Koronavirüs, namıdiğer Covid
19 hakkında sanırım yazılmayan, söylenmeyen, açıklığa kavuşmayan bir husus
kalmamıştır. Dolayısıyla onun tedebbürü yapıldı, ayan olmayan kısmı kalmadı.
Lakin tefekkürü henüz insanlık açısından net değil. Herhâlde ileriye dönük etkileri
ve insanlıkta bırakacağı iz henüz kestirilebilmiş değil. Ekonomik ve siyasi
açıdan dünyanın gidişatının virüs öncesi gibi olmayacağı kesin görünüyor. Ancak
virüsün ekonomik ve siyasi yönü ve virüs sonrası dünyaya ve coğrafyamıza
etkilerinin boyutu bu sayımızdaki diğer makalelerin konusu olacak. Ben ise daha
çok onun psikolojik etkilerinden bahsedeceğim.
Koronavirüs
hayatımıza girdiğinden beri kendimize izole bir hayat kurduk. Evlerimize
kapandık, sosyal mesafe ve temizlik tedbirleri ile kendimizi koruma altına
aldık.
İstatistiksel
olarak hastalık ve salgınlar düşük sosyoekonomik seviyedeki toplumlarda daha
sık görülürken koronavirüsün her yaş ve sosyoekonomik seviyeden insanı
etkilemiş olması “Boş ver bize bir şey olmaz!” diyen vurdumduymaz kesimi
dahi ciddi önlemler almaya sevk etti. Tehlikenin insan ayırt etmediği insanlık
için aşikâr oldu.
Toplumsal olarak
psikolojik tepkiler vermeye başladık. Yeni bir yaşam tarzına bürünüyoruz. Rahat
bir şekilde evimizden dışarı çıkamamak, birbirimize yaklaşamamak, dokunamamak,
normal sohbetler edememek, bir kahve içememek… Bütün bunlar bir gerilim
atmosferi oluşturuyor üzerimizde.
Gelecekte
insanların ulaşacakları nokta “Koronavirüs fobisi” gibi görünse de bu daha
büyük bir şey. Tüm dünya ile birlikte korku, kaygı ve fobiler sarmalında
benliğini yitiren bir topluma dönüşüyoruz.
Korku dış kaynaklı
tehlikeye gösterdiğimiz duygusal bir reaksiyondur. Fobi ise bir nevi korku olmakla
birlikte normalde korkulmaması gereken bazı vakıa veya eşyaya karşı gösterilen
reaksiyondur. Kaygı da korku ile ilintilidir. Ancak korkularımız anlık gelişen
bir tehlikeye karşı verilen reaksiyonken kaygılarımız daha çok gelecekte
muhtemel tehlikeye karşı bir reflekstir.
İşte bunların
hayatımızı kuşattığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Aslında bütün
yönleriyle korkularımız kendisinden sakındığımız olay ya da nesneyle orantılı değildir
ve bizler bunu biliriz. Genellikle anlamsızlığına, gereksizliğine de inanırız ama
korkumuzla baş edemez ve korktuğumuz durumla karşılaşınca ya da karşılaşma
olasılığı olunca kendimizce önlemler geliştiririz.
Belki birçok TV
film ya da dizisinde rast gelmişizdir. Hatta son zamanlarda bazı takıntılılarla
ilgili programlar ülkemizde yerli versiyonlarıyla gösterime girmiş durumda. Koronavirüs
salgını ruh sağlığımızı derinden etkileyeceğinden bu dönemde obsesif kompulsif
bozukluğu olan yani yineleyici düşünce ve davranışlar gösteren hastalarda
davranış bozuklukları artacağı gibi bu hastalara yenileri de eklenecektir.
Takıntı ve endişeler kişilerin saatlerini alacak ve yaşantısını olumsuz yönde
etkileyecektir. Düşünmek istemediğimiz hâlde gün içinde defalarca zihnimizi
meşgul eden düşüncelerimizi, takıntılarımızı ve takıntılarımızın getirdiği
sıkıntılı hâli azaltmak amacıyla aynı şeyi tekrar tekrar yapmaktan kendimizi
alamayacağız. Kısacası sağlıklı ruh hâlimizi terk etmeye yönelik ciddi tehdit
altındayız. Belki de bu, koronavirüs tehdidini bize aratacak seviyelere
tırmanacaktır.
Mesela ileride
insanlarda travmatik davranışlar artacak, yüksek seslerden korkacağız, hastalık
bulaşacağı endişesiyle hayvanlardan korkacağız. Zaten yaygın olan uçağa binmekten,
iğne yapılmasından, kan görmekten korkmak gibi vakıalar, panik atak ve
dolayısıyla çarpıntı, yüz kızarması, titreme, bulanık görme, nefes darlığı,
ağız kuruluğu gibi belirtiler sıkça rastlanır olacak. Örneğin soğuk algınlığı
belirtileri, hafif öksürük, üşüme gelmesi gibi vücut sinyalleri aklımıza hemen koronavirüs
ve ölümü getirecek doğal olarak aşırı titizlik, temizlik takıntısı, olmayan
şeyleri görme veya depresyona girme vakıaları olağanlaşacak. Topluluklara
karışamayacağız çoğu zaman evlerimizi kendimize hapishane yapacağız.
Bütün bu yönleriyle
korku gerçekçi olmaktan çıktığı zaman, insanın psikolojik sağlığını
olumsuz etkiler hâle gelecektir. Şayet, hayatı olası tehlike odaklı yaşarsak,
olası bir durumla ilgili sürekli olumsuz tarafları görürsek, hayat bizim için
çok dar bir alana sıkışmış olur. Bu da hayatın üretkenliğini, amacını
kaçırmamıza yol açar. Böylesi bir haletiruhiye ile bir şey olur
korkusuyla çocuğunu okula göndermezsin, trafik kazası yapmak korkusuyla
araba kullanamazsın, hastalık kapar endişesiyle insanlarla kaynaşamazsın. Böylesi
bir haletiruhiyeye sahip bir kişinin hayatı nasıl olur? Muhtemelen azap içinde
azap olur.
Hiç şüphesiz
insanoğlu acizdir. Bunu tüm duyu organlarımızla algılamaktayız. İşte korkumuz
bu acziyetimizin tezahürüdür. Sığınılacak sağlam bir liman edinemediğimiz
sürece korkularımızla baş edebilmemiz mümkün değildir. Bir avuç ateist kesimi
istisna kabul edersek tüm dünya insanları da bu acziyetlerinin farkındalığı ile
kendilerini gözetip koruyacak bir inanç sistemine teslim olmuşlardır. Herkes
kendi “yaratanından” medet ummaktadır.
Yukarıda da ifade
ettiğim üzere özetle korku, gerçek veya beklenen bir tehlike karşısında gösterdiğimiz
fizyolojik tepkilerimizdir. Fakat hayatın içerisinde görmekteyiz ki hepimiz aynı
olaylara aynı reaksiyonu göstermiyoruz. İşte sorgulanması gereken husus
burasıdır. İnsanların davranışlarına yön veren şey nedir? Ya da insanlardan
bazıları gerçekten korkulması gereken durumlarla karşı karşıya gelmelerine
rağmen çoğunluğun hilafına, akıntıya karşı cesurca hareket edebilmekteler. Bu
cesaret gösterisinin cisimleştiği kimselerde korku mefhumu yok mudur? Yani
korkmadıkları için mi cesurca davranmaktadırlar? Mesela herkes evinden çıkmaya
korkarken tabipler ve sağlık sektörünün tüm personeli işbaşı yapabilmektedir.
Onları korkularına rağmen hastalığın ve ölümün kol gezdiği ortamlara sokan şey
sadece cesaretleri midir?
Bu minvalde gözlemlediğimiz
üzere bir kesim insan, korkularını dizginleyebilmekte hatta üzerine
gidebilmektedir. Çünkü korku aslında kontrol altına alınabilir bir duygudur.
Akıl ise onun hocasıdır. Duygularımız, hocasından ayrıldığında insan bir
felaketin tam ortasına düşer ve savrulmaya başlar. İşte insanoğlu hayatı kendi
benliğinde anlamlandırmadığında ya da yanlış anlamlandırdığında bu savrulma onu
belalar arasında gezdirecektir. Onun gün yüzü görmesine fırsat vermeyecektir. Çünkü
acziyete düştüğünde sığındığı limana başvuran insan teselli bulabilmelidir. Bu
teselliyi bulamadığında savrulma başlar. Fark ettiyseniz teselli dedim,
sıkıntıdan kurtulma demedim. Çünkü herkes ömrünü sorguladığında sıkıntısız bir
hayatın var olmadığını anlar. Ancak bununla birlikte sıkıntılara rağmen
bazılarımız teskin olabilmekteyken bazılarımız olamıyoruz, huzuru bulamıyoruz.
İşte bunun sebebi inanç sistemimizdir. Eğer hayatı vur patlasın çal oynasın bir
süreç olarak değerlendirirsek mutsuzluğumuz yinelenecektir. Çünkü daimî
mutluluk bu dünya hayatı için söz konusu değildir. Bunu fiilen
hissetmekteyiz. Aynı zamanda vahiy de bu
minvalde bizi bilgilendirmektedir.
[وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ
وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ
الصَّابِر۪ينَۙ] “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”[1]
Görüldüğü gibi
hayat imtihandan ve zorluklardan ibarettir. Zorluklar arasında bazen
rahatlamalar söz konusu olur. Sonra bir başka musibetle ömrümüzün
merdivenlerine tırmanırız.
[فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراًۙ] “Şüphesiz
güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”[2]
Ayet-i celileler
hem zorluğun hem de kolaylığın daimî olmadığını açıkça beyan etmektedir. Yani
tekdüze bir hayat mümkün değildir. Müslümanlar olarak bazı hususları
benliğimizde açıklığa kavuşturduğumuzda sanırım birçok şey problemi lehimize
çevirebiliriz.
Şöyle ki:
İnsanoğlu, öldüren
ve diriltenin sadece Allah Subhânehû ve
Teâlâ olduğunu idrak ettiğinde
sorunları ele alışı farklılık arz eder. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[وَمَا كَانَ
لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِ كِتَاباً مُؤَجَّلاًۜ] “Yazılı bir ecele
bağlı olarak Allah’ın izni olmadan hiçbir nefis ölecek değildir.”[3]
[اَللّٰهُ
يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا] “Ölümleri esnasında nefisleri Allah öldürür.”[4]
[رَبِّيَ الَّذ۪ي
يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ] “Dirilten
ve öldüren Rabbimdir.”[5]
[يَٓا اَيُّهَا
الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِاِخْوَانِهِمْ
اِذَا ضَرَبُوا فِي الْاَرْضِ اَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا
مَاتُوا وَمَا قُتِلُواۚ لِيَجْعَلَ اللّٰهُ ذٰلِكَ حَسْرَةً ف۪ي قُلُوبِهِمْۜ
وَاللّٰهُ يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ] “Ey iman edenler!
Yeryüzünde sefere veya savaşa giden kardeşlerine ‘Eğer yanımızda olsalardı ne
ölür ne de öldürülürlerdi!’ diyen kâfirler gibi olmayın. Allah bunu onların
kalplerine acı bir hasret olsun diye yerleştirir. Hâlbuki Allah diriltir ve
öldürür. Allah yaptıklarınızı görür.”[6]
[اَيْنَ مَا
تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ ف۪ي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍۜ] “Nerede olursanız
olun ölüm size yetişir. Sarp ve sağlam kalelerin içerisinde olsanız bile.”[7]
[قُلْ اِنَّ
الْمَوْتَ الَّذ۪ي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاق۪يكُمْ] “De ki, kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm size
ulaşacaktır.”[8]
[فَاِذَا جَٓاءَ
اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ] “Onların ecelleri
geldiği zaman ne bir an geri ne de ileri bırakılırlar.”[9]
[نَحْنُ قَدَّرْنَا
بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوق۪ينَۙ] “Aranızda ölümü şaşmaz bir plan çerçevesinde takdir
eden Biziz. Engel olabilecek hiçbir güç yoktur sizi öldürmemize.”[10]
[لَٓا اِلٰهَ اِلَّا
هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُۜ] “Ondan
başka hiçbir ilah yoktur. O can veren ve öldürendir.”[11]
Bu ayetlerden
açıkça anlaşılıyor ki, eceli sona ermediği sürece insan ölmeyecektir. Ölümün
sebebi ancak Allahu Teâlâ’nın takdir ettiği ecelin sona ermesidir. Can veren de
öldüren de Allahu Teâlâ’dır.
Ölüm hadiselerine
ve ölümün içinde meydana geldiği durumlar ise ölüme sebep değil, kendilerinde
ölümün meydana geldiği hâllerdir. Bunlar yukarıdaki ayetler göz önünde
bulundurulduğunda hiçbir zaman ölümün sebebi olamazlar. Ölümün sebebi ancak
Allah’ın takdir ettiği ecelin sona ermesidir. Sebep ve hâl/durum arasında fark
vardır. Sebep kesin olarak neticeye vardırır. Hâl ve durumlar ise böyle
değildir. Onlar bir olayın içinde bulunduğu vaziyet ve şarttır. Ölümün sebebi
gibi görünen, hastalıklar, kurşunlanmalar, yanmalar aslında sebep değildirler.
Bunlar olduğunda ölüm bazen vuku bulabiliyor bazen de vuku bulmuyor. Bazen de
bunların hiçbirisi olmadan ölüm meydana gelebiliyor. Bu da gösteriyor ki ölümün
tek sebebi vardır o da Allahu Teâlâ’nın takdir ettiği ecelin sona ermesidir.
İşte Müslüman ölüme
bu açıdan baktığı zaman Allah’ın rızasını kazanmak ve onun yolunda ölmek için
şevk ve cesaret sahibi olur. Şu hâlde kişinin nasıl öldüğü önem kazanıyor. Bu
minvalde Allahu Teâlâ kendisine kavuşmak isteyenlerin salih amel işlemekten
geri durmamalarını şöyle bildirmektedir:
[فَمَنْ كَانَ
يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ
بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا] “Artık
her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir
şeyi ortak koşmasın.”[12]
Salih amel işleme
yeri bu dünyadır. Burada salih amel işlemeyenlerin ahiretteki pişmanlıkları
fayda vermeyecektir. Nitekim ayet-i kerime şöyledir:
[وَلَوْ تَرٰٓى اِذِ
الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُوا رُؤُ۫سِهِمْ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ رَبَّنَٓا اَبْصَرْنَا
وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا اِنَّا مُوقِنُونَ] “O günahkârların,
Rableri huzurunda başları öne eğik halde ‘Rabbimiz, gördük, duyduk. Şimdi bizi
(dünyaya) geri döndür de salih amel işleyelim. Artık kesin olarak inandık!’,
diyecekleri zamanı bir görsen.”[13]
Ecel konusu ve
salih ameller kadar önemli bir diğer konu ise Allah’a tevekküldür. İlk
Müslümanlar tevekkülün vakıasını hakkıyla anlamışlar ve Allah’a hakkıyla
tevekkül etmişlerdi. Bundan dolayı da büyük işler gerçekleştirdiler. Böylece de
şiddetli zor durumlara atıldılar ve başardılar.
Müslümanlar,
hayatta istenilen yüce mevkilere tırmanmalarını gerçekleştirip geçmişteki
şerefin ve üstünlüğün zirvelerine ulaşabilmelerine ancak Allah’a tevekkülü
hakiki anlamıyla anlamaları ve Allah’a hakkıyla tevekkül etmeleriyle muvaffak
olabilirler. Nitekim, büyük işlerin başarılabilmesi, güçlerini sadece insani
gücün sınırları içerisinde mütalaa eden kimselerin eliyle mümkün olmaz. Zira,
bir insan sadece bu insani güce bakarsa onun görüş sınırları içerisindeki insan
gücü kadar çalışır. Böylece onun elleri ve kulaçları kısalır. O kişi büyük
işleri başarmak bir yana, basit işleri bile gerçekleştirmekten aciz duruma
düşer. Fakat, arzularını gerçekleştirmek için insan gücünün ötesinde kendisine
yardım eden bir kuvvetin varlığına inanan insanlar, bu kuvvete dayanarak kendi
kuvvetlerinden çok daha büyük işleri gerçekleştirirler. Yeter ki, kendi
kuvvetinin ötesinde kendisine yardım eden başka bir gücün var olduğuna itikat
etsin. O zaman insanın kudreti için sınır olmaz. Hatta Allah’a iman etmeyen ve
O’na tevekkülde bulunmayan bazı kimseler bile kendi güçlerinin ötesinde bir
gücün varlığını kabul ettiklerinde büyük işlere atılırlar. O halde, Allah’a
hakkıyla iman etmiş ve sadece O’na güvenen bir Müslüman nasıl olur? Kuşkusuz ki o, Allah’a olan tevekkülünden
dolayı bir gayrimüslimin gerçekleştirdiklerinden kat kat fazlasını
gerçekleştirebilir. Onun için Allah’a tevekkül etmek, İslâm ümmetini diri ve
hayatta tutan prensiplerden biri olduğu gibi İslâm fikirlerinin de en
ehemmiyetli fikirlerinden biridir.
Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
[اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ
لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ
وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ] “Eğer Allah size yardım ederse, size
galip gelen olmaz. Eğer sizden yardımını keserse Ondan başka kim size yardım
edebilir. Müminler Allah’a tevekkül etsinler.”[14]
[وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا
عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ] “Karar
verdiğin (azmettiğin) zaman, Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül
edenleri sever.”[15]
[اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ
الْمُؤْمِنُونَ] “Allah, kendisinden başka hiçbir ilahın bulunmadığıdır. Müminler,
ancak Allah’a tevekkül etsinler.”[16]
[وَلِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ
وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ الْاَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِۜ وَمَا
رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ] “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Bütün işler O’na
döner. Sen Ona ibadet et. Ve Ona tevekkülde bulun. Rabbin yaptıklarınızdan
gafil değildir.”[17]
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur:
[يَدْخُلُ
الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِى سَبْعُونَ أَلْفًا بِغَيْرِ حِسَابٍ قَالُوا مَنْ هُمْ
يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ هُمُ الَّذِينَ لاَ يَسْتَرْقُونَ وَلاَ يَتَطَيَّرُونَ
وَلاَ يَكْتَوُونَ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ] “Ümmetimden yetmiş bin kişi cennete
hesapsız girecektir, buyurdu. Oradakiler: Ey Allah'ın Rasulü! Onlar kimdir?
diye sorunca: Efsun yapmayan, bazı şeyleri uğursuz saymayan, vücutlarını
demirle dağlamayan ve (işlerinde) Rablerine tevekkül edenlerdir, buyurdu.”[18]
Ayrıca Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem tevekkülün sebep ve müsebbibi (sebebe götüren vesileleri)
terk etmek anlamına gelmediğini bildirmek için tevekkül ile birlikte müsebbibe
de sarılmayı emretmiştir.
[قَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَعْقِلُهَا
وَأَتَوَكَّلُ أَوْ أُطْلِقُهَا وَأَتَوَكَّلُ قَالَ اعْقِلْهَا وَتَوَكَّلْ] “Bir
adam (Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e): Ey Allah'ın Rasulü! Onu (devemi)
bağlayıp mı yoksa salıp mı Allah’a tevekkül edeyim? dedi. Dedi ki: Onu bağla ve
tevekkül et.”[19]
Bu hadis, bedeviye
devesini bağlaması, yani sebep ve müsebbibe sarılması için bir talimdir. Ayrıca
tevekkülün sebep ve müsebbibe sarılmayı terk etmek manasında olmadığını da
anlatmış bulunmaktadır. Sebep ve müsebbibe bağlanmak meselesi, tevekkül
meselesinden ayrı bir meseledir. Bu meselenin delilleri tevekkül için sınırlandırma
kılınmamalıdır. Allah’a tevekkül etmeleri Müslümanlar üzerine farz olduğu gibi
sebep ve müsebbiplere sarılmaları da şer’î delillerle farz kılınmıştır.
Bu iki meseleye ait
deliller birbirini sınırlandırıcı olmayacakları gibi birbirlerinin şartı da
değillerdir.
Bu süreçte ibadetin
büyüklerinden biri olan dua da çok önemlidir. Zira Allah katında dua kadar hoş
bir şey yoktur. Bu nedenle ve Allahu Teâlâ’nın sevabına nail olmak için
sıkıntıda ve hastalıkta, gizlide ve açıkta dua etmek mendupdur. Ancak Kur’an ve
Sünnet’te geçen yataktan kalkmak, eve girip çıkmak, camiye gitmek ve ona girip
çıkmak, abdest almak, namaz kıldıktan sonra, istihare namazını kılarken, yağmur
yağarken, şimşek çakarken, hilali gördüğünde, yemek yerken, hoşa giden bir şeyi
gördüğünde veya üzüntü duyduğunda, yolculuk ederken, hastalandığında, musibete
uğrayanları görürken, zalimlerle karşılaşırken veya Allah yolunda savaşırken ve
bunun gibi daha birçok durum için geçerli dua ve zikirlerle dua etmek daha efdaldir.
Musibetlerde duaların en efdali,
İmam Cafer es-Sadık’tan rivayet edilen şu dualardır:
“Başına dört
musibet gelen kimsenin dört şeyi unutmasına şaşıyorum:
1- Yüce Allah: [الَّذِينَ قَالَ لَهُمْ النَّاسُ إِنَّ
النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنْ اللَّهِ
وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللَّهِ وَاللَّهُ ذُو
فَضْلٍ عَظِيمٍ] “Onlar ki insanlar kendilerine; (düşmanınızdan) insanlar
size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun, deyince, bu söz onların imanını
artırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, dediler. Bundan dolayı
Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kötülük
dokunmadı. Ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük kerem sahibidir.”[20] buyurduğu
hâlde, korku musibetine uğrayan kimsenin [حَسْبُنَا
اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ] “Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.” sözünü
unutmasına şaşırıyorum!
2- Allahu Teâlâ: [وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي
مَسَّنِي الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ
فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِنْ ضُرٍّ] “Eyyub’a da lütfettik. Hani o Rabbine ‘Bu dert
(hastalık) bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin!’ diye dua
etmişti. Biz de onun duasını kabul ettik, kendisine bulaşan derdi (hastalığı)
kaldırdık.”[21]
buyurduğu hâlde, hastalık musibetine uğrayan kimsenin [أَنِّي مَسَّنِي الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ
الرَّاحِمِينَ] “Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin en
merhametlisisin!” sözünü unutmasına da şaşırıyorum!
3- Yine Allahu
Teâlâ:
[وَذَا النُّونِ إِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا
فَظَنَّ أَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَنْ لا إِلَهَ
إِلا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنْ الظَّالِمِينَ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ
وَنَجَّيْنَاهُ مِنْ الْغَمِّ وَكَذَلِكَ نُنْجِي الْمُؤْمِنِينَ] “Zünnun’a
(Yunus’a) lütfettik. Zira o, kavmine kızarak gitmişti, bizim kendisine güç
yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde kalıp ‘Senden başka
ilah yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin, ben zalimlerden oldum!’ diye
yalvardı. Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tastamam kurtardık. İşte biz
müminleri böyle kurtarırız.”[22]
buyurduğu hâlde, tasa musibetine uğrayan kimsenin [أَنْ لا
إِلَهَ إِلا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنْ الظَّالِمِينَ] “Senden
başka ilah yoktur. Sen eksikliklerden münezzehsin, yücesin, ben zalimlerden
oldum!” sözünü unutmasına şaşırıyorum.
4- Ve Allahu Teâlâ: [فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ
وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ فَوَقَاهُ
اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا] “Benim size söylediklerimi, yakından hatırlayacaksınız.
Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür! Allah onu, onların
kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu.”[23]
buyurduğu hâlde, insanların tuzaklarına maruz kalan kimsenin [وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ
اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ] “Ben işimi Allah'a bırakıyorum, muhakkak ki Allah
kulları görür!” sözünü unutmasına da şaşırıyorum.”
Toplumumuzun helaki
vahiyden ayrılmakla başlar. Gerçek manada hayat bulması da yine ona sarılmakla
olur. Nitekim el-Evvel de el-Ahir de Allahu Teala’dır. Hepimiz O’ndan geldik ve
yine O’na döneceğiz. Dolayısıyla yaşadığımız zor ve bir o kadar da travmatik
neticeler doğuracak şu kriz dönemini akidemize dönmekle aşılabiliriz. Hatta
Müslüman topluluklar silkelenip bu kriz dönemini İslâm’ın hayatta tekrar inşası
sürecinde lehte atılmış bir adıma dönüştürebilmelidir. İnsanlığın şahit olduğu
gibi sosyalist düşüncenin külleri toprağa karıştı, yok oldu. Kapitalizm ise
kudretli bir alternatifsizlik yüzünden ayakta görünüyor. Halbuki takati
kalmamıştır.
O halde biz
Müslümanların aslına dönme zamanı çoktan gelmiş, görkemli İslâm medeniyetinin
insanlığı kucaklama hakkı şimdiki kadar bu derece de hissedilmemiştir. Zira
İslâm ümmeti, sistemlerinin hayvanlar seviyesine düşürdüğü halkların merhemini
elinde bulundurmaktadır. Bu virüs ve tehlikesi şüphesiz Allah’ın izni ile
geçecektir. Tüm insanlık yüzünü dünya genelinde yaşanan bu musibetin örttüğü
siyasi ve ekonomik çaresizliğin içinde insanlığa şahit ve ona liderlik edecek
vasat ümmeti, İslâm ümmetini beklemektedir.
Ezcümle; insanın,
fıtratından gelen korkuyu söküp atması mümkün değildir. Dolayısıyla korku
insanın üzerinde kalıcıdır. İnsan hayatı boyunca bir şeylerden korkmaya
mahkûmdur. İnsan neyden korkup, neyden korkmayacağını eşya ile olan alakasından
doğan fikir ile ortaya koyar. Müslümanın bu fikirleri ise Allahu Teâlâ’dan
gelir. İşte insan, kendisini dehşete düşürücü anlardan ancak Rabbinden gelen
fikirden doğan güç ile yenilebilir.
Ve dua, Müslümanın
çaresizlik anındaki en güçlü silahıdır!
Ey Allah’ım, İslâm
ümmetine merhamet et!
Allah’ım, zaferi
bize nasip et. Ümmetin kurtuluşa ermesine bizi vesile kıl. Râşidî Hilâfet
Devleti’nin kurulmasını yakın zamanda nasip et!
Allah’ım,
kâfirlerin ve onların ajanlarının ve uşaklarının şerrinden sana sığınırız.
Onların şerrini def et.
Amin ve’l-hamdulillahi Rabbi’l-âlemin…
[1]
Bakara Suresi 155
[2]
İnşirah Suresi 5
[3]
Âl-i İmran Suresi 145
[4]
Zümer Suresi 42
[5]
Bakara Suresi 258
[6]
Âl-i İmran Suresi 156
[7]
Nisa Suresi 78
[8]
Cuma Suresi 8
[9]
Araf Suresi 34
[10]
Vakıa Suresi 60
[11]
Duhan Suresi 8
[12]
Kehf Suresi 110
[13]
Secde Suresi 12
[14]
Âl-i İmran Suresi 160
[15]
Âl-i İmran Suresi 159
[16]
Teğabün Suresi 13
[17]
Hud Suresi 13
[18]
Muslim
[19]
Tirmizi
[20]
Âl-i İmran Suresi 173-174
[21]
Enbiya Suresi 83-84
[22]
Enbiya Suresi 87-88
[23]
Gafir/Mü’min Suresi 44-45


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış