بِسْمِ اللَّـهِ
الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ
3 Mart 1924’te kaldırıldığı günden
bugüne bir devlet ve yönetim sistemi olarak Hilâfet, Müslümanların hayatlarından
uzaklaştırıldığı gibi zihinlerinden de uzaklaştırıldı. Geride bıraktığımız
doksan küsur yıllık süreçte Batılı fikirlerin saldırıları sonucunda ve Batılı
yönetim sistemlerinin gölgesinde yaşıyor olmaları nedeniyle Müslüman toplumlar,
demokrasinin dışında bir yönetim sistemi tasavvur edemez oldular.
Doksanlı yılların başında ‘Federe
İslâm Devleti’ adıyla ve 2014 Haziran’ında IŞİD’in ilanıyla gündeme gelen
Hilâfet, Türkiye’de de zaman zaman
Başkanlık Sistemi tartışmalarına paralel olarak gündeme gelmektedir. Ayrıca
Hilâfet sitemi, İslâm dünyasında kimi düşünür, entelektüel ve akademik
çevrelerde ‘Demokratik Hilâfet’ vb. çeşitli nitelemelere konu olmaktadır. Bütün
bunlar Müslümanların zihninde ‘Hilâfet nedir?’, ‘Nasıl bir yönetim
sistemidir?’, “İslâm’a göre yönetimin meşruiyet ölçüleri nelerdir?’, ‘IŞİD’in
ilan ettiği Hilâfet meşru mudur?’ ‘Demokratik Hilâfet olur mu?’, ‘Başkanlık
Sistemi Hilâfet Sistemi midir?’, ‘Nübüvvet Metodu Üzere Râşidî Hilâfet ne
demektir? vb. birçok soruların oluşmasına neden olmuştur. Biz “İslâm’a Göre
Meşru Yönetim/Nübüvvet Metodu Üzere Râşidî Hilâfet “ başlıklı bu tebliğimizde
kamuoyunun zihninde oluşan bu sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Gayret bizden tevfîk yüce Allah Subhanehû
ve Teâlâ’dandır.
İslâm’da yönetimin meşruiyeti
konusu, fıkıh literatüründe Dâr’ul-İslâm, İmamet, Hilâfet ve Bey’at başlıkları
altında incelenmektedir. Fakihler meşru bir yönetim için bir takım şartlar
belirlemişlerdir. Bu şartlar devletin kurulduğu toprak parçası (dâr), halifenin
kendisi, bey’at akdi ve bu akdi gerçekleştirecek seçici kurulla ilgilidir.
1- Bey’atın Gerçekleştiği Belde İle
İlgili Şartlar:
A. Emanın Müslümanlar tarafından
sağlanıyor olması. Yani beldenin hiçbir yabancı gücün nüfuzu altında olmayıp,
yönetimin tamamen Müslümanların elinde olması.
B. İslâm şeriatının tatbik
edilmesi.
İslâm mezheplerinin konuyla ilgili
serdettiği görüşlerin hepsini burada zikredecek değiliz. Ancak Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
önderliğinde, ilk İslâm devletinin kurulması sırasında öne çıkan pratik
deliller üzerinden meseleyi değerlendirmeyi daha uygun görüyoruz.
İkinci Akabe’de Ensar’la görüşmesi
sırasında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in “Rabbim için sizden istediğim O’na hiçbir şeyi ortak
koşmamanız ve O’na ibadet etmenizdir. Kendim ve Ashabım için isteğime gelince;
kendinizi savunduğunuz ve koruduğunuz şeylerden, bizleri de savunup
korumanızdır.” sözleri İslâmî bir yönetimin meşruiyeti için
gerekli olan egemenlik ve güvenlik unsuruna işaret etmektedir. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in burada,
Rabbi için istediği, O’na hiçbir şeyin ortak koşulmaması ve yalnız O’na ibadet
edilmesi, Şer’î siyasi terminolojide ”egemenlik” unsurunun bölünmez bir şekilde
Allah’ın şeriatına ait olmasını ifade eder. Savunma ve koruma talebi ise, bu
siyasal toplumun güvenliğinin, o coğrafyada bizzat bu onu benimsemiş yerli
unsurlar tarafından sağlanması gerektiğine işaret etmektedir.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu talebi karşısında Ensar’ın cevabı şu şekilde olmuştur. “Seni
hak din ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, kendimizi ve aile efradımızı
koruyup kolladığımız şeylerden seni de koruyacağız. Vallahi biz savaşmasını iyi
bilen kimseleriz. Bu bize atalarımızdan miras kalmıştır.” Görüldüğü
gibi Ensar, Rasul SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in getirdiği dini hak din olarak kabul ediyor ve ona koruma
güvencesi veriyor.
İbn Hişam’ın naklettiğine göre
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem
Medineli Müslümanlardan önce otuza yakın kabile ile görüşme yapmış lakin bu
taleplerinin karşılanmamasından dolayı onların beldesine hicret etmeyi
düşünmemiştir. Örneğin, Beni Şeyban kabilesiyle yaptığı görüşmede dinini
koruyup kollamak konusunda tam bir eman veremeyeceklerini anladığında görüşmeyi
sonlandırmıştı. Toprakları, bir taraftan Arap yarımadası diğer taraftan Fars
İmparatorluğuna komşu olan Beni Şeyban Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, Arap Yarımadası taraflarında bulunan
topraklarında koruyabilecekleri, ancak -daha önceden aralarında anlaşma
bulunduğu ve anlaşmayı bozamayacakları gerekçesiyle- Fars imparatorluğuna komşu
olan topraklarında kendisini koruyamayacaklarını söylediklerinde Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Şüphesiz, her tarafını emin kılmaya gücü
yetmeyen kimseler Allah’ın dinine yardım edemezler.” buyurarak
onların tekliflerini reddetmişti. Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, devletin
ikame edilmesi aşamasında son derece önemli stratejik adımlarını atarken Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem eman ve
korumanın olmadığı hiçbir yurda hicret etmeyi düşünmüyordu.
Ancak benzer bir talep karşısında Ensar’ın
bu güvenceyi verdiğini görüyoruz. Hâlbuki onların da gerek Medine içinde gerek
çevreleyen yerleşkelerde yaşayan Yahudilerle sözleşmeleri vardı. Lakin Ensar bu
sözleşmelerin tümünü feshedebilecekleri sözünü vermişti. Hatta bizzat kendi
ifadeleriyle “Siyahı ve beyazı ile bütün insanlarla savaşmayı göze almak
üzere…” bey’at ettiler. Bu sözler Medine’nin, bir İslâm Devleti
kurulması için gerekli emana sahip olduğunu göstermektedir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Ebu Bekir RadiyAllahu Anh Medine’ye girdiklerinde onları Ensar’dan yaklaşık
beş yüz kişi karşıladı. Ve Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e ilk sözleri şu oldu: ”Emin ve itaat olunmuş olarak
hareket edin.” Bu cümledeki, “Emin olarak hareket edin.” sözü
Medine’nin eman kriterine sahip bir yurt olduğunu ve bu emanın beldenin
bizatihi yerli unsurlarına dayandığını teyid etmektedir. ”İtaat olunmuş
olarak hareket edin.” sözü ise beldenin yerli unsurlarının Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şahsında
İslâm’ın siyasal iktidarına bağlılıklarını ifade etmektedir. İşte bu iki şart;
eman ve ahkâmın tatbiki, Medine’de yerine geldiği için Medine İslâm’ın
dâr’ı/devleti, Dâru’l-İslâm olmuştur.
Ayrıca Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Ashabına
hicret emri verirken söylediği “Allah Azze ve Celle size kardeşler ve
güvende olacağınız bir dâr verdi.” sözü O’nun, İslâm Devleti’nin
bekasını ve güvenliğini sağlayabilecek niteliğe sahip olduğu sürece
tamamlanmadan Medine’ye hicret etmediğini göstermektedir.
2- Bey’at Edilen Şahısla İlgili
Şartlar:
Bunlar: Müslüman ve erkek olmak,
akıllı, baliğ, adil, hür ve Hilâfet görevini deruhte edebilecek dirayete sahip
olmak.
3- Halifeyi Seçecek Kişilerle
İlgili Şartlar
Müslüman ve adil olmak, siyaset ve
devlet yönetiminden anlamak gibi bazı şartlar aransa da bu kimseler açısından
esas önemli olan toplumu şu ya da bu şekilde temsil etme konumunda olmalarıdır.
İslâm, halifeyi belirleme yetkisini
ne bir sınıfa ne bir cemaate ne de seçkin bir topluluğa değil ümmete vermiştir.
“Kim bey’atsız ölürse cahiliye ölümüyle ölür.” mealindeki hadis
Müslümanların tümünü bey’at sözleşmesinin tarafı haline getirmektedir. Lakin
bu, fert fert her bir Müslümanın gerçekleştirmek zorunda olduğu bir farz
değildir. Bu, onlar için hak, lakin zorunluluk değildir. Çünkü bey’at aynî değil,
kifâî bir farzdır. Müslümanlardan bir kısmının gerçekleştirmesiyle
diğerlerinden sorumluluk düşer. Bundan dolayı Müslümanları temsil niteliğine
sahip kimselerin (İslâm hukuk literatüründe ehli hal ve’l akd olarak bilinen
seçici kurulun) seçimi ile bey’at akdi gerçekleşmiş olur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in II. Akabe
Bey’atı’nda, Ensar’a “İçinizden on iki delege seçiniz.” ve
delegelere “Siz, kavminizin kefillerisiniz…” buyurması
bey’atın, halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla da gerçekleşebileceğinin
delili olmaktadır.
Bu değerlendirmeler ışığında
IŞİD’in ilan ettiği Hilâfet’in meşru olmama gerekçelerini şu şekilde
sıralayabiliriz:
1. Eman yok.
IŞİD’in ne Suriye ne de Irak’ta,
yerli unsurlara dayanan bir otoritesinin olmadığı görülmektedir. Halife
iddiasıyla bey’at çağrısında bulunan kişi, ilan ettiği devletin sokaklarında
güven içinde dolaşmaktan acizdir. Hatta bey’at etmek için kendisine gelen
insanları karşılayamayacak kadar eman yoksunudur. Hâlbuki Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Medine’de
devlet ikame ettikten sonra elçiler gönderiyor, elçiler karşılıyor, çarşı pazar
dolaşıyor, insanların davalarına bakıyor kısaca toplum içinde onlarla birlikte
yaşıyor ve işlerini siyaset ediyordu. Bundan dolayı IŞİD’in Hilâfet’i
gerçeklikten uzak, zaman zaman toplum içinde, kendilerini tatmin için mehdilik
iddiasında bulunan kimselerden farksızdır.
2. Bey’at Akdinin Tarafları Yok
Hilâfet Devleti’nde bey’at, bir
grubun kendi içinde liderlerine yaptığı bey’at değildir. Böyle bir şahsa bey’at
verenlerin Hilâfet Devleti’nin ilan edildiği bölgede yaşayan Müslümanları
temsil niteliğine sahip olmaları gerekir. Bey’at akdinin aslî tarafı olan
Müslüman halkı temsil etme konumunda olmayan insanların vermiş olduğu bey’at
batıldır. Bu, sahibi olmadığınız halde bir malı başkasına hibe etmenize benzer.
Nasıl bir kişi, mülkiyetine sahip olmadığı malı satma, bağışlama veya hibe etme
hakkına sahip değilse, şeriatın ümmetin mülkiyetine verdiği seçme hakkını kendi
mülkiyetindeymiş gibi görüp tasarrufta da bulunamaz. Bulunursa da bu tasarrufun
meşruiyeti olmaz.
Bunun delili Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bey’atı,
o güne kadar kendisine tabi olan Muhacir topluluğundan değil, Ensar
topluluğundan almış olmasıdır. Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem “İçinizden –toplumunuza kefil olmak üzere- on iki
kişi çıkartın.” derken bunu Ensar’a söylüyordu. Zira İslâm’ın dârının
merkezi onların toprakları olacaktı. “Medine halkının kefillerisiniz.”
buyurduğu kimseler gerçek manada Medine halkını temsil etme potansiyeli olan
kimselerdi. Nitekim Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem Medine’ye vardığında onları Ensar’dan beş yüz kişilik bir
topluluğun karşılaması bunu teyit etmektedir.
Hilâfet ilanında bulunan şahsa
bey’at edenler ise, bırakın toplumu temsil etmelerini, toplum tarafından ismi,
cismi bilinmeyen kimselerdir. Bundan dolayı bu kimselerin yaptığı bey’at şer’an
batıldır. Batıl olan akit nâfiz/geçerliliği olmayan akit hükmündedir. Hilâfet
seçim ve karşılıklı rızaya dayalı bir akittir. Buna bey’at denilmesinin nedeni,
yönetici ve yönetilen taraflar arasında -alma ve satma işleminde olduğu gibi-
karşılıklı rıza ile gerçekleşen bir sözleşmeyi içeriyor olmasıdır. Gizli,
saklı, nerede ve kimler tarafından gerçekleştiği meçhul olan sözde bey’at akdi
ile kurulduğu iddia edilen Hilâfet’in hiçbir meşruiyeti yoktur. Esasında IŞİD,
sözde Hilâfet ilanı öncesinde nasıl silahlı bir örgüt ise bugün de silahlı bir
örgüttür, bir devlet, asla değildir.
Bu durum, bey’at kavramının
içerdiği ıstılahî anlamların birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Literatürde, muayyen bir iş için bir lidere bağlılık yemini anlamına gelen
Rıdvan bey’atıyla, din ile dünyayı idare etmek için kurulan hükümet sözleşmesi
anlamındaki bey’at birbirine karıştırılmaktadır. Tekrar etmek istiyoruz.
Bey’at, her hangi bir cemaat ya da topluluğa intisab etmek ya da cihad etmek
için bir lidere bağlanmak veya sadece İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini
tatbik etmesi için bir “emirliğe” bey’at etmek değildir.
Demokratik Hilâfet ve Başkanlık
Sistemi
Bu konu ile ilgili birkaç kelam
etmek istiyorum; öncelikle yönetim sistemleri birbirlerine benzerlikleri
üzerinden değerlendirilemez. Her mantarın birbirine benzer yönleri vardır.
Lakin aralarındaki bazı farklılıklar ölümcül olabilir. Sadece başkanı halkın seçmesinden ötürü
Hilâfet sistemine benzetilemez. Geçen yüzyılın başında “şura” gibi
benzerlikleriyle Parlamenter Sistem Müslümanlara pazarlamıştı. Şimdi de
Başkanlık Sistemi Hilâfet’le benzerliği kurularak pazarlanıyor. Yine egemenlik
meselesi dikkatlerden kaçırılıyor. Hâlbuki “meşruiyet” tartışmalarının
ekseninde döndüğü kavram seçim değil “egemenlik” kavramıdır.
İslâm hukuk literatüründe Halife
âmme adına velayet görevini yürüten kişidir. Ümmet asıl, halife vekildir.
Halifeyi seçerek siyasal iktidarına onay verecek ümmettir. Yani gerçekte
otorite ümmete aittir. Ancak otoritenin ümmete ait olduğundan söz ederken,
herhangi bir ümmete değil, İslâm ümmetine yani tamlayanı İslâm olan bir ümmete
ait olduğundan söz ediyoruz. İslâm ümmeti, milletin olduğuna inanılan sözde
egemenlik hakkını kullanmak üzere değil, şer’î hükümleri uygulamak üzere
kendisine vekâlet etmesi için halifeye bu görevi vermektedir.
Sonuç olarak, İslâm hukukunda akitler hem
rükünler açısından hem de konuları açısından değerlendirilir. Rükünleri yerine
getirilmemiş bir akit batıl olduğu gibi konusu batıl olan akit de esastan
batıldır. Bir hükümet sözleşmesi niteliğindeki bey’at akdinin tarafları
ümmet ve halife adayıdır. Taraflardan birinin, hükümet sözleşmesinde asıl taraf
olan ümmet iradesini baypas ederek ilan ettiği Hilâfet’in meşruiyeti olmadığı
gibi, konusu, Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti olmayan, yani
şeriatla yönetmek üzere yapılmayan bey’at/seçim sözleşmeleri de esastan
batıldır. Bir içki satım akdinde, akdin konusu olan içkinin haram olmasından
dolayı akdin meşruiyetinin olmaması gibi… Bundan dolayı egemenliğin millete
verildiği siyasal sistemi ifade eden demokrasi ile egemenliği şeriata veren
Hilâfet sisteminin kombinasyonu olan Demokratik Hilâfet ve Başkanlık Sistemi,
zıtların bir araya getirilmesi çabasından başka bir şey değildir. Bir zihin
konforunun ötesinde pratikte ilmi değeri olmayan fantastik bir düşüncedir.
Nübüvvet metodu üzere Râşidî
Hilâfet sisteminde
egemenlik hiçbir zümrenin, ulusal ya da global şirket lobilerinin, enerji trollerinin,
silah tüccarlarının, burjuvanın kısaca herhangi bir çıkar grubunun üzerinde
vesayet oluşturabileceği aciz, zayıf, değişken insana değil, hiçbir çıkar grubu
ve lobinin, üzerinde vesayet kuramayacağı Malikelmülk olan Allah’ın şeriatına
aittir.
Nübüvvet metodu üzere Râşidî
Hilâfet, toplumun
iradesini temsil ettikleri tartışmasız olan Ensar ve Muhacirinin ileri
gelenleri tarafından seçildikten sonra üç gün mescidin kapısına dikilip “İçinizde
bu işten hoşlanmayan var mı? Hemen biat halkasını boynumdan çıkarayım!”
diyerek toplumun tercihinden emin olmak isteyen Hz. Ebu Bekir RadiyAllahu Anh gibilerinin yönettiği
Hilâfet’tir.
Nübüvvet metodu üzere Râşidî
Hilâfet Hz.
Osman’ın şehid edilmesinin ardından ısrarla halife olması istendiğinde onlara
mescidin yolunu gösteren ve mescitte “Ey İnsanlar! Bu iş sizin
bileceğiniz bir iştir. Hiç kimse size rağmen bu işte karar verme hakkına sahip
değildir. Sizler gerçekten beni seçmek istiyorsanız hilâfet makamını kabul
ederim. Yoksa bunun başka bir yolu yoktur.” diyen Hz. Ali RadiyAllahu Anh gibilerinin yönettiği
Hilâfet’tir.
Nübüvvet metodu üzere Râşidî
Hilâfet, babasını
evladına infaz ettiren değil,
kucağındaki torununu sevdiği ve öptüğü bir sırada, “Ya Ömer! Sen
çocukları sever misin? Vallahi benim on tane torunum var, daha bugüne kadar
birisini kucağıma alıp sevmedim.” diyen vali adayının “Allah
senden merhameti almış, çocukları sevmeyen halkı hiç sevemez.” diyerek
oracıkta valilik kararnamesini, imzalamadan yırtan Hz. Ömer RadiyAllahu Anh gibilerinin yönettiği Hilâfet’tir.
Nübüvvet metodu üzere Râşidî
Hilâfet, askeri ve
bürokratik vesayeti kaldırırken Allah’ın ve Müslüman olan bu halkın iradesi
üzerinde bir vesayet aracı olarak demokrasiyi vazgeçilmez kılan; ekonomiden,
dış politikaya, güvenlikten stratejik alanlara kadar ümmet otoritesini,
sömürgeci devletlerin kendi otoritelerini tesis etmek için icat ettikleri
küresel kuruluşların nüfuzu altına sokan Demokratik Başkanlık Sistemi değildir.
Nübüvvet metodu üzere Râşidî
Hilâfet, tıkanmış
parlamenter sistemin yedeği olması istenen Başkanlık Sistemi değil, yabancı
unsurların konusunu ilga ve taraflarını baypas ettikleri bey’at
akdini yeniden bu ümmetle tazeleyecek olan Hilâfet’tir. İşte o vakit, sömürgeci
devletlerin gasp ettikleri otorite/ümmet iradesi gerçek manasıyla bu
toprakların yerli unsurlarına iade edilerek Dâru’l-İslâm için İslâm’ın ön
gördüğü eman ve ahkâmın tatbiki sağlanacak, böylece Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
müjdelediği Nübüvvet Metodu Üzere Râşidî Hilâfet tüm insanlığa rahmet
olarak dünya siyasi sahnesinde hak ettiği yerini alacaktır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış