CUMHURİYETİN BAŞKA BİR YALANI: EKONOMİK KALKINMA PLANI

Suat Altıparmak

Tarih boyunca yöneticiler, toplumları istedikleri bir çizgide tutabilmek, sevk ve idaresini yapabilmek ve hatta onları belirledikleri alana çekmek için inanç ve ekonomi kavramlarını aktif olarak kullanmışlardır. İslâmiyet’in doğuşu ile birlikte gerek inanç gerekse ekonomi kavramı, yüce yaratanın istediği bir alanda seyreder olmuş, artık devlet otoritesi ile bu ve diğer tüm işleyiş, şer’î ahkama göre uygulanmıştı.

Tarih sahnesine bakıldığında ise inanç ve ekonomi kavramları İslâm Devleti zamanında ufak aksaklıkların dışında mükemmel bir seviyeye ulaşmış gerek fertlerin gerek toplumların gerekse devletin karşılaştığı birçok sorun daha kaynağında iken çözüme kavuşturulmuştur. Ancak 1924 yılına gelindiğinde İslâm’ın devlet vasfı ortadan kalkmış Müslümanlar için inanç ve ekonomi kavramları hiç olmadığı kadar kötü ve karmaşık bir hâle gelmiştir.

Cumhuriyet tarihine baktığımızda, ekonomi ve iktisat sistemi kavramlarının bir asır boyunca gerçek manada bir başarı sağlayamadığını ve hatta yalanlar üzerine kurulu olduğu söylemek yanlış olmaz. Çünkü ekonomik kalkınmanın önündeki engel, ekonominin işleyişindeki aksaklıklar değil, bizzat kapitalist iktisat sisteminin kendisidir. Gelin şimdi cumhuriyet tarihinin yalanlar üzerine kurulu olan ekonomik kalkınma planlarına bir göz atalım.

Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğunda siyasal devlet gücü yoktu. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin siyasal gücünden de mahrum kalınca başta ekonomi olmak üzere birçok alanda sıkıntılar Müslüman halk üzerinde cereyan etti. Ancak dönemin CHP zihniyetinin tek derdi İslâm’ı, hayat sahasından ve Müslümanların zihinlerden uzaklaştırmaktı. Tüm gücünü, tüm enerjisini ve ellerinde bulunan tüm kaynakları bunun için harcayıp Batı fikirlerinin bu topraklarda hüküm sürmesinin taşeronu oldular. Öyle ki Hindistan'dan, Bangladeş'ten, Mısır'dan, Filistin'den, Özbekistan'dan Hilâfet’in kurtarılması için gönderilen para ve değerli madenlere el koyup onunla ilk ulusal banka olan İş Bankası’nı kurmuşlardı. Sadece bu bile Müslümanların nasıl bir zihniyetin elinde rehin kaldığını göstermeye yeter de artar bile.

1914 yılında 1 Osmanlı lirası 3,7 dolar ederken, cumhuriyet sonrasında 1 Türk lirası 1,67 dolar olmuştur. Cumhuriyet ile birlikte paranın değeri çok ciddi şekilde düşmüştür. Devletin siyasal gücü ne kadar güçlü ise onun parası da bir o kadar değerlidir. Kaldı ki 1900 sonrası Osmanlı Devleti hem ekonomik olarak hem de siyasi olarak çok da parlak bir dönemde değildi. Ancak onun devlet varlığı bile dünya sahnesinde çok ciddi bir ağırlıktı. Çeşitli yalan ve aldatmacalar ile Osmanlı’nın yıkılması ve akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti hem siyasal hem de ekonomi olarak son derece zayıf bir hâldeydi. Sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynakları da sömürgeci devletler ile yapılan anlaşmalar ile elinden gitmişti. Öyle ki tarih sahnesinde Amerika devleti, ticaret anlaşması gereği 29 yıl boyunca Osmanlı’ya vergi ödemişken, şu an sahip olduğumuz boğazların bile kontrolü Türkiye Cumhuriyeti’nde değildir.

Siyasal devlet gücünün ekonomiler üzerinde direkt etkisi vardır. Cumhuriyeti ilanından sonra zayıf bir ekonomi ile yola çıkan Türkiye, bazı kalkınma planları yapmış, iktisat kongreleri düzenlemiş olsa da çok fazla bir başarı sağlayamamıştır. Çünkü I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında yaşanan, 1929 krizi tüm dünyayı etkisi altına aldığı gibi Türkiye’yi de ciddi manada etkilemişti. Batı’ya dayalı bir nizam uygulayan cumhuriyet rejiminin, Batı’da yaşanan ekonomik sarsıntılardan etkilenmesi son derece tabiidir.

Ekonomi ne zaman kötü olsa dönemin iktidarları tarafından yapılan ilk iş, kalkınma paketleri adı altında ekonomi yalanları uydurmaktır. Ve bir asırdır ekonomi alanında yapılan reform paketleri birkaç ufak iyileştirmenin ötesine geçememiştir.  Cumhuriyet tarihi ekonomi karnesinin hiçbir zaman iyi olmadığını göz önünde bulundurduğumuzda her iktidarın ekonomi aldatmacalarına girmesi kaçınılmaz olmuştur.

1929 yılında küresel bazda yaşanan krizin etkileri tüm dünyada uzun süre devam etmiştir. Akabinde yaşanan II. Dünya Savaşı ile birlikte dünyada güç dengeleri değişmiş olup, artık ABD’nin siyasi ağırlığı kabul edilmiş, ekonomi alanında ise dolara endeksli bir iktisat nizamı kurulmuştur. 1944 yılında, ABD’nin Bretton Woods kasabasında toplanan Birleşmiş Milletler, para ve finans üzerine bir konferans yaptılar. Bu konferans ile birlikte 44 ülke Bretton Woods olarak anılacak bir anlaşma yaparak altına dönüştürülebilir tek paranın dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerinin de dolara endekslenmesine karar verdiler. Yapılan bu anlaşmaya göre tüm devlet paraları dolara endekslenirken, 1 ons altın da 35 dolar olarak belirlendi. ABD ise bu kur üzerinden dolar getiren ülkelere karşılığında altın vermeyi taahhüt etti. Bu işlem sadece dolar ile sınırlandırıldı. İşte Dünya Bankası ve IMF kurumları da bu anlaşma ile birlikte kurulmuş olup, amacı dünya ticaretini güçlendirmek ve devletlerin ihtiyacı olan kaynakları temin etmek olduğu vurgulanmıştı. Ancak asıl amaç ABD’nin çıkarlarını korumaktı ki nitekim öyle de oldu.

Türkiye açısından bakacak olursak 1946 yılında kurulan Demokrat Parti Dönemi’ne kadar İngilizci bir siyaset benimsenmiş ve CHP’nin tek partili dönemi yaşanmıştır. Ekonomik açından ise devletçi bir ekonomi modeli benimsenmiş olup, tarım ve sanayi alanında bazı kalkınma hamleleri yapılmak istense de gerek Türkiye’nin zayıf oluşu gerekse dünyada yaşanan gelişmeler nedeniyle kalıcı bir ekonomik kalkınma sağlanamamıştır. 1944 yılında SSCB’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemesi ayrıca boğazların denetiminin kendisine bırakılmasını istemesi SSCB tehdidinden uzaklaşmak isteyen Türkiye’yi Batı bloğuna yaklaştırdı. Bu yaklaşma sonucu Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Planı’na dâhil edildi. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin devletçilik anlayışını değiştirmesi sonucunu doğurdu. CHP bu değişimi "yeni devletçilik" kavramı ile belirtti. Tabii ki bu durum Türkiye’nin koruyucu ve devletçi politikalardan sıyrılıp kapitalist sistemin içinde yer almasına sebep oldu.

II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ekonomisi iki önemli sorunla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye o yıllarda gıda ihracatı yapıyordu ve savaş dolayısıyla da fiyatlar yüksek olduğu için geliri artmıştı. Fakat savaş sonrası fiyatlar normale döndüğünden, yüksek fiyatlarda ihracat yapan Türkiye'nin gelirlerinde azalma söz konusu oldu. Diğer yandan da Sovyetler Birliği'nin giderek artan baskısı karşısında ordunun terhis edilmemesi ülkenin ekonomisi üzerinde ciddi bir yük oluşturmaktaydı. ABD Başkanı Truman, 1947 başlarında daha sonra "çevreleme" olarak adlandırılacak politikasının ilk adımını atarak ve kendi adıyla anılacak doktrini ilan etti. Başkan Truman, Sovyetler Birliği baskısı ile karşı karşıya olan Türkiye ve Yunanistan’a toplam 400 milyon dolarlık askerî yardım yapılacağını duyurdu. Bu doktrin ile ABD "Batı Bloku"nu oluşturma yönünde de önemli bir girişim başlatmış oldu. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, ABD'nin Avrupa'nın yeniden imarı için ekonomik yardım yapacağını açıklayarak “Marshall Planı” olarak isimlendirilen çözüm önerisini getirdi. Türkiye'nin de içinde bulunduğu 16 Avrupa ülkesi, aynı yılın Temmuz ayından itibaren Paris'te toplanarak Avrupa'nın ABD yardımı ile kalkınmasını sağlayabilmesi doğrultusunda planı hazırladılar. Planı kabul ettiklerini açıklayan Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, İngiltere, İrlanda, İtalya, İzlanda, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre, Türkiye ve Yunanistan'dan gelen temsilciler Temmuz 1947’de Paris'te Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı’nı topladılar. 1948'de Marshall yardımlarının dağıtımı için Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC) kuruldu.

 Türkiye’de ise 1947 yılında oluşturulan Vaner Planı ile kendini gösterdi. Vaner Planı tarım öncülüğünde gelişmeyi temel alan bir plan olduğu için devletin etkisi azaltılacak, politik ve ekonomik liberalizasyon sağlanacak, özel kesimin önü açılacaktı. Gerekli mali kaynak ise Marshall Planı çerçevesinde yurtdışından kredi şeklinde sağlanacaktı. Ne var ki plan daha henüz başlamışken rafa kaldırıldı.

Demokrat Parti’nin 1950 yılında tek başına iktidar olması ile birlikte Türkiye’de Amerikancı bir siyaset ve çok partili bir dönem resmen başlamış oldu. Demokrat Parti devletin ekonomik hayata müdahalesini yoğun bir şekilde eleştirmiş, ekonomik kalkınmanın özel sektör eliyle olacağını savunmuştur. Daha iktidarının ilk yıllarında ithalata getirilen kısıtlamalar kaldırılmış, kredi faizleri düşürülerek özel sektörün daha fazla kredi kullanımı teşvik edilmiştir. Bu dönemde yabancı sermaye girişini teşvik etmek amacıyla ilk kez yasal mevzuat oluşturulmuştur.

Marshall yardımıyla gelen traktörlerle hazine topraklarının, meraların ekime açılması ve tarım için olumlu hava koşulları, seferberlik sona erip genç erkek nüfusla iş kaynaklarının tarıma dönmesi eklenince tarım üretimi 1947- 1953 arasında yılda %10’un üzerinde artmıştır. Ayrıca Kore Savaşı’nın getirdiği yüksek konjonktür (1951-1953) dünya piyasasında hammadde fiyatlarını fırlatmış ve pazarları genişletmiştir. Nihayet Türkiye’nin II. Dünya Savaşı yıllarında 127 ton altın ve 13 milyon dolar döviz rezervi bulunmaktaydı[1]. Ne var ki 1953 yılının sonuna gelindiğinde bunların tümü tükenmiş üstelik hava koşulları da tersine dönmüştür. 1950’de 22,3 milyon dolar olan dış ticaret açığı 1952’de 193 milyon dolara varmıştır.

1960-1980 dönemleri arasında da benzer kalkınma planları hazırlanmış ve beşer yıllık dönemler hâlinde uygulamaya konulmak istense de, kamu harcamalarının oluşturduğu mali yük neticesinde merkez bankası yine borçlanma yoluna gitmiştir. 1963 yılında 964 milyon dolar olan dış borç 1983 yılına gelindiğinde 2,2 milyar dolara çıkmıştır. 1970’lerden sonra ise başta emlak vergileri olmak üzere bir dizi yeni vergiler uygulamaya konulmuştur. Ayrıca bu dönemlerde gelen darbe ve sıkıyönetimin etkileri halkı fakirlik uçurumuna iyice sürüklemiştir.

1990’lı yıllar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık dönemlerinden biridir. Siyasi alanda olan güç savaşları, artan terör olayları, suikastlar, faili meçhuller, ekonomik krizler ve darbeleri içinde barından karanlık bir dönemdir bu dönem. 1990'lı yıllarda devlet ağırlıklı olarak harcamaları için kamu bankalarından borç kullanmaya başladı ve zaman içerisinde çok ciddi bir borç yükünün altına girdi. 1994 yılında yine kamu harcamalarından dolayı bütçe ve cari açık yükselmiş ve akabinde yine ekonomik kriz yaşanmıştır. Dolar bir gecede %14 artış gösterirken, tekel ve akaryakıt ürünleri olmak üzere birçok üründe vergi artışları yapılmıştır. Aynı şekilde 1998 krizi ve 1999 yılında yaşanan iki büyük deprem Türkiye ekonomisini derinden etkilemiştir.

2001 yılında gelindiğine ise cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi yaşanmıştır. Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasındaki tartışma sonucu oluşan siyasi kriz, bir anda tüm ülkeyi etkisi altına alan ekonomik bir krize dönüşmüştür. Türkiye'nin Şubat 2001 ekonomik krizi; beklenmedik ölçüde ekonomik daralmayla sonuçlanmasının ötesinde, ülkenin orta vadedeki perspektifini değiştiren yeni koşulları da beraberinde getirmiştir. 2001 krizi ile birlikte; Türkiye öngörülemeyen, darboğaza kadar giden, bir finansal krizin eşiğine geldi. 2000 yılı Türkiye için hem bir ekonomik canlanma hem de bir çöküş yılıdır. Türkiye 1999 yılının sonunda ekonomik açıdan son derece karamsar bir görünüm içerisindeydi. Ekonomi %6,1 oranında küçülmüştü. Enflasyon %70'e ulaşmış, bütçe açıkları büyümüş, hazine faizlerinin yıllık ortalama bileşik oranı %106'ya ulaşmıştı. Bu koşullar altında Türkiye, 1999 yılında IMF'nin stand-by desteği ile üç yıllık bir programı uygulamaya koyduğunu açıkladı. “Enflasyonu Düşürme Programı” olarak adlandırılan bu program, döviz kurunu nominal çapa olarak kullanan para ve kur politikasının yanı sıra çok sayıda yapısal düzenleme içeriyordu. Mayıs 2001'de Kemal Derviş'in açıkladığı "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" adıyla hazırlanan plan kapsamında krizin çözümü için IMF ve Dünya Bankası’ndan krediler alınmış, özelleştirmenin önü açılmıştır.

2001 krizinin öncesine ve sonrasına baktığımızda yine yönetenlerin ve sermayedarların servetlerini artırdığı halkın ise fakirleştiğini görmekteyiz. İflas eden işyerleri, borç yüküne batan esnaf, işten çıkarılan işçiler, kur artışı ile sahip oldukları ellerinden giden vatandaşlar ve oluşan açığın vergiler ve zamlar ile halka yüklenmesi kaçınılmaz olmuştur.

2001 krizi Türkiye için yeni bir siyasal oluşumun da başlangıcı olmuştur. Nasıl ki her krizin akabinde yeni bir düzen inşa ediliyorsa 2001 krizi de AK Parti’nin doğmasına ve sonraki 18 yıl tek başına iktidar olarak Türkiye’yi yönetmesine zemin hazırlamıştır. 3 Kasım 2002’de yapılan Türkiye geneli erken seçimi ile AK Parti oyların %34,3’ünü alarak tek başına iktidar olmuştur. AK Parti’nin en büyük seçim vaatleri ekonomi alanında idi. Çünkü halkın genelinde ekonomi ile alakalı ciddi bir bekleyiş, devlet tarafından uzatılacak bir yardım eli herkesin tüm beklentilerinin en öncelikli konusuydu. Ancak demokrasilerde yöneticilerin veya partilerin değişmesi ekonomi ile alakalı süreç üzerinde çok etkin değildir. Çünkü sorun kişilerden veya partilerden değil bizzat nizamın kendisinden kaynaklanmaktadır. AK parti ile Türkiye gerek siyasi gerekse ekonomik atılımlar yapmıştır. Ancak meselenin özüne inildiğinde pozitif görünen ekonominin arkasında bazı suni meseleleri görmek hiç de zor değildir.

Ekonomistlerin en parlak dönem diye adlandırdıkları 2003-2008 arasındaki döneme baktığımızda ekonomi alanında bir canlılık görmek mümkün. Ancak bu canlılığın en büyük sebebi, Irak tezkeresi dolayısıyla gelen para ve özelleştirme ile satılan kamu mülklerinden kaynaklanmaktadır. Yani bir nevi dışardan gelen paraların oluşturduğu geçici bir süreçti bu süreç. Sonrasında 2008 yılında yaşanan ABD merkezli finansal kriz, oluşan bu pembe tabloyu dağıtmaya fazlasıyla yetmiş, kurlarda yine artış meydana gelmiştir. Dünya 2008 krizinin etkilerini hâlen atabilmiş değildir. 2011 yılında başlayan Arap Baharı ve küresel güç dengelerinde yaşanan değişiklikler, ekonomi alanında ciddi sarsıntılar meydana getirmiştir. Son olarak ise 2019 sonunda başlayan coronavirüs salgını, kapitalizmin balon etkisini açığa çıkarmıştır. Virüsün oluşturduğu ekonomik kriz, tüm devletleri ciddi manada sarsmış, devletler ardı ardına destek paketleri açıklamak zorunda kalmışlardı. Ancak Türkiye gibi ekonomisi zayıf ve dışa bağımlı ülkeler böylesi bir süreçte çok daha fazla zarar görmüştür. Hükümetin, çözüm olarak bankalardan kredi çekmeyi, kredinin banka şubelerine gitmeden online olarak ulaştırılmasını ekonomik destek olarak sunmaları ise ayrıca trajikomiktir. Nitekim 2020 yılı içinde yaşanan ekonomik gedik her geçen gün büyümekte, döviz ve altında olan yükseliş önlenememektedir.

Sonuç olarak cumhuriyet tarihinin ekonomi karnesine bakacak olursak içinde en çok rastlayacağımız şey, düzenli bir şekilde söylenen ekonomi yalanları olacaktır. Hangi döneminde olursa olsun, her gelen iktidar, her gelen yönetici ekonomiyi düzelteceği vaadi ile gelmiştir. Ancak sorunları çözmeyi bırakın hepsi daha da karmaşık bir hâle getirmişlerdir. Çünkü ekonomi ile alakalı sorunlar, kural, kaide ya da politikalardan değil, iktisat sisteminin bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Daha bu makaleye girmeyen birçok konu var ki onlarla iktisat sisteminin nasıl bozuk bir temel üzerine bina edildiğini görmek hiç de zor olmaz.

Halkın kendi kendisini yönetmesi masalı altında, zenginler ve yöneticiler tüm devlet kaynaklarını kendi çıkarları için kullanmakta, kamuya ait olan her şeyi aralarına taksim etmekteler. Lüks kamu harcamalarının ve faize dayalı bankacılık sisteminin oluşturduğu mali açığı da vergi ve zamlar ile halkın sırtına yıkmaktalar. İşte bakın bir asır boyunca yaşanan krizler, darbeler, ekonomik buhranlar, hepsi ya kapitalizmin ya da yöneticilerin güç savaşından kaynaklanmaktadır. Ancak ustaca manevralar ile bir asırdır Müslüman halk uyutulmakta ve hatta faiz gibi büyük bir günahın içine atılmaktadır.

Tüm sorunların sahih çözümleri nasıl ki İslâm’da ise iktisat konusunun da en doğru ve en sahih çözümü İslâm’ın hükümlerindedir. İslâm’ın iktisat sistemi daha sorunları kaynağındayken çözer ve problemler hiç başlamaz. Ortaya çıkan sorunları da İslâm şeriatına göre çözerek problemi en doğru bir şekilde çözüme kavuşturur. Gerek ekonominin temelini oluşturan servet ve onun adil dağılımı olsun, gerek ticaretin sağlıklı şekilde işleyişini sağlayan akit meselesi olsun, gerekse kamu ile alakalı gelir ve giderlerin tafsilatlı bir şekilde kayıt altına alınması olsun, İslâm iktisat nizamı bunu şer’î ahkâma göre yapar. Bunun sağlıklı bir şekilde işlemesi için de devlet otoritesini kullanır. Böylelikle hem Allah’ın razı olacağı bir iktisat nizamı hayatta uygulanır hem de servetin cumhuriyet rejimlerinde olduğu gibi, bir gücün elinde birikmesi önlenir.

Dolayısıyla şu an gerek Türkiye’yi gerekse tüm dünya devletlerini içinde bulundukları ekonomik çöküntüden kurtaracak tek sistem, İslâm Devleti eliyle uygulanacak olan İslâm’ın iktisat sistemidir.



[1] DİE, 2003


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz