Toplumu derinden sarsan olayların bir neticesi
olarak fikir akımları ve kitleleşmelerin vücut bulması tabii bir şeydir. Zira
beka içgüdüsü, insanın içinde yaşadığı toplumu korumaya, ayakta tutmaya sevk
eder. Beka tehlikesi, fikir ürettirir ve harekete geçirtir. Osmanlı Hilâfeti’nin
son dönemlerinde yaşanan fikrî ve siyasi hareketliliğin sebebi, dengenin Batı
lehine değişmesi neticesinde toplumun varlığını temsil eden devletin, yıkılma
tehlikesi ile karşı karşıya kalmasıdır.
Algıların açık, heyecanların yüksek olduğu bu tür
dönemlerde batıl kolayca hak olarak gösterilebilir ya da hakkın içine gizlice
batıl yerleştirilebilir ve insanlar, samimi duygularla ama bilinçsiz bir
şekilde batılın etrafında bir araya gelebilir. Tarih, bu hakikati tasdik eden
nice olaylara şahitlik etmiş ve kayıtlarına geçirmiştir. Demokratik sistem
içerisinde bir şekilde siyasi partiler kurarak yer alan, demokratikleşerek
hareket eden Müslümanların varlığı, bu hakikatin güncel şahitliği olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Makalemizde; Müslümanların, demokrasiyle nasıl
tanışıp önce “araç”, sonra da “amaç” haline getirdiğinin üzerinde duracağız.
Meselenin net bir resmini çekmek için biraz gerilere giderek geçmişten günümüze
bir link atacağız ve makalenin sonunda; İslam coğrafyasının farklı diyarlarında
hayat bulan partisel kitleleşmelerin aslında aynı kaynaktan beslendiği; bu
kaynağın da İngilizlerin -Hilâfet’i yıkmak ve bir daha geri gelmesini
engellemek için planlı bir şekilde- desteklediği bir kaynak olduğu gerçeğiyle
yüzleşeceğiz.
Başlayalım…
İslam, zamanın siyasi coğrafyasında pek de yer
edinemeyen, verimli arazileri olmayan, tek geçim kaynağı -Kâbe sayesinde
gelişen- ticaret olan, büyük devletlerin ilhak etmeye bile tenezzül etmediği,
Mekke’de inmeye başladı. Medine’ye hicret ile başlayan devletleşme sürecinden
sonra, önce Arap Yarımadasına sonra da tüm dünyaya hızla yayıldı. Öyle ki
tarihin daha önce şahit olmadığı kısa bir sürede, imparatorlukları dize getiren
bir güç haline geldi. Kuşku yok ki bu gücün tek kaynağı, İslam’ın ortaya koyduğu
fikirler, nizamlar ve ölçülerdi. Müslümanlar İslam’a sıkıca sarıldıklarında,
dünyayı fethettiler. İslami anlayışın gücü nispetinde güçlü kaldılar. İslami
anlayış zayıflayıp içine farklı fikirler, farklı âdetler, gelenekler girmeye
başlayınca zayıfladılar ve en nihayetinde gücü temsil eden devletleri de
yıkıldı.
Sömürgeci kâfirler karşısında dimdik, vakurla
durmaya alışkın olan İslam ümmeti Batı’nın ilerlemesine cevap veremeyip Batı
karşısında acze düştüğünde şaşkına döndü. Bozulan dengeleri İslam lehine
düzeltmek için çareler aramaya başladı. Önünde, kalkınmışlığın sembolü olarak
duran Batı uygarlığı gerçekliği vardı ve bu gerçeklik karşısında üç ana düşünce
akımı meydana geldi ki bunlar; Batıcılık, İslamcılık ve Milliyetçiliktir.
Eğitim hayatında herkesin öğrendiği bu üç ana
düşünce akımından “İslamcılık” üzerinde duracağız. Zira bugün, Müslümanlar
arasında yaşanan zihin bulanıklığı, kavram karmaşası, menfaat eksenli fıkıh
anlayışının, o gün atılan tohumların zehirli meyveleri olduğu yadsınamaz bir
hakikattir.
Günümüz İslamcılığını anlamlandırabilmek, düşünce
alt yapılarını kavrayabilmek için Cemaleddin Afgâni, Muhammed Abduh ve Reşid
Rıza’nın oluşturduğu “Menâr Ekolü”ne bakmak gerekir. Mısır’da ortaya çıkmış
olan bu ekolun temel düşüncesi, İslam’da modernist bir reformun
gerçekleştirilmesidir. Afgâni’yle başlayan Abduh ile devam eden ve Reşid Rıza
ile yaygınlaşan bu ekolün en renkli kişiliği kuşkusuz, Cemaleddin Afgâni’dir.
Doğduğu yer bile tartışmalı olan Afgâni’nin,
İngilizlerin uzun yıllar hâkimiyet sürdüğü iki coğrafya olan Hindistan ve Mısır’daki
İslami düşünceye büyük etkisi olmuştur. Coşkulu bir hatip olan Afgâni, klasik
İslami söylemlerin dışına çıkarak, dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır.
Doğruların arasına serpiştirdiği yanlışları da “doğru” kabul ettirmiş, İslam
düşünce dünyasında derin ve kirli bir iz bırakmıştır.
Hindistan, Mısır, İstanbul, İran, Londra, Paris
arasında mekik dokuyan Afgâni, Osmanlı’ya karşı bir taraftan İngilizlerle
işbirliği yaparken diğer taraftan Halife Abdulhamid’e mektuplar yazarak Orta
Asya ve Hint bölgelerinde “Padişah adına” bir uyanış hareketi başlatmayı teklif
etmiştir. Aynı zamanda da “Halife Kureyş’tendir!” hadis-i şerifini diline pelesenk ederek Mekke merkezli bir Arap Hilâfeti’nin
olması gerektiğini dile getirmekten de geri durmamıştır.
Paris’te kaldığı ve el-Urvetü’l-Vüskâ dergisini
çıkardığı zamanlarda Türk gençleriyle tanışmış ve onlara “milliyetçilik”
fikrini aşılmıştır. Türkiye’de milliyetçilik hareketinin öncü isimlerinden
Mehmet Emin Yurdakul, Afgâni için şöyle demiştir: “Beni, O yoğurmuştur. Eğer
ruhların edebiyat ve ölmezliği varsa derim ki; o etlerini, kemiklerini Maçka
mezarlığının topraklarına bırakmış ise ruhunu da bana armağan etmiştir.
Cemaleddin’in ruhu bende yaşıyor.”
Şaşırtıcı olan şu ki; aynı Afgâni, Arap gençlere
de Arap dilinin birleştirici özelliğinden bahsederek gizliden gizliye Arap
milliyetçiliği fikrini aşılıyordu.
Hilâfet’in varlığında “İttihad-ı İslam (İslam
Birliği)” fikrini yaymaya çalışması, onun asıl amacını göstermesi açısından
önemlidir. Hilâfet, tüm Müslümanların tek bir devlet çatısı altında, tek bir
ümmet olarak, tek bir yönetim merkezinden yönetilmesidir. Afgâni’nin İttihad-ı
İslam projesinde ise tam da bugün olduğu gibi ulus devletlerden müteşekkil bir
birlik yer almaktadır. Her milletin kendine ait bir devleti olacak, bu
devletleri birleştiren sembolik bir halife, birliğin başı olacaktı. Birlik,
Müslümanların menfaatine olan kararları istişare yoluyla alacaktı. Hani bugün
işittiğiniz; “Hıristiyanların papası var, bizim de bir halifemiz olsun!”
söyleminde kast edilen halife, Afgâni’nin zihin dünyasındaki “sembolik halife”dir.
İngilizlerin istediği de aslında tam budur: tek olan devleti parçalamak, küçük
devletçiklere bölmek ve onları ele geçirerek yönetmek. Nitekim tarihin akışı,
İngiliz menfaatleriyle Afgâni’nin fikirlerinin örtüştüğünü açık bir şekilde
göstermektedir.
İngiliz Subayı Arthur Barret’in hatıralarında yer
alan bilgiye göre; Afgâni’ye, “İslam’a yeni ve demokratik bir ruh aşılamanın
yollarını” sorduğunda Barret şu cevabı almıştır: “Kur’an’ın hakiki ruhu,
özgürlükçü ve çağdaş düşüncelerle uyum içindedir. Şimdiki düzensizlik,
kesinlikle İslam’ın kanunlarına ait değildir. Bunlar bilgisiz ve cahil
tefsircilerin İslam’a yaptığı eklemelerdir. Tarihsel evrim ve gelişim, onların
bu yanlışlarını düzeltecektir. Görülmektedir ki; bir Müslüman aydın ve
düşünür, Avrupa demokratik düşüncelerine tamamen aşina olursa, Kur’an’ın
öğretisine dayanarak halkı çağdaş gelişim ve demokratik düşüncelerle
tanıştırabilir. Bu çabalar, Luther’in karşılaştığı engellerle de
karşılaşmaz.”[1]
Dikkat ettiniz mi? Sonradan mareşalliğe kadar
yükselecek olan Barret, gayet masumane ve samimi bir biçimde Afgâni’ye, “İslam’a
nasıl demokratik bir ruh aşılarız?” diye soruyor. Afgâni de aynı
samimiyetle ona, yapılması gerekenleri anlatıyor.
Anlaşılan o ki Afgâni, Protestan mezhebinin
kurucusu Luther’in hayranıdır. İslam anlayışında köklü bir reform
gerçekleştirilmesi gerektiğine inanmış ve Luther’in yaptıklarını yaparak “İslam
dünyasını kalkındırmak”(!) gibi saf bir hayale kapılmıştır. Nitekim Abduh,
Afgani’ye Avrupa milletlerinin ulaştığı gerçek eşitliğe ulaşmak için takip
edilmesi gereken en sağlam yolu sorduğunda Afgâni şöyle demiştir: “Dinî
hareket gerekir. Çünkü vahşetten medeniyete ulaşan Avrupa dünyasının halindeki
inkılâbın sebebine baktığımızda, dinî hareketi görürüz. Bu, Protestan
toplumunun reisi Luther’den beri böyledir.”[2]
Afgâni, Luther nasıl Katoliklerle mücadele
ettiyse kendisinin de klasik fıkıhla, bu fıkhı savunan âlimlerle mücadele etmesi
gerektiğini düşünüyordu. Aslında bu düşünce, Menâr Ekolü’nün ortak
düşüncesiydi. Kendi modernist fikirlerinin önünde duran en büyük engel de
esasında sağlam temellere oturtulmuş “usul-ü fıkıh”tır. Bu nedenle önce fıkıh
usulüne saldırdılar.
Reşid Rıza, “Müteahhirun fakihleri birtakım
usul ve kaideler vazetmişler ve bunları mezhep imamlarına isnat etmişlerdir.
Aynı fakihler bu usul ve kaideleri Kitap, Sünnet ve sahabe tatbikatında yer
alan hükümlere üstün tutmuşlar ve böylelikle bu asli kaynakları kendi vazettikleri
usulün füruu haline getirmişlerdir.” diyerek, usuldeki “tutuculuğu”
eleştirmiştir. Aynı şekilde fıkıhta şüpheler uyandırmak için de söylemler
geliştirmiştir. O, şöyle demektedir: “Mevcut fıkıh usulü külliyatında yer
alan kavaidin büyük çoğunluğu usulcülerin imamlarının verdiği hükümlerden
hareketle elde ettikleri ve kendi mezheplerine tatbik ettikleri nazari
kaidelerden başka bir şey değildir.” Ve son darbe geliyor: “Allah Teâlâ’nın,
dinini, fakihlerden daha iyi bildiğini ve onların anladığından daha iyi bir
şekilde beyan etmeye gücünün yettiğini kim inkâr edebilir? Yine Rasulullah’ın
Allah’ın muradını anlamada diğer mahlûkata üstün olduğunu ve anladığını
insanlara en iyi şekilde anlatmaya gücünün yeteceğini kim inkâr edebilir? Allah
ve Rasülü’nün hükümlerini insanlara müctehidlerin açıkladığını, müctehidlerin
hükümlerini ise fukahanın açıkladığını söyleyerek insanları doğrudan Kitap ve
Sünnet’in muhatabı kılmaktan uzak tutmak doğru değildir. Yine önceki ulemanın
seviyesinin çok üstün olduğunu iddia ederek hâlihazırda onları taklid etmenin
gerektiği iddiası da doğru değildir.”
Menâr Ekolü’ne göre; İslam dünyasının düşmüş
olduğu acziyet, İslam’ı çağın gerçeklerine uyarlayamamaktan kaynaklanıyordu.
Sebebi ise fakihler tarafından kabul edilmiş usuller ve taklittir.
Protestanların Katolikleri suçladıkları gibi Menâr Ekolü de geleneksel fıkhı ve
bu fıkha bağlı kalan ulemayı suçladı ve yeni usul kaideleri ortaya koydu.
Reşid Rıza, kapsamlı bir şekilde modern fıkıh
usulünü ele almış ve belirli ilkeler belirlemiştir. Önce ahkâmı tasnif etmiş ve
4’e ayırmıştır:
“1. Akaid ve imanın asıllarıyla ilgili olanlar.
2. İbadetler. Bunlar ruh ve iradeyi terbiye eden
zikir, fikir ve amellerdir. Namaz, zekât, oruç vb.
3. Ahlaki özellikler, adap, nefis tezkiyesi,
zararlı, kötü fiilleri yani haramları terk etmek ve güç yettiğince hayırlı amel
işlemek. Helaller ve haramlar bu kısma dâhildir.
4. Dünyevi muameleler. Bunlar, ümmeti oluşturan
kişiler arasında ya da İslam ümmeti ile diğer milletler arasında vuku bulan
muamelelerdir. Siyasi, medeni, kazai ve idari işler tüm çeşitleriyle
birlikte muamelat kısmını oluşturur.”[3]
Ahkâmı bu şekilde tasnif ettikten sonra kimin,
nerede hâkim konumunda olması gerektiğini beyan etmek için fıkhı, “dinî” ve “dünyevi”
şeklinde ikiye ayırmıştır:
“İslam en doğru yoldur; zira Allah bu dini
insanların maddi (cesedi) ve manevi (ruhi) işlerini kemale erdirmek için
göndermiştir. İslam insanların her iki cihan saadetine bir vesiledir. Manevi
işler akaid ve ibadetlerden müteşekkildir. İnsanı ahiret saadetine ulaştıracak
olan bu hususlar zaman ve mekana göre şekil almazlar. Dünyevi işler ise
yargıya ve siyasete bağlıdır, zaman ve mekana göre değişim gösterir. İslam
bunların usulünü açıklamış ve vahyin nazil olduğu dönemde ihtiyaç duyulan bazı
fürua müteallik konularını da beyan etmiştir. Bu dinin en önemli icaz yönü ve
mükemmelliğinin göstergesi, bu sahada varit olan nasların her zaman ve mekanda beşerin
maslahatlarıyla uyum içerisinde olmasındadır. Bu konuda yukarıda mezkur
mizanın doğrultusunda ulü’l-emr en doğru yolu gösterir.[4]
Siyasi ve medeni işler mefsedetin defi, maslahatın hıfzı esasına; kazai
işler ise mutlak adalet ve müsavat esasına dayalıdır.”[5]
Kuşkusuz maslahatın din haline dönüştürülmesi
Reşid Rıza ile sınırlı değildir. Abduh, “el-Menâr” tefsirinde şöyle demektedir:
“Hindistan’daki Müslümanların, İngiliz hükümetinde böylesi bir görev almaları
ve İngiliz kanunları ile hükmetmeyi kabullenmeleri de yukarıda
anlatılanlardandır. Böylesi bir amel, bir ruhsattır ve Müslümanların
çıkarlarını korumayı, İslâm’ı desteklemeyi kasteden bir azimet durumu yoksa
‘iki zarardan/günahtan daha hafif olan bir günah işlenir’ kaidesi kapsamına
girer.”
Görüldüğü üzere; -sözde- Müslümanların menfaati
gözetilerek küfür sistemi içinde yer almak, modernist Menâr Ekolünün günümüze
miras bıraktığı bir saptırmacadır. Aynı ekol, şer’i hükümler yerine aklı hakem
kılmayı da miras bırakmıştır. Reşid Rıza bakın ne diyor:
“Muamelat sahasındaki hükümler, esas itibariyle
aklın teemmül, düşünce, inceleme ve mukayese yoluyla faydasını anlayabileceği
hükümlerdir. Ancak akıl, birtakım zaaflarla malul olduğundan ve bazen hevasına
uyduğundan, hataya ve sapkınlığa meyyal olabilmektedir. Bu sebeple şeriat,
bu kısım için cüzi ahkâmın temelini oluşturacak ve gerektiğinde müracaat
edilebilecek genel kaideler vaz etmiştir. Bu genel ilkeler akla yol gösterici
olacaktır.”[6]
Buraya kadar aktardıklarımızın özeti şu: hükümler,
ahiret ve dünya hayatıyla alakalı olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır.
Dünyevi hükümlerde genel nas, “maslahat”tır. Müslümanların maslahatına olan her
şey, başka bir delil aranmaksızın caizdir; bazen de vaciptir. Genel nassa uygun
olması yeterlidir. Maslahat ile başka bir nas çelişir ise maslahat tercih
edilir. Zira o genel nas konumundadır.
Sanırım yaklaşık yüz yıl önce söylenmiş bu
sözlerin, ortaya atılmış bu fikirlerin günümüzde halen yaşatıldığını, değer
verildiğini, haramları helalleştirmek için kullanıldığını söylememize gerek
yok. Şimdi bu modernist çizginin Hilâfet’in kaldırılışında oynadığı role
bakalım.
Hilâfet’in kaldırılışında Menâr Ekolünün Etkisi
Reşid Rıza, Halife Abdulhamid’in tahtan
indirilmesini de fırsat bilerek Menâr Ekolü’nün esaslarını yaymak için 1909
yılında “Cemiyyetü’l-İlm ve’l-İrşâd” isimli bir cemiyet kurdu. Payitaht olması
hasebiyle özellikle İstanbul âlimlerine yoğunlaştı. Cemiyetin, Reşid Rıza ve
Mustafa Sâdık er-Râfiî haricindeki tüm üyeleri Türk idi. Neredeyse tamamı
müderris olan bu cemiyetin Türk âlimlerden en önemli üyeleri şunlardı:
el-Meşihatü’l-İslâmiyye müsteşarı Mustafa Efendi, Ayan Meclisi Başkanı Mustafa
Asım Efendi, ulemadan ve Ayan Meclisi üyelerinden İttihat ve Terakkili Şeyhül
İslam Musa Kazım Efendi, ulemadan ve Defter-i Hakani Nazırı Mahmut Esat Efendi,
ulemadan ve Sinop Milletvekili Hasan Fehmi Efendi, Evkaf Bakanlığı Yardımcısı
ve hukuk müşaviri Sinyüddin Efendi, Devlet Şûra Meclisi Üyesi ve Başkatip Fuat
Bey, Dâru’l-Funun’da İlahiyat ve Edebiyat Bölümü Müdürü, Usûl ve Kelam hocası
İsmail Hakkı Bey, Meclis-i Maarif üyelerinden Ahmed Naim Babanzade, Muhasebe
Divan üyelerinden Tahsin Bey.[7]
Muhtemelen sayılan bu isimlerden pek çoğunu yeni
işitmiş olabilirsiniz ancak bu isimler, Türkiye’deki modernist İslami anlayışın
temelini atan, “kalkınma” adı altında İslam’ı “İslamsızlaştıran” isimlerin
başında gelmektedir. Bunlar, Menâr Ekolü’nün bazı kitap ve yazılarını Türkçeye
tercüme ettiler ve verdikleri derslerle Menâr Ekolü’nün görüşlerini yaydılar.
Bunun neticesinde rivayetlere akılcı bir ekol yöntemiyle yaklaşan ve rivayetlere
karşı aklı hakem olarak kabul eden, maslahat eksenli fetva yayınlayan bir zümre
ortaya çıktı.
Nitekim Hilâfet’in ilgasında başlıca rol
İngilizlere ait olmuş olsa da Hilâfet’in ilgasını halk nazarında
meşrulaştıranlar, bu isimlerle -daha doğrusu Menâr Ekolüyle- bağlantılı
kişilerdir. Mecliste, Hilâfet’in kaldırılmasının Allah katında bir mesuliyeti
olmadığını, Allah’ın adıyla anlatmaya çalışan İzmirli Seyyid Bey’in
konuşmasından birkaç kesiti alıntılamak istiyorum. Reşid Rıza’nın yukarıda
aktardığım din ve dünyevi fıkıh anlayışını[8]
aklınızın bir köşesinde tutarak Seyyid Bey’i dinlediğinizde Menâr Ekolü’nün
etkisini açık bir şekilde göreceğinize inanıyorum. Seyyid Bey Hilâfet’in ilgası
ile alakalı Meclis oturumunda şöyle diyordu:
“Evvelemirde şu ciheti arz edeyim ki, Hilâfet
meselesi dinî olmaktan ziyade ‘dünyevi bir meseledir’ ve itikat meselelerinden
değil, millete ait hukuk ve mesalih-i âmme cümlesindendir. İtikada taallûku
yoktur.”
“Muhterem efendiler, asıl kanunu din olan Kur’an-ı
Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekli Hilâfet hakkında yani
İslâm Hilâfet’i hakkında hiçbir ayet-i kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim, emri
Hükümette yani idare-i memleket hususunda bize iki düstur gösteriyor: Biri;
bugün âlem-i medeniyette cari olan kaide-i meşverettir ki, bunu Kur’an bize bin
üç yüz sene evvel va’zetmiştir. … Kur’an’da zikrolunan ikinci düstur da ulü’l-emre
itaat düsturudur. Kur’an-ı Kerim’de; ‘Etiu’llahe ve etiu’l-Rasul ve ulü’lemru
minkum’ ayet-i celilesi vardır. Mânay-ı münifi, Allah’a ve Peygambere ve sizin
içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu, ikinci
düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ref ve def’ etmek içindir. Zapturapt
memleketi temin etmek içindir ki, o emrü Hükümete itaatın dînen vacib olduğunu
beyan ediyor. Bu ayet efrada salâhiyettar olan ricalin o emrine itaat hususunda
bir vazifey-i diniye tahmil ediyor. İşte idare-i memleket hususunda Kur’an-ı Kerim’de
bu iki ayetten başka bir ayet yoktur.”
“Adap ve âdâta dair birçok hadisler varid olsun
da niçin hilâfet meseleleri hakkında sarih bir hadisi şerif vârid olmasın? Bu
nazar-ı dikkat-i calib değil midir? Bunun sebebi şudur ki; Hilâfet, öyle
zannolunduğu gibi mesail-i asliye-i diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir.
Zamana, örf ve âdâta göre değişir.”
“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer-i
şerif nazarında Hilâfet’ten maksat, Hükümettir. Bir Hükümet-i âdile tesis
etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emr-ü Hükümette usulü idare olmak üzere bize
meşvereti tavsiye ediyor; ‘ve emruhum şûra beynehum’ diyor. Bizim de bugün
mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usul-ü idare, meşverettir. Hükümeti
meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usul-i idare
tahsin-i ilahiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyula gibi
bir halife bulundurmanın ne manası vardır?”
Açık bir şekilde görülmektedir ki; Seyyid Bey, Menâr
Ekolü’nün usul ve fıkıh anlayışıyla Hilâfet meselesini değerlendirmiş ve Hilâfet’in
dünyevi fıkıh sahasına girdiğini iddia etmiştir. Böylece “Hilâfet, Büyük
Millet Meclisinde mündemiçtir” sözünden kast olunan Hilâfet’in dünyevi bir
tercih olduğunu, modern dönemde bu tercihin parlamenter sisteme dönüştüğünü de
teyit etmiş olduk. Seyyid Bey’in Afgâni hayranlığı da zaten bilinen bir
hakikattir. Hayreddin Karaman “Gerçek İslam’da Birlik” adlı kitabında
Afgani’nin etkisinde kalan isimlerden bazılarını zikrederken Seyyid Bey’i de
anmaktadır: “Bazı Yeni Osmanlılar, Jön-Türkler, M. Emin Yurdakul, Yusuf
Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçüler; Mehmet Akif Ersoy, Ahmed Hamdi Efendi,
Said Nursi gibi İslamcılar; Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi
değişimci/yenilikçiler.”
He ne kadar Karaman bu listede belirtmemişse de Hilâfet’in
ilgası için 53 arkadaşıyla birlikte Meclise kanun teklifi veren Urfa Vekili
Şeyh Saffet’in de Menâr Ekolü’nün etkisi altında olduğu muhakkaktır. İlim
tahsilini İskenderiye ve Kahire’de yapan Şeyh Saffet, Menâr Ekolü’nün merkezi
konumundaki el-Ezher mezunudur.
Demokrasinin önce “araç” sonra “amaç” haline dönüşmesinde Menâr Ekolü’nün
etkisi:
Bugün için bir şekilde “Siyasal İslam” ile adı
beraber anılan siyasi partilerin örnek ve model aldığı kitle kuşkusuz İhvan-ı
Müslimin’dir. Milli Nizam, Milli Selamet, Fazilet, Refah, AK Parti, Yeniden
Refah, Deva, Gelecek gibi Türkiye’de kurulmuş olan partilerin neredeyse
tamamına yakını İhvan-ı Müslimin’in dünyaya yaydığı enerji ve fikirlerden
etkilenmiş kişilerden oluşmaktadır. Gariptir ki dünya çapında örgütlenen bu
kitle de Menâr Ekolü’nün temel prensiplerini paylaşmaktadır.
Reşid Rıza öldükten sonra çıkartmış olduğu el-Menâr,
Hasan el-Benna’ya devredilmiştir. Otuz beşinci sayının takdiminde Benna şöyle
demektedir: “Bu yıldan itibaren el-Menâr, İslâm’a davet eden ve Müslümanları
bir araya toplayan bir cemaatin sözcüsü olacaktır.” El-Benna, Menâr
Ekolüyle babası sayesinde tanışmıştır. Babası Ahmed Abdurrahman el-Bennâ
el-Seâtî, Muhammed Abduh’un öğrencisiydi. Hasan el-Benna ilk İslami eğitimini
Menâr Ekolü’nün fikirlerini benimseyen babasından almıştır. Benna’nın kendisi
de Reşid Rıza’nın ders ve konferanslarına katılan bir takipçidir.
Benna’nın, devletin değişimine değil de fertlerin
değişimine odaklanmasında yatan temel düşünce Menâr Ekolüyle uyumludur. Zira
onlara göre devletin şekli önemli değildir; demokrasi de olur, başka bir
yönetim şekli de… Önemli olan; şura ile kararların alınması ve alınan
kararların Müslümanların maslahatını gözetmesidir.
İhvan-ı Müslimin kurulduğu günden bu yana
demokratik sistemin bir tarafından tuta gelmiştir. Bazı devlet başkanlarını
desteklemiş, bazılarına karşı durmuştur. Süreç içerisinde İhvan mensupları
Hüsnü Mübarek’in Ulusal Demokratik Partisi’nde siyasal etkinliklerini sürdürmek
için ılımlı ve uzlaşmacı bir tavır sergilemişlerdir. 2011 yılında İhvan
tarafından kurulan Özgürlük ve Adalet Partisi, Kasım 2011 ve Ocak 2012’de
yapılan demokratik seçimler neticesinde iktidara gelmeyi başarmıştır. Aradan
çok süre geçmeden Temmuz 2013’te, serbest seçimlerle iktidara gelen ilk hükümet
ve ilk cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursî, İhvan-ı Müslimin’in adayıdır. Sonrası
malum…
İhvan-ı Müslimin’in Tunus kanadını temsil eden
Nahda Hareketinde de durum farklı değildir. Despot bir yönetim sergileyen
Zeynel Abidin Bin Ali’nin yıkılmasının ardından ilk fırsatta demokratikleşmeye
geçiş yapılmıştır. Nahda’nın 20-22 Mayıs 2016’da gerçekleştirdiği 10’uncu Parti
Kongresi öncesinde Fransız Le Monde gazetesine konuşan Nahda lideri Gannuşi,
Tunus’ta siyasi İslam’a yer kalmadığını ifade ederek şunları söylemiştir: “Tunus,
şu an bir demokrasi. 2014 Anayasası seküler ve dinî aşırıcılığa limit koydu.
Siyasal İslam’ı bırakıp demokratik İslam’a geçiyoruz. Siyasal İslam’ı temsil
ettiğimizi iddia etmeyi bırakıp ‘Müslüman demokratlar’ olduğumuzu söylüyoruz.”
Türkiye’deki “Siyasal İslam” hareketinin -daha
doğrusu; demokratik seçimler vasıtasıyla önce Müslümanların maslahatını
gözetecek sonra da devleti İslamlaştırma yolunu takip edecek olan siyasi
hareketlerin- temelini, Milli Görüş atmıştır. Milli Görüş Hareketinin fikirsel
alt yapısını ise İhvan-ı Müslimin ve Menâr Ekolü oluşturmuştur. Zira tarihin
akışı içinde bu modernist çizginin önü hep açık kalmış ya da açık
bırakılmıştır.
Selefi çizgisinin çıkış dayanaklarından biri de
kuşkusuz Menâr Ekolü’nün taklidi kötüleyip ret etmesidir. Menâr’ın, kıramadığı
geleneksel fıkhı zedelemek ve kendi modernist fikirlerini yaymak için
kullandığı bu yol, Selefiler için bir aydınlanma kaynağı oluşturmuştur. Meşhur
Selef âlimi Elbani şöyle demektedir: “Hak, fazilet ehlinin, fazilet
sahiplerinin faziletini itiraf etmekse bu güzel münasebet karşısında, kendisine
ulaşan herkesin mütalaa etmesi için kendimi, şu kelimeyi tescil etmiş birisi
olarak buluyorum: Ben Allah’ın bana olan fazlıyla, ilk olarak selefi yola
ikinci olarak da zayıf hadisi sahih hadisten ayırt edebilme melekesine
yönelmekteyim. Birincisi, ilim talebiyle ilk meşguliyetimde vakıf olduğum
el-Menâr dergisinin sayıları vasıtasıyla Reşid Rıza’nın faziletine döner.”
Elbani öncülüğündeki Selefi Ekolü, tıpkı diğer
Menârcılar gibi devletin şekline önem vermezler ve devletin başındaki kişiyi,
meclisi, “ulu’l-emr” olarak görürler. Nitekim Mısır’daki Selefi Nur Hareketi,
Hüsnü Mübarek’in görevden ayrılmasına sebep olan 25 Ocak 2011 devrimine
katılmamıştı ve devrime karşıydı. Zira bu devrim, onlara göre “yöneticiye
karşı çıkmaktı” ve caiz değildi. Selefi Davet, siyasi partileri ve
gösterilere katılmayı da haram kabul ediyordu. Fakat devrim başarılı olur olmaz,
büyük bir hızla partilerini kurdular ve demokratik siyasi sürece girdiler.
Mursi’yi deviren askerî darbeyi, ardından cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise
Sisi’yi desteklediler.
Menâr Ekolü’ne hayranlık duyan, fikirlerini
paylaşan, fikirlerinden etkilenen pek çok tanınmış grup ve kişi sayabiliriz.
Ancak bunlardan bir tanesi dikkat çekicidir. Bu kişi, AK Parti’nin “şer’i
danışmanı” konumundaki Hayreddin Karaman’dır. Tam bir Reşid Rıza hayranı olan
Karaman, Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nde Cemaleddin Afgâni’nin hayatını kaleme
almıştır. Karaman, Afgâni ve Abduh hakkındaki “mason” iddialarını reddederek, bunların
siyasi fikirlerini ulaştırmada masonluğu bir alet olarak kullandıklarını
söylemektedir. Bununla birlikte Menâr Ekolü’nün görüşlerini müdafaa eden pek çok
makale kaleme almış, Reşid Rıza’nın el-Vahdetü’l-İslâmiyye isimli kitabını
Türkçeye tercüme etmiştir.
AK Parti ile Karaman arasındaki ilişki, AK Parti
icraatlarını şer’i açıdan meşrulaştırma ilişkisidir. Karaman, Menâr anlayışı
gereği; siyaseti dünyevi fıkıh alanında kabul ederek, demokratikleşmeyi
İslamileştirmiş, haramları helalleştirmiştir. Nitekim Karaman; “‘İktidara
zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikâyetle doğruları söylemek caizdir’
diyemem" fetvasında, maslahat merkezli bir bakışa açısı görülmektedir
ki bu bakış açısı, Menâr Ekolü’nün en bariz özelliğidir. AK Parti Grup Başkan
Vekili Özlem Zengin’in çok rahat bir şekilde; “Ahirette ne olacağına Allah’ın
karar verdiği gibi burada ne olup biteceğine millet karar verecektir. Ben, AK
Parti’nin inşasından beri varım. Başka hiçbir partide de çalışmadım. AK Parti
var oldukça başka partide olmayacağım. Binlerce kadın ve erkekten destek
mesajları, telefonları aldım. Biz yanlış bir şey yapmıyoruz; Allah’ın
emirlerine aykırı bir şey yapmıyoruz.” demesinin altında yatan gerçeklik,
Karaman dolayısıyla Menâr gerçekliğidir.
Bu kadar yeterli sanırım. Şimdi özetleyerek
konuyu sonlandıralım.
Öncelikle bilinmesini isterim ki, Menâr Ekolü âlimleri
ve paydaşları için açık bir şekilde “İngiliz Ajanı”, “İslam düşmanı” gibi
yakıştırmalar yapmak doğru değildir. Doğru ve kesin olan Menâr Ekolü’nün
bayraklaştırdığı fikirler, -tam da İngilizlerin istediği şekilde- Hilâfet’in
kaldırılmasında rol oynamış, onu geri getirme çalışmalarını zaafa uğratmış,
kitleleri Rasulullah’ın İslam Devleti kurma metodundan uzaklaştırmıştır. Bu
Ekolün savunduğu fikirler, İslam şahsiyetini bozmuş, kaypak, tavizkar ve
menfaatperest kişilikler meydana getirmiştir.
Menâr Ekolü, Batı karşısında ezik konuma düşmüş
olan İslam ümmetini kalkındırmak için dinde reforma girişmiş, klasik fıkıh
anlayışına savaş açmış, İslam’ı çağa uydurma girişimidir. Ortaya koydukları
fıkıh ve hadis usulü, İslam’ın vahiyle bağını kopartmıştır. Şer’i hüküm; “Şâri’in
kulların fiillerine yönelik hitabı” iken Menâr, muamelatı/siyaseti, Şâri’in
hitabından saymamış, burada akıl ve maslahatın yeri olduğunu dile getirmiştir.
Maslahat demokrasideyse onu almakta herhangi bir beis görmemişlerdir. Menâr
Ekolü’nün demokrasinin siyasi işletim sistemi olan başkanlık ya da parlamenter
sistemle herhangi bir sorunu yoktur. Onların amacı, bu sistemin içeriğini
İslamileştirmektir. Hal böyle olunca demokratik sistemde parti kurmak,
demokratik sisteme dâhil olmak, Müslümanların maslahatına ise gayet doğaldır ve
hatta olmak zorundadır. Nitekim Reşid Rıza’ya göre; “Batı’nın ilerleme
sebebi, ortaçağın donukluğuna karşı girişilen reform hareketleri ve parlamenter
sistemdir. Şu halde Batı için mezkûr donukluğu aşma vasıtası olan reform ne
ise, İslam dünyası için ‘ıslah’ da o olacaktır. Batı reform hareketleri
sayesinde ‘din ile siyaseti birbirinden ayırarak parlamenter bir sistem
kurduğuna’ göre, İslam dünyası da dinin getirdiği ahkamı farklı bir şekilde
tasnif edip ıslahın en önemli aracı olan içtihadı parlamenter bir sisteme
benzer şekilde işlevsel kılmalıdır.”
Demokratik sistemde parti kurarak devleti
İslamileştirme serüveni birçok dersin çıkartılması gereken uzun bir serüvendir.
Geldiğimiz noktada da başarısızlığı ortadadır. Hatta bu yolu takip edenler,
zaman içinde başlangıç değerlerini ve hedeflerini yitirmişlerdir. Bunların
herhangi bir çizgisi kalmadığı gibi şahsiyetleri de karışık bir şahsiyete
dönüşmüştür. Ömer bin Hattab RadiyAllahu Anh’ın dediği gibi; bu zevat, “inandığı
gibi yaşayamadığı gibi yaşadığı gibi inanmaya” başlamıştır. Onlar, toplumdaki
güvenlerini kaybetmiş, değersizleşmiş ve sıradanlaşmıştır.
Yaşadığı gibi inananlar, toplumu değiştiremez!
İslami hayatı başlatamaz! Allah’ın hükümlerinin kâmilen tatbik edildiği bir
devleti kuramaz! Zira İslami hayatı başlatacak olan Râşidî Hilâfet Devleti’ni
ancak Allah’a, Rasulü’ne ve müminlere karşı samimi olanlar, sağlam bir fikrî
temel üzerinde inandığı gibi yaşayanlar kuracaktır. Bu, Allah’ın değişmeyen
sünnetidir:
[يَٓا
اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ
اَقْدَامَكُمْ] “Ey
İman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz (samimi olursanız, sebat
gösterirseniz) Allah da size yardım eder.”[9]
[اِنْ
يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا
الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُؤْمِنُونَ] “Eğer Allah size yardım
ederse, artık hiç kimse size üstün gelemez ve eğer sizi yardımsız bırakacak
olursa, size yardım edebilecek kimse yoktur. Öyleyse müminler, yalnızca Allah’a
tevekkül etsinler!”[10]
[1] Şamil Kurbanov, Cemaleddin Afgani ve Türk
Dünyası, Sad. Sevinç Uhundova, Doğu Kitabevi, İstanbul 2011, s.309
[2] Reşid Rıza, Gerçek İslam’da Birlik, Çev.
Hayreddin Karaman, İz Yayıncılık, İstanbul 2014, s.28
[3] Reşid Rıza, “Babü's-süal
ve'l-fetva, (el-Es'iletü'l-Barisiyye)”, s. 377; a.mlf., el-Vahdetü'l-İslamiyye,
s. 126-127.
[4]
Reşid Rıza, Tefsir, VII, 141; a.mlf., Yüsrü'l-İslam, s. 19.
[5]
Reşid Rıza, Fetâvâ'l-Menâr, (Es'ile min Cidde-Hicâz), s. 498-499; a.mlf.,
Fetâvâ, V, 1873.
[6]
Reşid Rıza, el-Vahdetü'l-İslamiyye, 111
[7] Reşid Rıza, Haberler ve Görüşler, el-Menâr, 13 (1910)
[8]
Reşid Rıza’nın fikir ve düşünceleri noktasında yapılan alıntılarda; Doç. Dr.
Özgür Kavak’ın makalelerinden faydalanılmıştır.
[9]
Muhammed Suresi 7
[10]
Âl-i İmrân Suresi 160
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış