Türkiye’nin
uluslararası arenada bağımsızlığının tanınmasını sağladığı iddia edilen fakat
Batılı devletlerin İslâm toprakları üzerinde yapmak istediklerini rahat bir
şekilde kabul ettirdikleri antlaşma olan Lozan Antlaşması’nın, yıllarca
okullarda özellikle de tarih derslerinde “zafer” diye anlatılsa da İslâm
Devleti’nin parçalanarak birçok devletçiğe bölünmesini sağlayan büyük bir “hezimet”
olduğunda bir avuç İngiliz aşığı Kemalist zihniyet dışında şüphesi olan yoktur.
Nitekim tablo
nettir; Lozan Antlaşması’nda “verdi”, “kabul etti”, “feragat etti”,
“vazgeçti”, “tanıdı” ifadeleri sadece Türkiye tarafı için
kullanılmaktadır. İçerisinde Mısır ve Sudan gibi beldelerin olduğu toprakları
veren taraf Türkiye tarafı, haklarından feragat eden Türkiye tarafı, Kıbrıs
gibi adalarından vazgeçen taraf Türkiye tarafı… Peki sürekli veren, kabul eden,
feragat eden ve vazgeçen taraf nasıl olur da zaferden bahsedebilir?!
Örneğin 17. ve 20.
maddelerde şöyle denmektedir:
“Madde 17
Türkiye’nin Mısır
ve Sudan üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçişi, 5 Kasım 1914
tarihinden başlayarak yürürlüğe girmiş olacaktır.
Madde 20
Türkiye, İngiliz
Hükümetince 5 Kasım 1914 tarihinde ilan edilen, Kıbrıs’ın [İngiltere’ye]
katılışını tanıdığını bildirir.”
Osmanlı-Rus Harbi
olarak bilinen 93 Harbi’nde arkamızı kollama gerekçesiyle girdiği fakat bir
türlü geri çıkmadığı Kıbrıs’ı “hasta adam” Osmanlı’dan alamayan fırsatçı
İngiltere, bu anlaşma ile resmen almıştı.
Sadece Kıbrıs mı?
İlaveten Batum, Musul-Kerkük ve Uşi Antlaşmasıyla bize bağlı olan adalar… ayrıca
antlaşmada yer alan Osmanlı borçlarının, boğazlar meselesinin Türkiye’nin
aleyhine sonuçlanması… ve daha neler neler…
Bu antlaşma
sayesinde Osmanlı topraklarının bölüşülmesi sağlandı. Osmanlı Hilâfet Devleti,
topraklarının beşte dördünü bu anlaşma ile kâfirlere verdiler. Bunu yapanlar 3
Mart 1924’te Hilâfet’i ilga eden, halifeyi sürgüne gönderen yeni cumhuriyetin
kurucusu Mustafa Kemal ve avenelerinden başkası değildir.
Bu vakıaya
dikkatlice bakın ve “hasta adam” kim, siz karar verin!
Ayrıca zafer elde
ederek yüzölçümü yaklaşık 1,9 milyon km2 olan Afrika’nın en geniş
ülkesi olan Sudan[1]
ve yüzölçümü 1,2 milyon km2 olan Mısır gibi beldelerimizi alanlar
nasıl kaybetmiş oluyorlar, gerçekten anlamak zor.
Yine oyun kurucu mesabesindeki
İngiltere’nin bu anlaşmanın takdiminde temsilcisini ifade edişindeki kibre
bakın:
“Majeste Büyük
Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı ve Denizler Ötesi İngiliz Ülkeleri Kralı,
Hindistan İmparatoru adına çok Sayın Sir Horace George Montagu Rumbold, Baronet,
İstanbul’da Yüksek Komiser.”
Bu ifadelerin Lozan’da
kaybedenin kendini takdimi olmadığı kanaatindeyim!
Nitekim kazananlar
ve emredecek olanlar böyle hitap eder. Hatırlayın, Alman İmparatoru Şarlken’e
esir düşen Fransa Kralı Fransuva’nın serbest bırakılması için Kanuni’nin
yazdığı mektup nasıldı?
“Ben ki, sultanlar
sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki
gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun,
Karaman’ın, Rum’un, Dulkadiroğluları Vilayeti’nin, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın,
Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin,
Kudüs’ün, bütün Arap memleketlerinin, Yemen’in ve daha nice ülkelerin ki, büyük
atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle
fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer
getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı
olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.
Sen ki Fransa
vilayetinin kralı olan Françesko’sun...”
Sizce İngiltere’nin
hitabında kaybeden havası var mı?
Tabii ki Lozan işin
başlangıcı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti başlangıçtaki tavrını yıllarca devam
ettirmiş, hiçbir zaman Batılıların arasına alınmamış fakat her daim
yenilgisinin perçini olacak hizmetlerini sürdürmüştür.
Cumhuriyetin
ilanından bu yana bir asra yakın bir süre geçmesine rağmen Türkiye, hayali ile
yatıp kalktığı o “çağdaş, muasır” medeniyet seviyesine ulaşamadı. Tam aksine
her geçen gün yeni şok ve sarsıntılarla uyandı. “Medeni devletler” seviyesine
ulaşma maksadı uğruna, birçok değerlerinden vazgeçmiş ve devletlerarası konumda
köle durumuna düşmüştür.
Türkiye’de dış
politika hiçbir zaman bağımsız olmamıştır. Olayların arkasında ABD veya
İngiltere/AB gibi dış güçler mutlaka var olmuştur. Osmanlı’nın cihadı bırakması
ile boşalan dünya siyasi liderliği uzun yıllar İngiltere liderliğinde şekil
almış, ardından Fransa, Almanya, Rusya ve ABD dünya siyasetinde söz sahibi
olmuş, II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere, Rusya ve ABD dünyaya yön veren üç
ülke olmuştur. İngiltere, 1961 yılında ABD ve Rusya’nın anlaşması ile dünya
siyasetinden düşürülmüş ve Soğuk Savaş süreci başlamıştır. 1991 yılındaki
yeniden yapılanma (perestroyka) ile Gorbaçev döneminde ABD eliyle Rusya da
dünya siyasetinden düşürülmüştür. O günden beri de ABD küreselleşme gemisini
kaldırmış dünya siyasetinde tek aktör olmuştur. İsteyerek ya da siyaseten
gemiye binenler de pastadan katkıları kadar paylarını almışlardır.
Türkiye ise bu
siyasi süreçte hiçbir şekilde etkili bir devlet olamamış, kendisini bağımsızlık
hülyasına kaptırmış fakat bir türlü siyasi ve ekonomik olarak ABD ve AB’nin
hegemonyasından kurtaramamıştır.
Dış politika ve devletlerarası
arenada etkisizlik
Türkiye Cumhuriyeti
1923’ten bu yana dış politika ve devletlerarası arenada hiçbir zaman etkili
olamadı. Nitekim bir ülkenin kendi ayakları üzerinde durabilmesinde iki önemli
unsur bulunmaktadır. Bunlardan biri yönetim nizamı ve ona bağlı siyaseti,
diğeri ise ekonomisidir. Cumhuriyet kurulduğundan beri hükümetler, ekonomide uzun
yıllar dış borçlanmaya gittiler. Üretim neredeyse ülkede yok mesabesinde kaldı.
Ülkede sadece tarım ve hayvancılık vardı. Dış borç sürecini, yakın tarihi en
azından son 30 seneyi takip edebilen yaşta olanlar IMF’in güdümüne geçirdiğimizi
bilirler. IMF İngiliz sömürgelerini ya da etki alanlarını ABD’nin ele geçirme
araçlarından sadece birisidir.
Dünyanın hiçbir
ülkesinde IMF reçetesiyle ekonominin kalkındığını görmek mümkün değildir. Dolayısıyla
IMF nedeniyle ekonomiler Amerikan ekonomisi bağlanmıştır. Her ne kadar son
yıllarda IMF artık devre dışı kalmışsa da ekonomi dış borçlanmada rekor
düzeydedir. Hâlen swap anlaşmaları ile dış borçlanmaya gidilmektedir. Bunlar
ekonomik açıdan içinde bulunulan durumlardır. Siyaseten içinde bulunduğumuz
durum daha da içler acısıdır. Yönetim nizamımız tamamen birbirine uyumsuz bir
puzzle parçaları gibidir. Parçalar arasında Avrupa’dan gelmiş olmalarının
dışında bir ahenk, uyum görmek mümkün değildir. Neredeyse tüm kanunlarımız
revize edilmiştir. Her gün yeni kanunlar, kararnameler vs. ile yönetim nizamı
frenkeştayna benzedi. Şeklen var ama işlevsel olarak olması gerekenden çok
uzak…
Dış politika da bu
minvalde başlangıçtan günümüze böyle geçti; seslendiğimizde sesimizin duyulduğu
adalar Ege’de elimizden alınmış fakat anca Yunanla “it dalaşı” yapmaktayız.
Kıbrıs’ın durumu ortada… Bölgemizde sırasıyla Irak, Suriye şimdi de Libya
sorunları nüksetmiş fakat biz sadece pansuman ve egemen güçlerin taşeronluğunu
üstlenmekten öteye gidemedik. Sadece böyle olsa iyi; Müslüman halklara ihanet
ve kanlarını heder etmekten başka bir politikamız olmadı.
İngiliz siyasi nüfuzu
Cumhuriyet Batı
hayranı askerler tarafından ilan edildi, tüm süreçte askerler rol aldı. Sanırım
son yıllara kadar da askerin ülkedeki etkisine kimsenin itirazı olmayacaktır.
İşte tüm bu süreçte İngiliz nüfuzunun etkilerini ülkemizde gördük. Katı laik
düşünce sürekli ülkede Müslüman halkın aleyhinde bir sistem işletti. Dış
siyasette de bu minvalde seyredildi ve sadece İngiliz çıkarları göz önünde
bulunduruldu. Bu süreçte zaman zaman ABD’nin müdahaleleri ile yön değiştirmeye
çalışılsa da 2007 yılında polis ekiplerinin başlattığı Ümraniye’deki bir
gecekonduya yapılan baskınla çok sayıda el bombası, TNT kalıpları, plastik
patlayıcılar bulunması üzerine kırılma yaşadı ve ilk defa askere karşı ciddi
müdahaleler gerçekleştirilerek, kurucu zihniyete darbe vuruldu. İngiltere’nin
ülkedeki tüm gücü askere ve askerin himayesindeki diğer unsurlara bağlıydı.
Askerin zayıflaması ve darbe alması tüm diğer unsurların da zayıflaması
anlamına geliyordu. Nitekim öyle de oldu. Ergenekon ile başlayan süreç
İngilizlerin siyasi nüfuzunun önce kırılması sonra da adım adım sökülüp
atılması neticesine götürdü ülkeyi.
ABD siyasi nüfuzu
Peki, İngilizlerin
zayıflatılması ülkede Müslümanların lehine mi oldu? Tabii ki hayır. Bir kâfir
ülke nüfuzundan bir başka kâfir ülke nüfuzuna geçiş yaşadık. Yani Lozan’da
iddia edilen “bağımsızlık” hâlen gerçekleşemedi. Katı laik ve İslâmi sembollere
tahammülü olmayan İngiliz siyaseti yerini daha soft, dinlerin hayatta
görüntüsüne tahammül eden laisizm düşüncesine sahip ABD politikalarına terk
etti. Ancak dinî görüntülerin çoğalması Müslümanların sistemle entegresine
sebebiyetten başka bir şey değildi. Nitekim dindar neslin geldiği noktayı
görebilmekteyiz.
İç siyasette durum
böyleyken dış politikamız da ABD politikası çerçevesinde şekillenir oldu. Afganistan
ve Irak’ta pansuman hizmeti verdik. ABD’nin dünya siyasetindeki emelleri uğruna
Müslümanlar katledildi fakat biz ülke olarak “barış gücü” adı altında
Müslümanlardan kazanılmış bölgelerin kalıcılığını sağladık. ABD politikalarına
hizmet ettik. Suriye kıyamında Müslümanlar ayaklandı ve rejimin düşürülmesi
mücadelesine girdi, İslâmlarını hâkim kılmayı istedi… Peki, Türkiye ne yaptı?
Rejime karşı göründü fakat tüm adımları mücahitlerin aleyhine oldu. Her devreye
girişinde rejim, kaybettiği şeyleri Müslümanlardan bir bir geri aldı. “Suriye’de
devrimin Türkiye eliyle çalındığını” söylesek yanlış olmaz. Evet, Rusya ve
İran rejimi desteklediler ancak mücahitleri devre dışı bırakma, pasifize etme
işinin tamamını Türkiye gerçekleştirdi. Nitekim Müslümanlar her zamanki gibi
masada kaybettiler, savaş alanında kazandıkları hâlde…
Peki, sırada ne
var? Sıradaki ülke Libya tabii ki. Suriye’de ABD’nin planlarını hayata
geçirmedeki başarıları nedeniyle Libya’da da aynı rolü oynamaları üzerine iş, Türkiye
ve Rusya’ya tevdi edildi. Bir farkla bu sefer bölgedeki destekçi devlet İran
değil Mısır. Yani Trump’un en sevdiği diktatörü!
Gelinen nokta:
sadece Suriye’nin yeniden imarında işlerin müteahhitlerimize verilmesi ve Libya’dan
petrol alabilmek için Müslümanlara ihanet eden bir Türkiye.
Bu yazı bir siyasi
analiz değil dolayısıyla tüm bu ifade ettiklerim; ülkenin vakıası olmakla
beraber canhıraş cumhuriyet mücadelesi verenlerin ülkeyi getirdiği hâli
resmetmek.
Bir asırdır ümmetin
saf beyinlerine küfrün çirkin mefhum ve düşüncelerini akıtarak İslâm’ı geri
kalmışlığın sebebi sayanlara soruyoruz: Acaba bir asır önce ilan etmiş olduğunuz
cumhuriyet sistemiyle bugün kalkınabildiniz mi? Teknolojik, siyasi ve ekonomik
olarak Amerika ve Avrupa’ya olan esaretinizden başka ne elde ettiniz?.. Elbette
ki bu sorulara cumhuriyetçi, laik, demokratların verecekleri bir cevapları
yoktur. Her gün bataklığa saplanan ülkenin son günlerdeki hâli ve düşmüş olduğu
acziyet galiba bu soruların en doğru cevabını teşkil etmektedir.
Evet, bu devlet
çökmüştür. Aynen efendilerinin dünyaya pazarladığı kapitalizm gibi… ve yine doğmadan
çöken komünizm gibi...
Lakin şafak, İslâm
için aydınlanmaktadır. Kutlu müjdenin gerçekleşmesi an meselesidir. İslâm
davetçileri devletlerini kurmak, İslâm’ı bir hayat nizamı hâline getirmek,
Müslümanlara izzet ve şereflerini iade etmek için çalışmaktadır. İnsanlık
içinde bulunduğu çaresizlikten sadece ve sadece İslâm ile kurtulur.
[قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى
اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ
تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةٌ
عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ
يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا
فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ
يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ
تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةً
عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ] “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi:
Allah’ın bulunmasını dilediği müddet, içinizde nübüvvet olacaktır. Onu
kaldırmayı dilediğinde onu kaldırır. Sonra nübüvvet minhacı üzere Hilâfet
olacaktır. Allah’ın dilediği kadar kalacak, dilediğinde onu da kaldıracaktır.
Sonra ısırıcı (zalim) yöneticiler olacaktır. Allah’ın bulunmasını dilediği
kadar kalacak, kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra zorba
yöneticiler olacaktır. Allah’ın bulunmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı
dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra nübüvvet minhacı üzere Hilâfet
olacaktır.”[2]
[1]
Sudan bölündükten sonra Afrika’nın üçüncü en büyük ülkesi konumuna geriledi.
[2]
Ahmed Bin Hanbel, Müs. Kufiyyin, 17680


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış