Bilindiği üzere
iktisadın kaynaklarından tarım, sanayi ve ticarette insan emeği aracılığı ile
üretim yapılır. Toprağı eken, aleti kullanan, fabrikada imalat yapan, alışveriş
işlemini gerçekleştiren varlık insandır. Bu nedenle insanın emeği servet
kaynaklarından en önemlisidir. Her ne kadar insan olmadan tarım yapılamazsa da
insan tarımdan bir parça değildir. Ticarette ve sanayide de durum aynıdır. Her
ne kadar insan olmadan bunların hiçbiri yapılamazsa da insan yine de onların
hiçbirinden bir parça değildir. Bilakis insan emeği bu üç kaynaktan bağımsız
bir kaynaktır.
İnsan emeği, ister
aklın kullanılması isterse bedenin kullanılması ile olsun çalışma ile
gerçekleştirilen bir iştir. Bunun için iş yapan kimseye "işçi"
denilmektedir. Ancak insan, bu emeği kendisi için üretim yapmaya harcarsa
böylesi bir durumu incelemeye gerek yoktur. Çünkü üretim ne seviyede olursa
olsun sonuç kişinin kendisine aittir. Ne kadar güç harcarsa harcasın ancak
kendisi için harcamış olur. Dolayısıyla hakkında hüküm koymayı ve çözüm üretmeyi
gerektirecek bir probleme neden olmaz. Fakat kişi, emeğini ücret karşılığında
başkası için üretim yapmaya harcarsa işte bu durum araştırma ve incelemeyi
gerektirir. Çünkü bu durumda çözüme kavuşturulması gereken problemler ortaya
çıkar. Dolayısıyla da hakkında hüküm konulması kaçınılmazdır. Servetin
kaynaklarından birisini oluşturmasından dolayı insan emeği hakkındaki inceleme
yalnızca ücretliyi kapsayan bir çözüme muhtaçtır. Bu konuya işçiler hakkında
bir araştırma denilmesi daha geniş bir anlam ortaya koymak içindir. Çünkü her
işi yapan kimseye işçi denir. Çalışan herkes için de kullanılır. Kendisi için
çalışan kimse hakkında kullanıldığı gibi ücret karşılığında başkası için
çalışan kimse hakkında da kullanılır. Kendisi için çalışan kimseyi araştırma
kapsamına almaya gerek yoktur. Fakat başkası için çalışan kimsenin araştırma
kapsamına alınması gerekir.
Kapitalist sistem
içerisinde en zorlu şartları haiz olanlar şüphesiz “işçi sınıfı” diye ifade
edilen kimselerdir.
İşçilerin günümüze
değin gelen sorunlar sarmalının başlangıcını 1789 Fransız İhtilali’ne kadar
götürmek mümkündür. Nitekim 1789 ihtilali burjuvazinin kendisini insanlığın
bütün taleplerini dile getiren sınıf olarak ortaya koyduğu ve bunu özgürlük,
eşitlik, kardeşlik sloganıyla dile getirdiği, temel hak ve hürriyetlerin
gerçekleşmesi uğruna totaliter rejimler ile kilise dininin devre dışı
bırakıldığı büyük bir devrimdir. Sadece yaşanan olayların büyüklüğünden dolayı
değil, ileri sürdüğü idealler bakımından da insanlık tarihi açısından dönüm
noktalarındandır. Fakat vadettiği özgürlük, eşitlik ve kardeşliği bütün
insanlar için gerçekleştirememiştir.
İşçi sorunları, çalışma
ücretinin tespitinde esas alınan ölçünün en aşağı seviyede yaşam standardına
göre yapılmasından kaynaklanmaktadır. Böyle olunca işçiler, gerçekten hakları
olan ücreti değil, ancak hayatta kalıp çalışabilecekleri seviyede bir ücreti
alabilmektedirler. Böylesi bir uygulama patronların işçiler üzerinde baskı
kurmasına yol açmıştır.
Sanayi Devrimi
bilim ve teknolojinin sunduğu yeni imkânların üretime uygulanması anlamına
gelir. Bir yandan da kapitalizmin gelişmesinde son derece önemli bir adım
teşkil ederken diğer yandan da sınıflar arasındaki uçurumu derinleştirmiş,
özellikle işçi emekçi yığınlarının yoksullaşmasına, daha fazla sömürülmesine,
daha fazla acı çekmesine yol açmıştır. Makineleşme kuşkusuz üretimi son derece
geliştirmiştir. Fakat bunun sağladığı imkânlar işçi sınıfının hayat şartlarına
yansımamıştır.
İşçilerin işverenlerden
şiddetli zulüm, baskı, emeklerinin ve alın terlerinin sömürülmesini görmelerinden
sonra bunların sona erdirilmesi; işçinin ücretinin ve çalışma süresinin
sınırlandırılması ve dinlenme garantisi verilmesi gibi hususlarla onlara “adil”
davranılması gerektiğini öne süren sosyalist fikirler ortaya çıkmıştır.
1789’da işçi sınıfı
devrimde sadece kitle gücü olarak yer almış ve kendi taleplerini ortaya
koyabilme imkânından yoksundu. Bu yüzden burjuvazinin bir eklentisi olarak
hareket etmiştir. Onu desteklemiştir, onun devrimini kendi devrimi olarak kabul
etmiştir. 1830’lara gelindiğindeyse işçi sınıfı artık kendi taleplerini dile
getirmeye başlamış, 1848’e gelindiğinde durum yine bir rejim tartışmasına
dönüşmüştür.
Bu sefer kapitalistler,
ücretlinin ücretinin tespitinde esas alınan asgari yaşam seviyesinde bir
değişiklik yapmadan, çalışma ve mülk edinme hürriyetlerinde birtakım
değişiklikler yapma mecburiyetinde kaldılar. İş sözleşmesine işçileri korumayı
hedefleyen, sendika kurma, toplantı yapma hürriyeti, grev hakkı, işçilerin
emekli olmaları ve emekli ikramiyesi almaları veya tazminatlar gibi işçilere
daha önceleri verilmemiş olan haklar tanıyan birtakım hükümler ve kaideler koydular.
İşçilere ücretleri artırma, haftalık tatil ve sağlık hakları gibi haklar
verildi.
Dolayısıyla
Karanlık Ortaçağ sonrası insanlığa yeni bir hayat tarzı armağan etme iddiasında
bulunan ideoloji işçi sorunları diye isimlendirilen ve şu anda da var olan
sorunun kaynağıdır. Nitekim bu sorun kapitalist nizamın teşkil ediliş esasından
kaynaklanmaktadır. Bu esaslar mülkiyet hürriyeti, çalışma hürriyeti ve
ücretlinin ücretinin takdirinde asgari geçim seviyesinin esas alınmasıdır.
Ücretli ile işveren arasındaki ilişkiler bu nizama göre yürüdüğü sürece işçi
sorunları da devam edecektir. Kapitalistler, işçileri susturmak ve sosyalist
kışkırtma karşısında ayakta kalabilmek için birtakım yamalarla gediklerini
kapatmaya çalışmaktadırlar. Nizamlarının devamını sağlayabilmek için böylesi
vaziyetlerde bu yamalar tabii olarak ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte
yapılan tüm düzenlemelerin ve sosyalist taleplerin tamamı işçi sorunlarını
çözmek için yeterli olmayacaktır. Sosyalizmin hayat sahnesinden silinmesi onun
toplumların yaralarını sarmada aciz kaldığının fiilî kanıtıdır. Kapitalizmin
uyguladığı yamalar ise sorunu çözmek ve işçilere haklarını vermek için değil,
hakikatte işçileri susturmak için yapılan yamalardan başka bir şey değildir.
İslâm’da bu tür
işçi sorunu bahsi geçmez. Kapitalizmin ürettiği bu sorunlar İslâm’da söz konusu
bile olmaz. İslâm’da çalışma ve mülk edinme hürriyeti değil çalışmanın ve mülk
edinmenin mubahlığı vardır. Çalışma ve mülk edinme hürriyeti ile çalışmanın ve
mülk edinmenin mubah olması arasında çok ciddi fark vardır. Zira mülk edinme
hürriyeti demek ne suretle olursa olsun mülk edinmede insanı tamamen serbest
bırakmak demektir. Mülk edinmenin mubah olması ise mülk edinmenin aslı içindir.
Mülkiyet insanın fiillerinden bir fiil olup hükmü ise mubahlıktır. Her
Müslümanın mülk edinme hakkı vardır. Ancak mülk edinme keyfiyeti, şeriatın mülk
edinme ile ilgili olarak getirdiği nasslarla kayıtlıdır. Yani avlanma,
mudarebe, komisyonculuk gibi hakkında şeriatın belirli nasslarla sebeplerini
belirlediği şartlarla kayıtlıdır. Mubahlık her ne sebeple olursa olsun onu mülk
edinebilme hakkında değil yalnızca mülkiyetin aslı için geçerlidir. Aynı
şekilde sahip olunan bir şeyin geliştirilmesi de alışveriş ve kiralama gibi
belirli hükümlerle kayıtlıdır. Muayyen herhangi bir malın mülkiyeti de
sözleşmeler ve davranışlar gibi belirli hükümlerle kayıtlıdır. Mülk edinmenin
mubah olması insanın dilediği şekilde mülk edinebilmesi, mülkünü
geliştirebilmesi, dilediği malı mülk edinebilmesi hususunda insanın tamamen
serbest bırakılması manasına gelmez. Tam tersine insanın yaratılışında mülk
edinme özelliğinin var olması ile yani sadece mülk edinmenin aslı ile
sınırlıdır. Bunun dışında kalan hususlar ise bu husus ile ilgili şer’î
hükümlerle sınırlıdır. Bu ise mülkiyet hürriyetinden farklıdır. Zira mülkiyet
hürriyeti, mülk edinmede ve ne surette olursa olsun mülk sahibi olmada kişiyi
tamamen serbest bırakmak demektir.
Aynı şekilde
çalışmak da insanın fiillerinden bir fiil olup mubah bir iştir. Her Müslümanın
çalışma hakkı vardır. Ancak malı elde edebilmek için iş yapma keyfiyeti belirli
hükümlerle kayıtlıdır. Kişi işçi, tüccar, çiftçi, sarraf olarak çalışabilir.
Ancak yaptığı işin mutlaka şer’î hükümlerle kayıtlı olması gerekir. Mubah olan
alanların dışında çalışması doğru değildir. Şarap fabrikasında, domuz
çiftliğinde ve haşhaş ekimi ile ilgili işlerde çalışamaz. Anonim şirketlerde,
bankada, kumarhanede veya şeriatın haram kıldığı herhangi bir işte çalışamaz.
Mubah olan bir işi yaptığında şer’î hükümlerle mukayyettir. Ücretliyse icar/kiralama
hükümleri ile tacirse alışveriş hükümleriyle, simsarsa simsarlık hakkındaki
hükümlerle mukayyettir. Mubahlık yalnızca çalışma hakkında geçerlidir. Fakat
çalışma keyfiyeti yani belli bir işi yerine getirmek, yapmak ise belirli
hükümlerle kayıtlıdır. Dolayısıyla bu hükümlerin dışına çıkılması yasaktır. Bu
ise mülkiyet hürriyetine ters düşmektedir. Zira mülkiyet hürriyeti, kişinin,
hoşuna giden bir işte dilediği şekilde çalışıp çalışmamakta serbest bırakılması
demektir.
Bütün bu
açıklamalardan mülk edinmenin ve çalışmanın mubah olması ile çalışma ve mülk
edinme hürriyeti arasındaki büyük fark açığa çıkmaktadır. Bu sebeple kapitalist
nizamda görülen bu sorunlar İslâm’da görülmez. Zira İslâm’da mülkiyet, belirli
keyfiyetlerle kayıtlıdır. Mülkün çoğaltılması ve belirli bir mala sahip olmak
belirli hükümlerle bağlanmıştır. Çalışma mubah işlerdendir ve belirli
hükümlerle de çalışma keyfiyeti belirlenmiştir. Yani İslâm’da mülkiyet ve
çalışma, ortaya çıkabilecek sorunları kökünden ortadan kaldıracak faaliyetlerle
sınırlı olması sebebiyle kapitalist nizamda görülen sorunlara rastlanmaz.
İşveren ile ücretli arasındaki ilişkileri düzenleyen icar hükümlerinin yanında
ticaret, ziraat, sanayi ile ilgili hükümler, yaşamak için nafaka ile ilgili
hükümler ve işlerin gözetilmesi ile ilgili hükümler işçinin sorunlarını esastan
çözüme kavuşturan hükümlerdendir. Bu sebeple işçiyi ve işvereni sınırlayacak
birtakım bağlara ihtiyaç duyulmaz. Zira İslâm’da kayıt altına alınmayı
gerektirecek mülk edinme ve çalışma hürriyeti denen bir şey yoktur. İslâm’da
ancak çalışmanın ve mülk edinmenin mubahlığı vardır.
Ayrıca ücretlinin
ücretinin takdirinde asgari geçim seviyesi değil ücretlinin sağladığı fayda
yani piyasada ücretlinin harcadığı emeğin faydası esas alınır. Bu sebeple
ücretlilerin işverenler tarafından köleleştirilmesi ve işçilerin alın terinin
ve emeklerinin sömürülmesi mevzubahis olmaz. Bu hususta ücretli ile devlet
memuru arasında bir fark yoktur. Ücretli, içerisinde bulunduğu toplumdaki
insanlar arasında kendi emsaline göre ücret alır. Ücretli ile işveren ihtilaf
ettikleri zaman ecr-i mislin takdiri için uzmanlar devreye girerler. Bu
uzmanlar taraflarca seçilirler. Taraflar uzman seçiminde anlaşamazlarsa uzmanı
devlet seçer ve devletin seçtiği bu uzmanın sözü her iki tarafı da bağlayıcı olur.
Yönetici tarafından
belirli bir ücretin belirlenmesi, ticaret mallarına fiyat tahdidi koymanın caiz
olmamasına kıyasen caiz değildir. Zira ücret faydanın, fiyat ise ticari malın
karşılığıdır. Mal piyasası tabii olarak malın fiyatını nasıl belirliyorsa
ücretlilerin sağladığı faydaya ait piyasa da ücreti belirler.
Kapitalist
yamaların işçilere verdiği haklardan toplantı yapma hürriyetine gelince,
şeriat, ücretli olsun olmasın tebaadan her ferdin toplanmasını mubah kılmıştır.
Sendika kurma hakkı açısından ise İslâm’da sendikalar yoktur. Zira işlerin
gözetilmesi devletle sınırlıdır. Halifenin dışında hiçbir kimsenin genel veya
cüzi olarak işleri gütme hakkı yoktur. Sendikalar ise üyelerinin işlerini
gözetmek için kurulurlar ki bu caiz değildir.
Grev yapma hakkına
gelince, icar caiz olan sözleşmelerden değil bağlayıcı özelliği bulunan
sözleşmelerdendir. Bu sebeple taraflardan hiçbirinin sözleşmeyi feshetme hakkı
yoktur. Ücretlinin, üzerinde anlaşma yaptığı işi yerine getirmesi gerekir.
Yerine getirmediği takdirde ücret alamaz. Bu sebeple işçinin grev yapma hakkı
yoktur.
Emeklilik,
ikramiyeler ve tazminatlar kapitalist nizamın zulmünü hafifletebilmek için icat
edilmiş kapitalist yamalardır. Çalışmaktan aciz olanlar kendine yetecek kadar
bir parayı devletten almaya hak kazanır. Dolayısıyla emekliliğe, ikramiyelere
ve tazminatlara gerek yoktur. Temel ihtiyaçlarını doyurmaktan aciz olan
herkesin bu ihtiyacını gidermek, işverenin vazifesi değil devletin vazifesidir.
Çünkü topluma ait işlerin gözetilmesi işverenin vazifelerinden değil devletin
yapması gereken vazifelerdendir.
İşçilerin ve
ailelerin sağlık ihtiyaçlarının, çocuklarının eğitimlerinin garantilenmesi gibi
işleri yerine getirmek de işverenin vazifesi değil devletin vazifesidir.
Dolayısıyla bu hususlar ücretli ve ücretliler konusu içerisinde araştırılmaz.
İşten çıkarıldıkları zaman nafakalarının garantilenmesi de devletin
vazifesidir. Zira onlara iş bulmak devletin vazifesidir. Devlet onlara iş
bulamazsa onlar hükmen aciz sayılacağından dolayı nafaka hükümleri onlara
tatbik edilir.
Kapitalist nizamda
işçi konusu ile ilgili olarak var olan meseleler bunlardır. Şu anda fabrika ve
atölyelerde var olan sorunlar İslâm’da ücret hususu içerisinde ele alınmaz.
Zira bu sorunlar başlıca şu sebeplerden kaynaklanmaktadır:
1-Ücretlinin
ücretinin takdirinde göz önünde bulundurulan esaslardaki farklılıklar
2-Fakir ve
çalışmaktan acizlerin nafakalarını temin konusuna ve işsizlere iş temin etme
hadisesine bakıştaki farklılık
3-İslâm’daki devlet
mefhumunun demokrasideki devlet mefhumundan farklı olması. İslâm’da devlet tek
müessesedir ve bütün işlerin gözetilmesi işini doğrudan doğruya devlet yapar.
Oysa demokratik nizamda birçok müessese vardır. Devlet ise sadece tek
müesseseye, hükümete bakar.
İşte iktisattaki
insan emeği veya daha doğru bir ifade ile ücretliler hususu böyledir. Genel
hatlarla şeriatın icarı ve sözleşme yapanların diledikleri şartlara göre
sözleşme yapmalarını Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in [الْمُسْلِمُونَ
عِنْدَ شُرُوطِهِمْ] “Müslümanlar şartları [sözleşmeleri] üzeredirler.” hadisine
göre mubah bıraktığı, ücretin emeğin sağladığı faydaya göre takdir edildiği,
sözleşme yapanların ücretin takdirinde ihtilaf ettiklerinde hükmün emeğin
piyasası tarafından belirleneceği ve uzmanların takdirine göre bu piyasanın
gösterdiği ücretin bağlayıcı olduğu açığa çıkmaktadır. İcar muamelelerindeki
bütün çekişmeler böylece ortadan kaldırılmış, işveren ve ücretliye üretimde
limitsiz bir şekilde gayret gösterme fırsatı tanınmış olmaktadır.
Ayrıca kapitalizm
ile İslâm arasındaki en bariz fark malın dağıtılması ile ilgilidir. İslâm’da
malın dağıtılması hususunda her ferdin doğrudan temel ihtiyaçlarının
karşılanması esas alınırken kapitalizmde bu durum tamamen ferdin pastadan
payını alabilme kapasite ve kabiliyetine bağlıdır. Dolayısıyla kapitalist
sistemde ferdin çalışamayacak durumda olması hâlinde eğer sosyal güvenlik
kurumlarına primlerini yatırarak emekliliğini hak ederse -ki verilen ücret
hiçbir zaman tatminkâr olmamıştır- fert bir miktar gelire sahip olabilmektedir.
Aksi hâlde hayatını muhtaç olarak geçirmekte hatta zorunlu ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için suça yönelmektedir. Hâlbuki İslâm ferdin kendi
ihtiyaçlarını göremediği hâllerde duruma, o fert nezdinde müdahale etmektedir.
Öncelikle kendi ihtiyaçlarını giderebilme imkânına sahip olmasını, yaşlı,
bedensel ya da zihinsel engelli olması durumunda sırasıyla akrabalarına,
zenginlere ve en sonunda da devlet bütçesinden karşılanmak üzere ferdin temel
ihtiyaçlarını garanti altına almaktadır.
Temel ihtiyaçların karşılanması
noktasında sorumlu bulunan devlet lüks ihtiyaçların karşılanması noktasında da
imkânı el verdiği müddetçe bu ihtiyaçları sağlama yoluna gider. Bu husus
devletin beytu’l malının durumuyla alakalıdır;
beytu’l malın durumu buna elverişliyse ve zorunlu ihtiyaçlar karşılanmışsa
devlet, tebaasının lüks ihtiyaçlarının da sağlanacağı bir ortamı hazırlar ama
beytu’l malın durumu buna elverişli değilse devletin lüks ihtiyaçları
karşılamak gibi bir yükümlülüğü yoktur.
Kapitalizme ait tüm bu ve
benzer sorunlar müjdesi verilen Raşîdî Hilâfet Devleti’nin
kurulması ile çözüme kavuşacaktır.
لِمِثْلِ هٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ
“Çalışanlar işte
böyle bir şeyi elde etmek için çalışsınlar.”[1]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış