşekkil bir birlik yer almaktadır. Her milletin kendine ait bir devleti olacak, bu devletleri birleştiren sembolik bir halife, birliğin başı olacaktı. Birlik, Müslümanların menfaatine olan kararları istişare yoluyla alacaktı. Hani bugün işittiğiniz; “Hıristiyanların papası var, bizim de bir halifemiz olsun!” söyleminde kast edilen halife, Afgâni’nin zihin dünyasındaki “sembolik halife”dir. İngilizlerin istediği de aslında tam budur: tek olan devleti parçalamak, küçük devletçiklere bölmek ve onları ele geçirerek yönetmek. Nitekim tarihin akışı, İngiliz menfaatleriyle Afgâni’nin fikirlerinin örtüştüğünü açık bir şekilde göstermektedir.

İngiliz Subayı Arthur Barret’in hatıralarında yer alan bilgiye göre; Afgâni’ye, “İslam’a yeni ve demokratik bir ruh aşılamanın yollarını” sorduğunda Barret şu cevabı almıştır: “Kur’an’ın hakiki ruhu, özgürlükçü ve çağdaş düşüncelerle uyum içindedir. Şimdiki düzensizlik, kesinlikle İslam’ın kanunlarına ait değildir. Bunlar bilgisiz ve cahil tefsircilerin İslam’a yaptığı eklemelerdir. Tarihsel evrim ve gelişim, onların bu yanlışlarını düzeltecektir. Görülmektedir ki; bir Müslüman aydın ve düşünür, Avrupa demokratik düşüncelerine tamamen aşina olursa, Kur’an’ın öğretisine dayanarak halkı çağdaş gelişim ve demokratik düşüncelerle tanıştırabilir. Bu çabalar, Luther’in karşılaştığı engellerle de karşılaşmaz.”[1]

Dikkat ettiniz mi? Sonradan mareşalliğe kadar yükselecek olan Barret, gayet masumane ve samimi bir biçimde Afgâni’ye, “İslam’a nasıl demokratik bir ruh aşılarız?” diye soruyor. Afgâni de aynı samimiyetle ona, yapılması gerekenleri anlatıyor.

Anlaşılan o ki Afgâni, Protestan mezhebinin kurucusu Luther’in hayranıdır. İslam anlayışında köklü bir reform gerçekleştirilmesi gerektiğine inanmış ve Luther’in yaptıklarını yaparak “İslam dünyasını kalkındırmak”(!) gibi saf bir hayale kapılmıştır. Nitekim Abduh, Afgani’ye Avrupa milletlerinin ulaştığı gerçek eşitliğe ulaşmak için takip edilmesi gereken en sağlam yolu sorduğunda Afgâni şöyle demiştir: “Dinî hareket gerekir. Çünkü vahşetten medeniyete ulaşan Avrupa dünyasının halindeki inkılâbın sebebine baktığımızda, dinî hareketi görürüz. Bu, Protestan toplumunun reisi Luther’den beri böyledir.”[2]

Afgâni, Luther nasıl Katoliklerle mücadele ettiyse kendisinin de klasik fıkıhla, bu fıkhı savunan âlimlerle mücadele etmesi gerektiğini düşünüyordu. Aslında bu düşünce, Menâr Ekolü’nün ortak düşüncesiydi. Kendi modernist fikirlerinin önünde duran en büyük engel de esasında sağlam temellere oturtulmuş “usul-ü fıkıh”tır. Bu nedenle önce fıkıh usulüne saldırdılar.

Reşid Rıza, “Müteahhirun fakihleri birtakım usul ve kaideler vazetmişler ve bunları mezhep imamlarına isnat etmişlerdir. Aynı fakihler bu usul ve kaideleri Kitap, Sünnet ve sahabe tatbikatında yer alan hükümlere üstün tutmuşlar ve böylelikle bu asli kaynakları kendi vazettikleri usulün füruu haline getirmişlerdir.” diyerek, usuldeki “tutuculuğu” eleştirmiştir. Aynı şekilde fıkıhta şüpheler uyandırmak için de söylemler geliştirmiştir. O, şöyle demektedir: “Mevcut fıkıh usulü külliyatında yer alan kavaidin büyük çoğunluğu usulcülerin imamlarının verdiği hükümlerden hareketle elde ettikleri ve kendi mezheplerine tatbik ettikleri nazari kaidelerden başka bir şey değildir.” Ve son darbe geliyor: “Allah Teâlâ’nın, dinini, fakihlerden daha iyi bildiğini ve onların anladığından daha iyi bir şekilde beyan etmeye gücünün yettiğini kim inkâr edebilir? Yine Rasulullah’ın Allah’ın muradını anlamada diğer mahlûkata üstün olduğunu ve anladığını insanlara en iyi şekilde anlatmaya gücünün yeteceğini kim inkâr edebilir? Allah ve Rasülü’nün hükümlerini insanlara müctehidlerin açıkladığını, müctehidlerin hükümlerini ise fukahanın açıkladığını söyleyerek insanları doğrudan Kitap ve Sünnet’in muhatabı kılmaktan uzak tutmak doğru değildir. Yine önceki ulemanın seviyesinin çok üstün olduğunu iddia ederek hâlihazırda onları taklid etmenin gerektiği iddiası da doğru değildir.”

Menâr Ekolü’ne göre; İslam dünyasının düşmüş olduğu acziyet, İslam’ı çağın gerçeklerine uyarlayamamaktan kaynaklanıyordu. Sebebi ise fakihler tarafından kabul edilmiş usuller ve taklittir. Protestanların Katolikleri suçladıkları gibi Menâr Ekolü de geleneksel fıkhı ve bu fıkha bağlı kalan ulemayı suçladı ve yeni usul kaideleri ortaya koydu.

Reşid Rıza, kapsamlı bir şekilde modern fıkıh usulünü ele almış ve belirli ilkeler belirlemiştir. Önce ahkâmı tasnif etmiş ve 4’e ayırmıştır:

“1. Akaid ve imanın asıllarıyla ilgili olanlar.

2. İbadetler. Bunlar ruh ve iradeyi terbiye eden zikir, fikir ve amellerdir. Namaz, zekât, oruç vb.

3. Ahlaki özellikler, adap, nefis tezkiyesi, zararlı, kötü fiilleri yani haramları terk etmek ve güç yettiğince hayırlı amel işlemek. Helaller ve haramlar bu kısma dâhildir.

4. Dünyevi muameleler. Bunlar, ümmeti oluşturan kişiler arasında ya da İslam ümmeti ile diğer milletler arasında vuku bulan muamelelerdir. Siyasi, medeni, kazai ve idari işler tüm çeşitleriyle birlikte muamelat kısmını oluşturur.”[3]

Ahkâmı bu şekilde tasnif ettikten sonra kimin, nerede hâkim konumunda olması gerektiğini beyan etmek için fıkhı, “dinî” ve “dünyevi” şeklinde ikiye ayırmıştır:

“İslam en doğru yoldur; zira Allah bu dini insanların maddi (cesedi) ve manevi (ruhi) işlerini kemale erdirmek için göndermiştir. İslam insanların her iki cihan saadetine bir vesiledir. Manevi işler akaid ve ibadetlerden müteşekkildir. İnsanı ahiret saadetine ulaştıracak olan bu hususlar zaman ve mekana göre şekil almazlar. Dünyevi işler ise yargıya ve siyasete bağlıdır, zaman ve mekana göre değişim gösterir. İslam bunların usulünü açıklamış ve vahyin nazil olduğu dönemde ihtiyaç duyulan bazı fürua müteallik konularını da beyan etmiştir. Bu dinin en önemli icaz yönü ve mükemmelliğinin göstergesi, bu sahada varit olan nasların her zaman ve mekanda beşerin maslahatlarıyla uyum içerisinde olmasındadır. Bu konuda yukarıda mezkur mizanın doğrultusunda ulü’l-emr en doğru yolu gösterir.[4] Siyasi ve medeni işler mefsedetin defi, maslahatın hıfzı esasına; kazai işler ise mutlak adalet ve müsavat esasına dayalıdır.”[5]

Kuşkusuz maslahatın din haline dönüştürülmesi Reşid Rıza ile sınırlı değildir. Abduh, “el-Menâr” tefsirinde şöyle demektedir: “Hindistan’daki Müslümanların, İngiliz hükümetinde böylesi bir görev almaları ve İngiliz kanunları ile hükmetmeyi kabullenmeleri de yukarıda anlatılanlardandır. Böylesi bir amel, bir ruhsattır ve Müslümanların çıkarlarını korumayı, İslâm’ı desteklemeyi kasteden bir azimet durumu yoksa ‘iki zarardan/günahtan daha hafif olan bir günah işlenir’ kaidesi kapsamına girer.”

Görüldüğü üzere; -sözde- Müslümanların menfaati gözetilerek küfür sistemi içinde yer almak, modernist Menâr Ekolünün günümüze miras bıraktığı bir saptırmacadır. Aynı ekol, şer’i hükümler yerine aklı hakem kılmayı da miras bırakmıştır. Reşid Rıza bakın ne diyor:

“Muamelat sahasındaki hükümler, esas itibariyle aklın teemmül, düşünce, inceleme ve mukayese yoluyla faydasını anlayabileceği hükümlerdir. Ancak akıl, birtakım zaaflarla malul olduğundan ve bazen hevasına uyduğundan, hataya ve sapkınlığa meyyal olabilmektedir. Bu sebeple şeriat, bu kısım için cüzi ahkâmın temelini oluşturacak ve gerektiğinde müracaat edilebilecek genel kaideler vaz etmiştir. Bu genel ilkeler akla yol gösterici olacaktır.”[6]

Buraya kadar aktardıklarımızın özeti şu: hükümler, ahiret ve dünya hayatıyla alakalı olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. Dünyevi hükümlerde genel nas, “maslahat”tır. Müslümanların maslahatına olan her şey, başka bir delil aranmaksızın caizdir; bazen de vaciptir. Genel nassa uygun olması yeterlidir. Maslahat ile başka bir nas çelişir ise maslahat tercih edilir. Zira o genel nas konumundadır.

Sanırım yaklaşık yüz yıl önce söylenmiş bu sözlerin, ortaya atılmış bu fikirlerin günümüzde halen yaşatıldığını, değer verildiğini, haramları helalleştirmek için kullanıldığını söylememize gerek yok. Şimdi bu modernist çizginin Hilâfet’in kaldırılışında oynadığı role bakalım.

Hilâfet’in kaldırılışında Menâr Ekolünün Etkisi

Reşid Rıza, Halife Abdulhamid’in tahtan indirilmesini de fırsat bilerek Menâr Ekolü’nün esaslarını yaymak için 1909 yılında “Cemiyyetü’l-İlm ve’l-İrşâd” isimli bir cemiyet kurdu. Payitaht olması hasebiyle özellikle İstanbul âlimlerine yoğunlaştı. Cemiyetin, Reşid Rıza ve Mustafa Sâdık er-Râfiî haricindeki tüm üyeleri Türk idi. Neredeyse tamamı müderris olan bu cemiyetin Türk âlimlerden en önemli üyeleri şunlardı: el-Meşihatü’l-İslâmiyye müsteşarı Mustafa Efendi, Ayan Meclisi Başkanı Mustafa Asım Efendi, ulemadan ve Ayan Meclisi üyelerinden İttihat ve Terakkili Şeyhül İslam Musa Kazım Efendi, ulemadan ve Defter-i Hakani Nazırı Mahmut Esat Efendi, ulemadan ve Sinop Milletvekili Hasan Fehmi Efendi, Evkaf Bakanlığı Yardımcısı ve hukuk müşaviri Sinyüddin Efendi, Devlet Şûra Meclisi Üyesi ve Başkatip Fuat Bey, Dâru’l-Funun’da İlahiyat ve Edebiyat Bölümü Müdürü, Usûl ve Kelam hocası İsmail Hakkı Bey, Meclis-i Maarif üyelerinden Ahmed Naim Babanzade, Muhasebe Divan üyelerinden Tahsin Bey.[7]

Muhtemelen sayılan bu isimlerden pek çoğunu yeni işitmiş olabilirsiniz ancak bu isimler, Türkiye’deki modernist İslami anlayışın temelini atan, “kalkınma” adı altında İslam’ı “İslamsızlaştıran” isimlerin başında gelmektedir. Bunlar, Menâr Ekolü’nün bazı kitap ve yazılarını Türkçeye tercüme ettiler ve verdikleri derslerle Menâr Ekolü’nün görüşlerini yaydılar. Bunun neticesinde rivayetlere akılcı bir ekol yöntemiyle yaklaşan ve rivayetlere karşı aklı hakem olarak kabul eden, maslahat eksenli fetva yayınlayan bir zümre ortaya çıktı.

Nitekim Hilâfet’in ilgasında başlıca rol İngilizlere ait olmuş olsa da Hilâfet’in ilgasını halk nazarında meşrulaştıranlar, bu isimlerle -daha doğrusu Menâr Ekolüyle- bağlantılı kişilerdir. Mecliste, Hilâfet’in kaldırılmasının Allah katında bir mesuliyeti olmadığını, Allah’ın adıyla anlatmaya çalışan İzmirli Seyyid Bey’in konuşmasından birkaç kesiti alıntılamak istiyorum. Reşid Rıza’nın yukarıda aktardığım din ve dünyevi fıkıh anlayışını[8] aklınızın bir köşesinde tutarak Seyyid Bey’i dinlediğinizde Menâr Ekolü’nün etkisini açık bir şekilde göreceğinize inanıyorum. Seyyid Bey Hilâfet’in ilgası ile alakalı Meclis oturumunda şöyle diyordu:

“Evvelemirde şu ciheti arz edeyim ki, Hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade ‘dünyevi bir meseledir’ ve itikat meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesalih-i âmme cümlesindendir. İtikada taallûku yoktur.”

“Muhterem efendiler, asıl kanunu din olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekli Hilâfet hakkında yani İslâm Hilâfet’i hakkında hiçbir ayet-i kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim, emri Hükümette yani idare-i memleket hususunda bize iki düstur gösteriyor: Biri; bugün âlem-i medeniyette cari olan kaide-i meşverettir ki, bunu Kur’an bize bin üç yüz sene evvel va’zetmiştir. … Kur’an’da zikrolunan ikinci düstur da ulü’l-emre itaat düsturudur. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Etiu’llahe ve etiu’l-Rasul ve ulü’lemru minkum’ ayet-i celilesi vardır. Mânay-ı münifi, Allah’a ve Peygambere ve sizin içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu, ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ref ve def’ etmek içindir. Zapturapt memleketi temin etmek içindir ki, o emrü Hükümete itaatın dînen vacib olduğunu beyan ediyor. Bu ayet efrada salâhiyettar olan ricalin o emrine itaat hususunda bir vazifey-i diniye tahmil ediyor. İşte idare-i memleket hususunda Kur’an-ı Kerim’de bu iki ayetten başka bir ayet yoktur.”

“Adap ve âdâta dair birçok hadisler varid olsun da niçin hilâfet meseleleri hakkında sarih bir hadisi şerif vârid olmasın? Bu nazar-ı dikkat-i calib değil midir? Bunun sebebi şudur ki; Hilâfet, öyle zannolunduğu gibi mesail-i asliye-i diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir. Zamana, örf ve âdâta göre değişir.”

“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer-i şerif nazarında Hilâfet’ten maksat, Hükümettir. Bir Hükümet-i âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emr-ü Hükümette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor; ‘ve emruhum şûra beynehum’ diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usul-ü idare, meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usul-i idare tahsin-i ilahiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyula gibi bir halife bulundurmanın ne manası vardır?”

Açık bir şekilde görülmektedir ki; Seyyid Bey, Menâr Ekolü’nün usul ve fıkıh anlayışıyla Hilâfet meselesini değerlendirmiş ve Hilâfet’in dünyevi fıkıh sahasına girdiğini iddia etmiştir. Böylece “Hilâfet, Büyük Millet Meclisinde mündemiçtir” sözünden kast olunan Hilâfet’in dünyevi bir tercih olduğunu, modern dönemde bu tercihin parlamenter sisteme dönüştüğünü de teyit etmiş olduk. Seyyid Bey’in Afgâni hayranlığı da zaten bilinen bir hakikattir. Hayreddin Karaman “Gerçek İslam’da Birlik” adlı kitabında Afgani’nin etkisinde kalan isimlerden bazılarını zikrederken Seyyid Bey’i de anmaktadır: “Bazı Yeni Osmanlılar, Jön-Türkler, M. Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçüler; Mehmet Akif Ersoy, Ahmed Hamdi Efendi, Said Nursi gibi İslamcılar; Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi değişimci/yenilikçiler.”

He ne kadar Karaman bu listede belirtmemişse de Hilâfet’in ilgası için 53 arkadaşıyla birlikte Meclise kanun teklifi veren Urfa Vekili Şeyh Saffet’in de Menâr Ekolü’nün etkisi altında olduğu muhakkaktır. İlim tahsilini İskenderiye ve Kahire’de yapan Şeyh Saffet, Menâr Ekolü’nün merkezi konumundaki el-Ezher mezunudur.

Demokrasinin önce “araç” sonra “amaç” haline dönüşmesinde Menâr Ekolü’nün etkisi:

Bugün için bir şekilde “Siyasal İslam” ile adı beraber anılan siyasi partilerin örnek ve model aldığı kitle kuşkusuz İhvan-ı Müslimin’dir. Milli Nizam, Milli Selamet, Fazilet, Refah, AK Parti, Yeniden Refah, Deva, Gelecek gibi Türkiye’de kurulmuş olan partilerin neredeyse tamamına yakını İhvan-ı Müslimin’in dünyaya yaydığı enerji ve fikirlerden etkilenmiş kişilerden oluşmaktadır. Gariptir ki dünya çapında örgütlenen bu kitle de Menâr Ekolü’nün temel prensiplerini paylaşmaktadır.

Reşid Rıza öldükten sonra çıkartmış olduğu el-Menâr, Hasan el-Benna’ya devredilmiştir. Otuz beşinci sayının takdiminde Benna şöyle demektedir: “Bu yıldan itibaren el-Menâr, İslâm’a davet eden ve Müslümanları bir araya toplayan bir cemaatin sözcüsü olacaktır.” El-Benna, Menâr Ekolüyle babası sayesinde tanışmıştır. Babası Ahmed Abdurrahman el-Bennâ el-Seâtî, Muhammed Abduh’un öğrencisiydi. Hasan el-Benna ilk İslami eğitimini Menâr Ekolü’nün fikirlerini benimseyen babasından almıştır. Benna’nın kendisi de Reşid Rıza’nın ders ve konferanslarına katılan bir takipçidir.

Benna’nın, devletin değişimine değil de fertlerin değişimine odaklanmasında yatan temel düşünce Menâr Ekolüyle uyumludur. Zira onlara göre devletin şekli önemli değildir; demokrasi de olur, başka bir yönetim şekli de… Önemli olan; şura ile kararların alınması ve alınan kararların Müslümanların maslahatını gözetmesidir.

İhvan-ı Müslimin kurulduğu günden bu yana demokratik sistemin bir tarafından tuta gelmiştir. Bazı devlet başkanlarını desteklemiş, bazılarına karşı durmuştur. Süreç içerisinde İhvan mensupları Hüsnü Mübarek’in Ulusal Demokratik Partisi’nde siyasal etkinliklerini sürdürmek için ılımlı ve uzlaşmacı bir tavır sergilemişlerdir. 2011 yılında İhvan tarafından kurulan Özgürlük ve Adalet Partisi, Kasım 2011 ve Ocak 2012’de yapılan demokratik seçimler neticesinde iktidara gelmeyi başarmıştır. Aradan çok süre geçmeden Temmuz 2013’te, serbest seçimlerle iktidara gelen ilk hükümet ve ilk cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursî, İhvan-ı Müslimin’in adayıdır. Sonrası malum…

İhvan-ı Müslimin’in Tunus kanadını temsil eden Nahda Hareketinde de durum farklı değildir. Despot bir yönetim sergileyen Zeynel Abidin Bin Ali’nin yıkılmasının ardından ilk fırsatta demokratikleşmeye geçiş yapılmıştır. Nahda’nın 20-22 Mayıs 2016’da gerçekleştirdiği 10’uncu Parti Kongresi öncesinde Fransız Le Monde gazetesine konuşan Nahda lideri Gannuşi, Tunus’ta siyasi İslam’a yer kalmadığını ifade ederek şunları söylemiştir: “Tunus, şu an bir demokrasi. 2014 Anayasası seküler ve dinî aşırıcılığa limit koydu. Siyasal İslam’ı bırakıp demokratik İslam’a geçiyoruz. Siyasal İslam’ı temsil ettiğimizi iddia etmeyi bırakıp ‘Müslüman demokratlar’ olduğumuzu söylüyoruz.”

Türkiye’deki “Siyasal İslam” hareketinin -daha doğrusu; demokratik seçimler vasıtasıyla önce Müslümanların maslahatını gözetecek sonra da devleti İslamlaştırma yolunu takip edecek olan siyasi hareketlerin- temelini, Milli Görüş atmıştır. Milli Görüş Hareketinin fikirsel alt yapısını ise İhvan-ı Müslimin ve Menâr Ekolü oluşturmuştur. Zira tarihin akışı içinde bu modernist çizginin önü hep açık kalmış ya da açık bırakılmıştır.

Selefi çizgisinin çıkış dayanaklarından biri de kuşkusuz Menâr Ekolü’nün taklidi kötüleyip ret etmesidir. Menâr’ın, kıramadığı geleneksel fıkhı zedelemek ve kendi modernist fikirlerini yaymak için kullandığı bu yol, Selefiler için bir aydınlanma kaynağı oluşturmuştur. Meşhur Selef âlimi Elbani şöyle demektedir: “Hak, fazilet ehlinin, fazilet sahiplerinin faziletini itiraf etmekse bu güzel münasebet karşısında, kendisine ulaşan herkesin mütalaa etmesi için kendimi, şu kelimeyi tescil etmiş birisi olarak buluyorum: Ben Allah’ın bana olan fazlıyla, ilk olarak selefi yola ikinci olarak da zayıf hadisi sahih hadisten ayırt edebilme melekesine yönelmekteyim. Birincisi, ilim talebiyle ilk meşguliyetimde vakıf olduğum el-Menâr dergisinin sayıları vasıtasıyla Reşid Rıza’nın faziletine döner.”

Elbani öncülüğündeki Selefi Ekolü, tıpkı diğer Menârcılar gibi devletin şekline önem vermezler ve devletin başındaki kişiyi, meclisi, “ulu’l-emr” olarak görürler. Nitekim Mısır’daki Selefi Nur Hareketi, Hüsnü Mübarek’in görevden ayrılmasına sebep olan 25 Ocak 2011 devrimine katılmamıştı ve devrime karşıydı. Zira bu devrim, onlara göre “yöneticiye karşı çıkmaktı” ve caiz değildi. Selefi Davet, siyasi partileri ve gösterilere katılmayı da haram kabul ediyordu. Fakat devrim başarılı olur olmaz, büyük bir hızla partilerini kurdular ve demokratik siyasi sürece girdiler. Mursi’yi deviren askerî darbeyi, ardından cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Sisi’yi desteklediler.

Menâr Ekolü’ne hayranlık duyan, fikirlerini paylaşan, fikirlerinden etkilenen pek çok tanınmış grup ve kişi sayabiliriz. Ancak bunlardan bir tanesi dikkat çekicidir. Bu kişi, AK Parti’nin “şer’i danışmanı” konumundaki Hayreddin Karaman’dır. Tam bir Reşid Rıza hayranı olan Karaman, Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nde Cemaleddin Afgâni’nin hayatını kaleme almıştır. Karaman, Afgâni ve Abduh hakkındaki “mason” iddialarını reddederek, bunların siyasi fikirlerini ulaştırmada masonluğu bir alet olarak kullandıklarını söylemektedir. Bununla birlikte Menâr Ekolü’nün görüşlerini müdafaa eden pek çok makale kaleme almış, Reşid Rıza’nın el-Vahdetü’l-İslâmiyye isimli kitabını Türkçeye tercüme etmiştir.

AK Parti ile Karaman arasındaki ilişki, AK Parti icraatlarını şer’i açıdan meşrulaştırma ilişkisidir. Karaman, Menâr anlayışı gereği; siyaseti dünyevi fıkıh alanında kabul ederek, demokratikleşmeyi İslamileştirmiş, haramları helalleştirmiştir. Nitekim Karaman; “‘İktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikâyetle doğruları söylemek caizdir’ diyemem" fetvasında, maslahat merkezli bir bakışa açısı görülmektedir ki bu bakış açısı, Menâr Ekolü’nün en bariz özelliğidir. AK Parti Grup Başkan Vekili Özlem Zengin’in çok rahat bir şekilde; “Ahirette ne olacağına Allah’ın karar verdiği gibi burada ne olup biteceğine millet karar verecektir. Ben, AK Parti’nin inşasından beri varım. Başka hiçbir partide de çalışmadım. AK Parti var oldukça başka partide olmayacağım. Binlerce kadın ve erkekten destek mesajları, telefonları aldım. Biz yanlış bir şey yapmıyoruz; Allah’ın emirlerine aykırı bir şey yapmıyoruz.” demesinin altında yatan gerçeklik, Karaman dolayısıyla Menâr gerçekliğidir.

Bu kadar yeterli sanırım. Şimdi özetleyerek konuyu sonlandıralım.

Öncelikle bilinmesini isterim ki, Menâr Ekolü âlimleri ve paydaşları için açık bir şekilde “İngiliz Ajanı”, “İslam düşmanı” gibi yakıştırmalar yapmak doğru değildir. Doğru ve kesin olan Menâr Ekolü’nün bayraklaştırdığı fikirler, -tam da İngilizlerin istediği şekilde- Hilâfet’in kaldırılmasında rol oynamış, onu geri getirme çalışmalarını zaafa uğratmış, kitleleri Rasulullah’ın İslam Devleti kurma metodundan uzaklaştırmıştır. Bu Ekolün savunduğu fikirler, İslam şahsiyetini bozmuş, kaypak, tavizkar ve menfaatperest kişilikler meydana getirmiştir.

Menâr Ekolü, Batı karşısında ezik konuma düşmüş olan İslam ümmetini kalkındırmak için dinde reforma girişmiş, klasik fıkıh anlayışına savaş açmış, İslam’ı çağa uydurma girişimidir. Ortaya koydukları fıkıh ve hadis usulü, İslam’ın vahiyle bağını kopartmıştır. Şer’i hüküm; “Şâri’in kulların fiillerine yönelik hitabı” iken Menâr, muamelatı/siyaseti, Şâri’in hitabından saymamış, burada akıl ve maslahatın yeri olduğunu dile getirmiştir. Maslahat demokrasideyse onu almakta herhangi bir beis görmemişlerdir. Menâr Ekolü’nün demokrasinin siyasi işletim sistemi olan başkanlık ya da parlamenter sistemle herhangi bir sorunu yoktur. Onların amacı, bu sistemin içeriğini İslamileştirmektir. Hal böyle olunca demokratik sistemde parti kurmak, demokratik sisteme dâhil olmak, Müslümanların maslahatına ise gayet doğaldır ve hatta olmak zorundadır. Nitekim Reşid Rıza’ya göre; “Batı’nın ilerleme sebebi, ortaçağın donukluğuna karşı girişilen reform hareketleri ve parlamenter sistemdir. Şu halde Batı için mezkûr donukluğu aşma vasıtası olan reform ne ise, İslam dünyası için ‘ıslah’ da o olacaktır. Batı reform hareketleri sayesinde ‘din ile siyaseti birbirinden ayırarak parlamenter bir sistem kurduğuna’ göre, İslam dünyası da dinin getirdiği ahkamı farklı bir şekilde tasnif edip ıslahın en önemli aracı olan içtihadı parlamenter bir sisteme benzer şekilde işlevsel kılmalıdır.”

Demokratik sistemde parti kurarak devleti İslamileştirme serüveni birçok dersin çıkartılması gereken uzun bir serüvendir. Geldiğimiz noktada da başarısızlığı ortadadır. Hatta bu yolu takip edenler, zaman içinde başlangıç değerlerini ve hedeflerini yitirmişlerdir. Bunların herhangi bir çizgisi kalmadığı gibi şahsiyetleri de karışık bir şahsiyete dönüşmüştür. Ömer bin Hattab RadiyAllahu Anh’ın dediği gibi; bu zevat, “inandığı gibi yaşayamadığı gibi yaşadığı gibi inanmaya” başlamıştır. Onlar, toplumdaki güvenlerini kaybetmiş, değersizleşmiş ve sıradanlaşmıştır.

Yaşadığı gibi inananlar, toplumu değiştiremez! İslami hayatı başlatamaz! Allah’ın hükümlerinin kâmilen tatbik edildiği bir devleti kuramaz! Zira İslami hayatı başlatacak olan Râşidî Hilâfet Devleti’ni ancak Allah’a, Rasulü’ne ve müminlere karşı samimi olanlar, sağlam bir fikrî temel üzerinde inandığı gibi yaşayanlar kuracaktır. Bu, Allah’ın değişmeyen sünnetidir:

[يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ] “Ey İman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz (samimi olursanız, sebat gösterirseniz) Allah da size yardım eder.”[9]

[اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ] “Eğer Allah size yardım ederse, artık hiç kimse size üstün gelemez ve eğer sizi yardımsız bırakacak olursa, size yardım edebilecek kimse yoktur. Öyleyse müminler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler!”[10]



[1] Şamil Kurbanov, Cemaleddin Afgani ve Türk Dünyası, Sad. Sevinç Uhundova, Doğu Kitabevi, İstanbul 2011, s.309

[2] Reşid Rıza, Gerçek İslam’da Birlik, Çev. Hayreddin Karaman, İz Yayıncılık, İstanbul 2014, s.28

[3] Reşid Rıza, “Babü's-süal ve'l-fetva, (el-Es'iletü'l-Barisiyye)”, s. 377; a.mlf., el-Vahdetü'l-İslamiyye,

s. 126-127.

[4] Reşid Rıza, Tefsir, VII, 141; a.mlf., Yüsrü'l-İslam, s. 19.

[5] Reşid Rıza, Fetâvâ'l-Menâr, (Es'ile min Cidde-Hicâz), s. 498-499; a.mlf., Fetâvâ, V, 1873.

[6] Reşid Rıza, el-Vahdetü'l-İslamiyye, 111

[7] Reşid Rıza, Haberler ve Görüşler, el-Menâr, 13 (1910)

[8] Reşid Rıza’nın fikir ve düşünceleri noktasında yapılan alıntılarda; Doç. Dr. Özgür Kavak’ın makalelerinden faydalanılmıştır.

[9] Muhammed Suresi 7

[10] Âl-i İmrân Suresi 160


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz