Malum olduğu üzere,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den sonra Müslümanlar arasında
Allah’ın indirdikleri ile yöneten yönetici halifedir, İslâm’ın yönetim nizamı
da Hilâfet nizamıdır. Ayrıca Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın koyduğu
hadlerin ve diğer şer’î hükümlerin uygulanması da Müslümanlara farzdır. Bu
farziyetin kâmil manada yerine getirilmesi ancak ve ancak yönetici/devlet ile mümkündür.
Bunun böyle olduğunu ortaya koyan şer’î kâide şöyledir:
[ما لَا
يَتِمُّ الْوَاجِبُ إلَّا بِهِ فَهُوَ وَاجِبٌ] “Bir vacibin ancak kendisi ile
tamamlandığı şey de vaciptir.”
Bu kaideye binaen şeriatı
ikame edecek yöneticiyi belirlemek farzdır. Bu yöneticinin adı halife, yönetim
sisteminin adı ise Hilâfet’tir.
Zira halife; yönetimde,
otoritede ve şeriat ahkâmının infazında ümmetten niyabet, vekâlet alan
yöneticidir. Çünkü İslâm, yönetim ile otoriteyi ümmete ait kılmıştır.
Böylelikle halife ancak Müslümanlar tarafından naspedilir.
Ümmet kendisine biat
vermedikçe kimse asla halife olamaz. Hilâfet makamı için ona biat verilmesi ise
onu ümmetin nâibi kılar.
Halife bütün
Müslümanlardan sorumlu olan, yeryüzünde Müslümanların tek devlet başkanı olan
kişidir. Halifenin raiyesinden sorumlu olduğunu bildiren hadis gereğince de halife,
ümmetin işlerinin tümünden doğrudan sorumludur. Zira Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
[الإمَامُ
رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ] “İmam bir çobandır ve
güttüklerinden sorumludur.”[1]
Müslümanların kendi
dinleri olan İslâm’ın yönetim sistemi, onun farziyeti ve devlet başkanı
hakkındaki nasslar oldukça fazladır. Bunlardan, yönetim meselesinin dindeki
yeri ve önemi anlaşılmaktadır. Ancak bu önemi ifade eden nasslar bir yana,
Müslümanların ekseriyeti bunun önemini maalesef idrak edememişlerdir.
Zira bundan 100 yıl
önce kâfirler ve yerli destekçileri Hilâfet’i yıktılar ve İslâm’ın siyasi
hayattaki varlığını yok ettiler. Müslümanlar ise buna karşı bir müdafaada
bulunmadılar. Hatta mücadele meydanını bırakırlarken hiç olmazsa bir mağlubun
vurduğu son darbeyi dahi vurmadılar. Bunun meydana gelmesinin sebebi ise bu
büyük felaketin vuku bulduğu sırada, ölüm-kalım meselelerinin ümmet tarafından
idrak edilmemiş olmasıdır. Hilâfet’in ilgası süreci ümmet tarafından, ümmetin
devamı veya sonu neticesini verecek bir hadise gibi algılanmadı. Bunun için ümmetin
varlığına inen bu bela, ümmet nazarında gerektiği kadar ehemmiyet kazanamadı.
Aslında İslâm,
insanlara hayati davaları beyan etmiş ve bunların uğrunda hayata veya ölüme ait
icraatları açıklamıştır. Dolayısıyla Müslümanlar bu davaları tayin etmekte
serbest değildir. İslâm’ın hayati dava kabul ettiği her şey Müslümanlar indinde
öylece kabul edilir. Müslümanlar bu dava uğrunda hayatı veya ölümü seçmede
serbest değildir. Hâl böyle olunca, Müslümanlara hayati davalarının ne
olduğunun hatırlatılması bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır.
Müslüman beldelerin
bugünkü vakıası; hiçbir açıklama ve detay gerektirmeyecek kadar açıktır. Zira bu
beldeler küfür nizamları ile yönetilmektedir. Bu ise o yerlerin tartışmasız bir
şekilde dâru’l-küfür olduğunu ortaya koymaktadır. İslâm beldeleri bugünkü
durumda 50’den fazla devlete parçalanmış olduğundan kâfirlere karşı duracak bir
vaziyette değildir. Onun için, Müslümanların bölgelerinden her birinin
meselesi, varlığını dâru’l-İslâm’a çevirmek ve diğer İslâmi beldeler ile
birleşmektir. Bu mesele, hayati bir meseledir. Hatta bütün ölüm-kalım
meselelerini içine alan temel meseledir. Dolayısıyla bu meseleyi, varlığı ile
var olduğumuz, yokluğu ile yok olduğumuz bir ölüm-kalım meselesi olarak
değerlendirmek kaçınılmazdır.
Ancak bu ölüm-kalım
meselesi -yani İslâm beldelerini dâru’l-İslâm’a çevirmek ve diğer İslâm beldeleriyle
birleştirmek meselesi- gerçekleşmesi için çalışılan bir hedeftir. Bu hedefin
gerçekleşmesi için takip edilecek metot ise ancak bir yönetim nizamı olarak
Hilâfet’i yeniden kurmaktır. Hilâfet’in kurulması ile o beldelerin dâru’l-İslâm’a
dönüşmesi ve ardından diğer İslâmi beldeler ile bütünleşmesi sağlanacaktır.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bize
meselelerimizi sınırlandırmamızı ve her ölüm-kalım meselesi uğrunda ölüm-kalım
seviyesinde mücadele etmemizi öğretmiştir. Zira SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
Allah Subhanehû ve Teâlâ kendisini
İslâm ile gönderince, daveti fikrî mücadele ile tebliğ etmeye başladı.
Meselesini İslâm’ın izharı ile sınırlandırdı ve bunun için ölüm-kalım
seviyesinde mücadeleyi benimsedi. Aleyhi’s-Selam’dan
rivayet edildiğine göre amcası Ebu Talib, Kureyş’in isteğini kendisine
anlattığı sırada ona -yani Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e- şöyle dedi: “Sen kendine ve bana bak ve bana
kaldıramayacağım bir yük yükleme.” Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem buna cevaben şöyle dedi:
[يَا عَمُّ
وَاَللَّهِ لَوْ وَضَعُوا الشمسَ فِي يَمِينِي والقمرَ فِي يَسَارِي عَلَى أَنْ
أَتْرُكَ هَذَا الْأَمْرَ حَتَّى يُظهره اللَّهُ، أَوْ أَهْلِكَ فِيهِ مَا
تَرَكْتُهُ] “Ey Amcam! VAllahi bu davayı terk etmek
şartıyla sağ elime güneşi ve sol elime ayı koysalar da onu terk etmem. Ya Allah
onu hâkim kılar ya da onun uğrunda helak olurum.”[2]
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu meseleyi
bir ölüm-kalım meselesi yapmasaydı ve mücadelesini ölüm-kalım seviyesinde görmeseydi,
İslâm hâkim olmazdı. Müslümanların bugün içinde bulundukları vakıa da aynıdır.
Küfür nizamları onların üzerine tahakküm etmiş durumdadır. Üzerlerinde
kâfirlerin ve münafıkların baskısı hâkimdir. Müslümanlar meselelerini
ölüm-kalım meselesi yapmadıkları sürece ve bu uğurda ölüm-kalım seviyesinde
mücadeleyi benimsemedikleri sürece, çalışmalarından hiçbir semere elde
edemezler ve bir adım dahi ilerleyemezler.
Bundan dolayı,
İslâm beldelerinde tahakküm eden bu küfür ortamında yaşayan her Müslüman’ın,
ülkelerini dâru’l-İslâm’a çevirmenin ve diğer İslâm beldeleriyle birleştirmenin
metodu olan Hilâfet’i kurmak için çalışmaya, İslâm’ı hâkim kılmak için bütün
dünyaya İslâm davetini taşımaya ve sadık bir iman, aydın ve hakiki bir
anlayışla Rasul SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in şu sözlerini tekrar hatırlamaya ihtiyacı vardır:
[يَا عَمُّ
وَاَللَّهِ لَوْ وَضَعُوا الشمسَ فِي يَمِينِي والقمرَ فِي يَسَارِي عَلَى أَنْ
أَتْرُكَ هَذَا الْأَمْرَ حَتَّى يُظهره اللَّهُ، أَوْ أَهْلِكَ فِيهِ مَا
تَرَكْتُهُ] “Ey Amcam! VAllahi bu davayı terk etmek
şartıyla sağ elime güneşi ve sol elime ayı koysalar da onu terk etmem. Ya Allah
onu hâkim kılar ya da onun uğrunda helak olurum.”[3]
[فو الله
لَا أَزَالُ أُجَاهِدُ عَلَى الَّذِي بَعَثَنِي اللَّهُ بِهِ حَتَّى يُظْهِرَهُ
اللَّهُ أَوْ تَنْفَرِدَ هَذِهِ السَّالِفَةُ] “VAllahi Allah, İslâm’ı hâkim kılıncaya veya
bu baş bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğim uğrunda mücahede edeceğim.”[4]
Müslümanların bugün
içinde bulundukları içler acısı durum, gidecekleri yolun aydınlık olmamasından,
onlara bu yolda rehberlik edecek ihlaslı bir kılavuza ulaşamamalarından kaynaklanmaktadır.
Zira sömürgeci devletler ve uşakları tarafından parçalanmasına, toprakları
işgal edilmesine, devletleri yıkılmasına, ideolojileri zorla yönetimlerinden
uzaklaştırılmasına ve bu devletler tarafından servetleri, mukadderatları ve
imkânları üzerinde hâkimiyet kurulmasına, 50’den fazla ülkeye varan varlıklarla
temsil edilen diktatör rejimler ve yöneticiler tarafından yönetilmelerine
rağmen İslâm ümmeti teslim olmamış ve bu kötü vakıayı kabul etmemiştir. İçlerindeki
iman onları diri tutmuş, arzuladıkları şeyin İslâmi hayat olmasını sağlamıştır.
Öyle ki bu iman
sayesinde Müslümanlar, sömürgeci işgale ve askerî güce karşı direnmektedir. Onu
nihai olarak kovmak, artıklarını ve kokuşmuş ifrazatını toplumun her
köşesinden, hayatın her alanından tümüyle izale etmek için de direnişini
sürdürmektedir.
Müslümanlar, sömürgeciliği
ve nüfuzunun devamını temin eden ve sömürgeciler tarafından kurulan rejimleri
devirmek için çalışmaktadır. Geçmişte ümmet sömürgecilerin ecdatlarından olan
vahşi Haçlılardan ve Moğollardan çok acı darbeler almış olmasına rağmen onlara
teslim olmamış, onları topraklarından kovuncaya, onların şer odaklarını ve
uşaklarını yok edinceye kadar da direnişini ve mücadelesini sürdürmüştür.
Ardından ümmet yeniden dünyanın en büyük devleti olmuş, topraklarının her bir
yanına hidayeti yaymak için yurtlarının can evinde izzetlerini tekrar
kazanmışlardır. İşte yakın zamanda da bunun benzeri bir durum ile karşı karşıya
kalmış, teslim olmamış, direnmiş ve sömürgeci güçleri kovmuştur. Şimdi ise
sömürgeciliğin kalıntıları olan ve bu topraklarda kurulu olan rejimleri
devirmek suretiyle sömürgecilerin kollarını kesmeye ve ülkeleri onların
pisliklerinden temizlemeye çalıştığını görmekteyiz.
İşte bugün ümmet
bir kere daha devletini kurmaya çalışıyor!
Bu köklü ve soylu
ümmet, her ne kadar zulüm ve baskıya maruz kalmış, paramparça olmuş ve
dağılmış, savaşlar, işgaller ve yıkımlarla karşı karşıya kalmış ise de teslim
bayrağını çekmemiştir. Hâlen dahi direnmekte, sömürgeci kâfirleri ve onların
etkilerini izale etmeye, sağlıklı, sıhhatli bir bedene kavuşmaya çalışmakta,
dünyanın her bir yanında kerim Rasul’ün bayrağını dalgalandırmak için mücadele
içerisindedir. İslâm ümmetinde var olan asalet sıfatı, onun tekrar dünyada
birinci devlet olmasına yeterlidir. Onun bu hâli, bir şeylerin acısını hisseden
fakat o acıyı nasıl dindireceğini bilmeyen bir hastanın durumu gibidir.
Rahatsızlığını doğru teşhis edip ona gerekli eczayı sunacak bir eczacıya
muhtaçtır. İlacını aldığında, yaralarına sürdüğünde Allah’ın izniyle şifasına;
o eski heybetli günlerine kavuşacaktır.
İşte bugün, ümmete lazım
olan bu ilaç İslâmi kültürde, onun derin müktesebatında ve tarihin altın
sayfalarında mevcuttur. Fikrî ve siyasi çalışma metodunun buralardan
damıtılarak ümmetin istifadesine sunulması hâlinde Müslümanlar, genlerindeki
mücadele azminden hareketle o kutlu sefere doğru yürüyeceklerdir.
Bunun farkında olan
sömürgeci kâfir devletlerin düşünürlerinin, siyasilerinin ve liderlerinin
dillerinde defalarca bundan sakındırma maksatlı ifadeler yer almıştır. Bu
asaleti katletmek, türlü türlü hileler ve tuzaklarla yeniden kurulacak olan II.
Râşidî Hilâfet Devleti’nin beklenen doğumuna düşük yaptırmak için
çalışmaktadırlar. Bu engellemeyi yaparken en iğrenç vesileleri kullanmakta ve
en çirkin eylemleri yapma hususunda kendileri açısından herhangi bir sakınca
görmemekteler. Ümmetin kendisini ve asaletini öldürmek, ona diz çöktürmek,
kalkınmasının ve devletlerinin kurulmasının engellenmesi için son derece ağır
suçları işlemekteler. Ancak bütün bunlara rağmen onlar bu asaleti öldüremediler,
öldüremeyecekler. Buna bağlı olarak bu ümmetin asil rahminden onun en büyük
devlet olarak doğumunu da kesinlikle engelleyemeyeceklerdir. Onların yaptıkları
sadece Allah’ın izniyle gerçekleşecek olan bu doğumu geciktirmekten öteye
geçmeyecektir.
Şu hâlde Müslümanlar
şirk, zulüm, sahtekâr hainlere ve ortaklarına karşı cephe almak zorundadır.
Tavrımız, bizleri sömüren emperyalist ve avanelerini, çağdaş cahiliye tağut
sistemlerini, hayatımızdan söküp atmak ve Allah’ın dinini hâkim kılmak için
Allah’a dayanıp Allah’ın hükümlerine sımsıkı sarılarak samimiyetle, bu yolda
sabır ve azimle çalışmak olmalıdır. Başta da dediğimiz gibi şer’î nasslar
Hilâfet’in ikamesinin bir farziyet olarak İslâm ümmetinin boynunda olduğunu
bizlere bildirmektedir.
Dolayısıyla hem bu
farziyeti ikame etmek ve zelil küfür nizamından kurtulup İslâmi izzeti kuşanmak
adına bugün Müslümanlara düşen; pis, kokuşmuş küfür sistemlerini ve bekçilerini
hayatlarından söküp atmak ve onun yerine, ümmeti dünyada ve ahirette aziz ve
mesut kılacak Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurmak için var güçleriyle çalışmaktır.
Bu vesileyle bu
satırları okuyan her Müslüman’ı, hem Allah indindeki mesuliyetten kurtulmak hem
de dünyadaki şu illetten kurtularak izzete kavuşmak -ve böylelikle dünya ve
ahirette kurtulanlardan, ebedi şahadete kavuşanlardan olmak- için, İslâm
nizamını yeniden hayata hâkim kılacak ve Allah'ın hükümleriyle hükmedecek olan
Hilâfet Devleti’nin kurulması yolunda ihlasla çalışmaya, mücadele etmeye davet
ediyoruz.
[اِنْ
يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي
يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ] “Allah
size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi
bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Müminler ancak Allah'a güvenip
dayanmalıdırlar.”[5]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış