“Sözü muhatabına söylemeye var mısın?” dediğimizde Türkiye gündemini bu
kadar meşgul edeceğini, beklentinin çok ötesinde bir etki oluşturacağını inanın
tahmin edemezdik. Yürüyüş ilanıyla birlikte, Türkiyeli Müslümanların
sıradanlaşmış eylemlerden bıktığını ve sözün daha etkili olması için muhatabına
söylenmesi gerektiğine inandığını gördük.
Yığınla destek mesajı aldık. Hiç tanımadığımız kesimler “Gazze için ben
varım” dedi ve en nihayetinde birlikte yürüdük. Yasak kararına rağmen, ses
sistemlerimize el konulmasına rağmen, barikatlara rağmen birlikte yürüdük. Bu
tablo, aslında ümmetin derinlerde var olan ama çoğu zaman görünür olmayan
direncinin somut bir göstergesi oldu.
Herkesin kabul ettiği bir gerçek var ki; 27 Temmuz, doğru bir hedef ve
kararlılıkla etkin bir eylem yapılabileceğini göstermesi açısından önemli bir
adımdır. Nitekim sistem aparatları anında devreye girerek eylemin gücünü ve
etkisini kırmaya çalıştı. Ancak tüm engellemelere rağmen Müslümanların
kenetlenerek yürüyebilmesi, bu eylemin tarihî bir dönüm noktası olduğunu ortaya
koydu.
“Öncesiyle Sonrasıyla ‘Sözü Muhatabına Söylemeye Var mısın?’” başlıklı
makalemde[1]
süreci detaylıca anlatmıştım. Dolayısıyla yürüyüşün hangi şartlar altında
geliştiğini burada tekrar etmeyeceğim. Bu makalede daha çok yürüyüş sonrası
gelen tepkilere odaklanacak, eleştiri ve karalama kastı güden yaklaşımlara
cevap vereceğim.
Eleştirilerle karalamaları elbette birbirinden ayırmak gerekir. Zira samimi
eleştiriler, daha etkin bir amel olması için yol gösterirken; karalama amaçlı
söylemler, yürüyüşün etkisini kırmak, alanını daraltmak ve sulandırmaktan başka
bir işe yaramaz. Bu sebeple önce samimi eleştirilere bakalım.
Samimi Eleştiriler
•“Evet, valilik yürüyüşe izin vermeyeceğini açıklamıştı. Emniyet güçleri
parsel parsel barikat kurmuştu ama yine de zorlamak ve en azından AK Parti
Genel Merkezinin önüne kadar ilerlemek gerekiyordu.”
Bu eleştiriyi samimi bulmakla birlikte, şu gerekçelerle katılmadığımızı
belirtmek istiyorum:
1.
Bizim amacımız,
Gazze taleplerinin karar alıcı mercilere iletilmesi gerektiğini göstermekti ve
bunu açık bir şekilde başardığımıza inanıyoruz. İlanı ilk girdiğimizde gelen
olumlu tepkiler, mesajın muhatabına ulaştığını zaten göstermişti.
2.
Emniyet
güçleriyle çatışmanın Gazze’ye hiçbir şey kazandırmayacağını, hatta verilmek
istenen mesajdan uzaklaştıracağını düşünüyoruz. Buna rağmen sahada görevli olan
genç kardeşlerimize, olası bir müdahalede geri adım atmamaları gerektiğini
söylemiştik. Bizden kaynaklı olmayan bir müdahale söz konusu olsaydı, alandan
geri çekilmeyecektik.
3.
Yürüyüşün
güzergâhı Ankara’da, AK Parti Genel Merkezinden Cumhurbaşkanlığı Külliyesine
kadar ilan edilmişti. Emniyet her nereye barikat kurduysa, bizim için orası
külliyenin sınırlarıydı. Amacımız külliyeyi basmak değil; Cumhurbaşkanına Gazze’nin
mesajını iletmekti. Dolayısıyla barikatın kurulduğu nokta, bizim nazarımızda
Külliyenin ta kendisiydi.
•“Köklü Değişim bu organizasyonu diğer İslâmi camialarla birlikte yapmış
olsaydı daha etkili olurdu. Tek başına yapılması katılımın düşük olmasına sebebiyet
verdi.”
Bu eleştirinin haklı bir yönü vardır. Diğer İslâmi camiaları da dahil
ederek bir organizasyon yapılmış olsaydı, elbette daha yüksek bir katılım
sağlanabilirdi. Ancak biz bu yürüyüşün sahibinin Köklü Değişim olmadığını,
logolarımızın kullanılmayacağını ve bu yürüyüşün bütün Müslümanların yürüyüşü
olduğunu açıkça ilan ettik.
Üstelik farklı camiaların bir araya gelerek bir organizasyon düzenlemeleri
uzun bir istişare süreci gerektirir. İşte bu yüzden Köklü Değişim’in başlattığı
“Gazze İçin Birleşelim” çağrısı, tam da bu birlikteliği ve koordinasyonu
sağlamak amacıyla ortaya çıkmıştır. Arkadaşlarımız İslâmi camiadaki alimleri,
kanaat önderlerini ve Müslüman kardeşlerimizi tek tek ziyaret ederek söylem ve
eylem birlikteliğini güçlendirmeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla bu yürüyüş, bir son değil; tam tersine bir başlangıçtır. Biz
inanıyoruz ki bu süreç sonunda daha geniş katılımlı, daha güçlü ve daha etkili
bir yürüyüş mutlaka organize edilecektir. İnşallah Türkiyeli Müslümanlar,
Gazze’nin onurlu sesi olacak ve eşi benzeri görülmemiş salih amellere imza
atacaktır.
Karalama Amaçlı Tepkiler
Samimi eleştirilerin ötesinde, bir de eleştiri kisvesi altında yürüyüşü
karalamaya çalışan kesimler oldu. Bu kesimlerin tutumlarını üç başlıkta
toplamak mümkündür:
- Organizatöre yani bize saldırmak,
- Katılımcı hocalara saldırmak,
- Eylemin hedefine saldırmak.
Yürüyüşün etkisi sosyal medyada dalga dalga yayılmaya başlayınca, insanlar
tarafından büyük bir teveccüh görünce Hizb-ut Tahrir hakkında karalama
kampanyası başlattılar.
•“Yerli ve milli olmayan, ithal bir örgütün organize ettiği bir yürüyüş.”
Öncelikle bilinmesi gerekir ki “yerli ve milli” kavramı Cumhuriyet
tarihiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Hilâfet’in kaldırılması, İslâm’ın hayat
sahnesinden uzaklaştırılması ve “gericilik” olarak gösterilmesi neticesinde
oluşan boşluk milliyetçilikle doldurulmuş; milliyetçiliğin ileri aşaması da Kemalizm
olarak adlandırılmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de “yerli ve milli” olan tek “din”
Kemalizm, tek parti ise CHP’dir.
Bunu en net şekilde dönemin şahitleri de dile getirmiştir. Mesela İngiliz
gazeteci Grace Ellison, 1928’de Türkiye’deki bir yolculuğunda şu anısını
aktarır:
“Hükümetin tahsis ettiği maarif müfettişi olan akıllı ve babacan rehberimiz
ile Konya’dan Adana’ya doğru giderken hasbelkader “Sizin peygamberiniz Muhammed”
sözü ağzımdan çıktı. Rehberimiz şöyle cevap verdi: ‘Bizim peygamberimiz
Gazidir. O Arabistanlı şahıs ile işimiz kalmadı. Muhammed’in dini Arabistan
için son derece uygundu ama bizim için değil.’”
Aynı şekilde, 1931’de CHP Nizamnamesi ve Programı, Milli Talim ve
Terbiye bölümünde altı okun eğitimde nasıl kökleştirilmesi gerektiği şöyle
tarif ediliyordu:
“-Kuvvetli Cumhuriyetçi, milliyetçi ve lâyık vatandaş yetiştirmek tahsilin
her derecesi için mecburi ihtimam noktasıdır. Türk milletine, Türkiye Büyük
Millet Meclisine ve Türkiye Devletine hürmet etmek ve ettirmek hassası bir
vazife olarak telkin olunur.
-Terbiye her türlü hurafeden ve yabancı fikirlerden uzak, üstün, milli
ve vatanperver olmalıdır.
-Fırkamız vatandaşların, Türkün derin tarihini bilmesine fevkalade
ehemmiyet verir. Bu bilgi Türkün kabiliyet ve kudretini, nefsine itimat
hislerini ve milli varlık için zarar verecek her cereyan önünde yıkılmaz
mukavemetini besleyen mukaddes bir cevherdir.”
Elbette bu doğrultuda adımlar atıldı ve eğitim sistemi, müfredat bu anlayış
üzerine bina edildi. Aradan birkaç sene geçince altı okun kökleşmesi için
Anayasaya dahil edilmesi gerektiği söylendi. Dönemin Dahiliye Vekili ve CHP
Genel Sekreteri Şükrü Kaya, CHP programındaki altı okun Anayasaya dahil
edilmesi teklifiyle ilgili Meclis oturumunda şöyle diyordu:
“‘Atatürk’ün vazettiği prensipler Türk’tür. Yeni asliyeti ve menşei
itibariyle tamamıyla milletin kendi seciyesinden alınmış ve onun bütün ihtiyaç
ve zaruretlerine uygun olarak seçilmiştir. Bu prensipler aynı zamanda Türkçüdür
de. Türk milleti behemehal Türkçü ve millici olmak lazımdır.’ (Bravo, çok yaşa
sesleri, alkışlar)”[2]
1936 yılında Almanya’dan kaçarak İstanbul’a yerleşen ve Darülfünun’da Batı
Edebiyatı dersleri veren meşhur filolog Erich Auerbach, 1938 yılında
Türkiye’deki atmosferi şu sözlerle anlatıyordu:
“Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve İslâm kültürü, Arap kökenli bir
yabancılaştırma olarak küçük görülüyor; hem modern hem de saf Türk olma isteği
söz konusu.”
Böylece 1928’den 1938’e kadar, on yılda her yaşta 15 milyon gencin nasıl
“yaratıldığı” daha net ortaya çıkıyor. Bugün dahi laik kesimler tarafından
Müslümanları aşağılamak için söylenen “Arap sevici” sözünün kaynağı işte bu
zihniyetin ürünüdür. Ne yazık ki sadece o 15 milyonla yetinilmemiş, sonraki her
nesil aynı anlayışla yetiştirilmiştir.
Süreç içinde CHP karşıtı olup CHP’yi düşman görenlerin dahi altı ok
tarafından şekillendirildiği, eylem ve söylemlerinin bu ideolojiye göre
belirlendiği görülmektedir. Bir yandan CHP’ye kızıp diğer yandan “yerli ve
milli” olmaktan bahsedenlerin varlığı, altı okun yani Kemalizm’in ne kadar
derinlere yerleştiğinin göstergesidir.
Ne derler; “En iyi köle, köle olduğunu bilmeyen köledir!”
Dolayısıyla Hizb-ut Tahrir’i “yerli ve milli olmayan ithal örgüt” diye
lanse edenlerin fikir dünyasının dar, mukayese yeteneklerinin zayıf olduğunu
görüyoruz.
Her şeyden önce bir şeye “ithal” veya “yerli” demek için bazı kriterlerin
olması gerekir. Üstelik bu kriterlerin tutarlı ve aklî olması gerekir. Mesela;
Türklerin İslâm’ı kabul etmeden önceki dinleri Tengricilik idi. Talas
Muharebesinde Müslüman Araplarla tanışarak İslâm’ı onlardan öğrendiler. Bu
bakış açısına göre İslâm, Türkler için “ithal bir din”dir.
Hakeza Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem safkan Arap’tı. Birisi
bu kesimlere çıkıp “Siz ithal bir dine, ithal bir Peygambere inanıyorsunuz”
dese bunu hakaret sayarlar. Oysa kendileri aynı hataya düşmüşlerdir.
Hizb-ut Tahrir’e gelince; Hizb, 1954 yılında Kudüs İstinaf Kadısı görevini
de yapmış olan, Hayfa’ya bağlı İczim köyünde doğan Takiyyüddin en-Nebhani
tarafından Doğu Kudüs’te, Babü’l-Amud civarında kurulmuş bir partidir.
İkinci emiri El Halil doğumlu Abdulkadim Zellum’dur.
Üçüncü ve halen partinin başında olan emiri ise aslen El Halil’li olup Cenin
mülteci kampında doğmuş olan Ata Ebu Raşta’dır.
Yani Hizb-ut Tahrir’i Filistin kökenli bir alim kurmuş ve bugüne kadar da
Filistin kökenli alimler yönetmiştir. Hizb-ut Tahrir’in kuruluş serüvenine
bakan, aslında “Filistin nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını görecektir.
Nebhani, Hizb-ut Tahrir’i kurmadan önce İzzettin el-Kassam ile birlikte
İngilizlere karşı mücadele etmişti. 1948’de yaşanan göstermelik Arap–“İsrail”
savaşı, İslâm ümmetinin bağrına bir hançer gibi saplandı. En-Nebhani, bu
hançeri çıkarmak için kalemiyle mücadeleye girişti. “Filistin’i Kurtarmak” adlı
risalesinde İslâm’ın 7. yüzyıldan beri Filistin’e damgasını vurduğunu
hatırlattı.
1950’de toplanan Arap Birliği’ne “Risaletü’l-Arab” adlı eserini sundu ve
İslâm’a dönüş çağrısı yaptı. Ancak Arap yöneticilerin ihanetleri gün gibi
ortadaydı. Bunun üzerine şu meşhur sözünü söyledi:
“İsrail, Arap rejimlerinin gölgesidir. O rejimler gidince, gölge de yok
olacaktır!”
Nebhani’ye göre Filistin’in kurtuluşu için ulus-devletlerin yıkılması
gerekiyordu. Çünkü sömürgeci güçlerin çizdiği sınırlar Filistin’i sahipsiz
bırakmıştı. Bu sınırlar kalkıp Hilâfet çatısı altında birleştiğinde, işte o
zaman Filistin özgürlüğüne kavuşacaktı.
HAMAS’ın varoluş gayesiyle Hizb-ut Tahrir’in varoluş gayesi birbirinden
kopuk değildir.
- HAMAS işgalciyle savaşarak Filistin’i kurtarmaya çalışırken,
- Hizb-ut Tahrir Hilâfet’i kurarak Filistin’i işgalden kurtarmaya
çalışmaktadır.
Her ikisi de Filistin’den çıkmıştır. Her ikisinin liderleri de
Filistinlidir. Her ikisinin amacı Filistin’i kurtarmaktır. Dolayısıyla “HAMAS’a
selam, direnişe devam” diyerek Hizb-ut Tahrir’e “ithal örgüt” deme gafleti,
yanlış bir algının ürünüdür.
•“Hizb-ut Tahrir, HAMAS’a ‘Şebbihâ’ dedi. Suriye’de de Şara’ya hain damgası
vurdu.”
Yıl 2012… HAMAS, Gazze yönetiminde söz sahibi, kararlar alıyor ve
uyguluyor. Tıpkı her yönetim gibi doğruları ve yanlışları var; takdir de
ediliyor, muhasebe de ediliyor.
Bu dönemde Hizb-ut Tahrir’in tanınmış simalarından Ebu Meysere, Gazze’de
Ebu Zerr Camii’nde yatsı namazlarından sonra düzenli dersler veriyordu. Bir gün
HAMAS’a bağlı silahlı bir grup camiye gelerek bu derslere engel oldu. Tartışma
büyüdü, Şeyh Ebu Meysere’ye zorbalık yapılarak camiden çıkarıldı. Cemaat tepki
gösterince olay kargaşaya dönüştü.
Daha önce de benzer olaylar yaşanmış olduğundan Hizb-ut Tahrir/Filistin bir
açıklama yayınladı. Bu açıklamada, “camiler Allah’a aittir” denilerek HAMAS
eleştirildi. Açıklamanın başlığında “HAMAS’ın şebbihaları” tabiri kullanıldı.
Bu ifade, HAMAS’ın içindeki bir grubun zorbalığını tanımlamak için
kullanılmıştı; yoksa doğrudan HAMAS’ın tamamına yönelik bir hakaret değildi.
Mesele bundan ibaretti.
Dolayısıyla Hizb-ut Tahrir, yeri geldiğinde HAMAS’ı elbette eleştirmiştir.
Ancak bu eleştiriler, HAMAS’ın işgalciyle savaştığı anlarda değil; yönetimsel
kararları ve uygulamaları sırasında yapılmıştır. Bununla birlikte 7 Ekim
saldırılarının meşru olduğunu açıklamış, bu saldırıları gerçekleştirenlere
“Mücahid” diye hitap etmiştir.
Nitekim Yahya Sinvar şehit edildiğinde Hizb-ut Tahrir şu başlıkla bir
açıklama yapmıştır:
“Bizim şehitlerimiz cennette, sizin ölüleriniz cehennemde.” Ve açıklamada şu ifadelere yer verilmiştir:
“Şehit, Allah rahmet eylesin, savaşçı kardeşleriyle birlikte düşmanlara
karşı büyük zararlar vermiş ve kâfirleri kızdıran yerlere ayak basmıştır. İslâm
ümmetinin umudunu yeniden diriltmiş, onlara bir Risalet ümmeti ve insanlık için
çıkarılmış en hayırlı ümmet olduklarını hatırlatmış, Yahudi varlığının ortadan
kaldırılması gerektiği hedefini Müslümanların gözünde somut bir gerçek haline
getirmiştir.”
Alimlere Yönelik Saldırılar
Yürüyüşün ardından saldırıların bir başka boyutu da katılan hocalara
yöneltildi. Makaleyi kaleme aldığım günlerde, AK Parti’nin meşhur trollerinden
biri, Muhammed Emin Yıldırım hocaya “Lawrence” benzetmesi yaptı. Daha önce aynı
hoca için “İrancı” ve “FETÖ’cü” yaftaları da kullanılmıştı.
Görünen o ki Muhammed Emin Yıldırım üzerinden aslında Gazze’ye hassasiyet
gösteren tüm alimlere gözdağı verilmek istendi. Adeta deniliyordu ki:
“Ey hocalar, ey alimler! Oturduğunuz yerde kalın. Sakın iktidarı
eleştirmeyin. Sakın iktidardan hesap sorulan eylemlere katılmayın. Yoksa siz de
Muhammed Emin Yıldırım gibi hedef olursunuz! Sizi de taşlarız!”
Ancak bu girişimlerin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Müslümanlar, kimin trol,
kimin sahte Gazze savunucusu, kimin de samimi olduğunu net bir şekilde gördü ve
tavrını ortaya koydu. Hamdolsun ki ümmet, Muhammed Emin Yıldırım hocanın
yanında durdu.
Eylemin Hedefine Yönelik Saldırılar
27 Temmuz yürüyüşünün güzergâhı, AK Parti Genel Merkezinden
Cumhurbaşkanlığı Külliyesine doğru olarak ilan edilmişti. Başta bazı İslâmi
camialar bu güzergâhı doğru bulmadıklarını söylediler. Yürüyüş sonrası ise
“Neden AK Parti, neden Külliye?” soruları gündeme getirildi. Hatta daha da ileri
gidilerek “HAMAS’a ‘terör örgütü’ diyen CHP’ye neden yürümüyorlar?”
diyenler çıktı.
Oysa bu yürüyüşün hedefi çok açıktı: Müslümanların sesini karar alıcı
mercilere duyurmak. Çünkü:
- Yahudi varlığı “İsrail”e limanların kapatılması yetkisi CHP’de değil,
icra makamındadır.
- “İsrail”e giderek Gazze’yi katleden çifte vatandaşların yargılanması
CHP’nin uhdesinde değildir.
- Ablukanın kırılması CHP’nin yetkisinde değildir.
- Gerekirse askerî müdahale emri verme salahiyeti CHP’ye değil, yürütme
erkine aittir.
Dolayısıyla güzergâhın Cumhurbaşkanlığı Külliyesi olarak seçilmesi son
derece yerinde bir tercihti. Ayrıca daha önce yaptığımız açıklamalarda bu
yürüyüşün bir “siyasi hesaplaşma” olmadığını, iktidara öfke kusmak isteyenlere
müsaade edilmeyeceğini de belirtmiştik.
Yeni Bir Süreç: Gazze İçin Birleşelim
27 Temmuz yürüyüşü ile birlikte yeni bir süreç başlamış oldu. Çünkü
Gazze’nin iki temel ihtiyacı vardı:
- Sözün muhatabına doğrudan söylenmesi,
- Müslümanların birlik olması.
İlk eşik aşıldı; söz muhatabına söylendi. Artık herkes gördü ki etkin bir
eylem, ancak karar alıcı mercilere baskı oluşturarak mümkün olabilir.
İkinci ihtiyaç ise birlikti. 27 Temmuz’da bu birlikteliğin işaretleri
görülse de sınırlı kaldı. Gazze için Müslümanların taleplerini daha gür bir
sesle haykırabilmek için yelpazenin genişlemesi kaçınılmazdı. İşte bu bilinçle
“Gazze İçin Birleşelim” diyerek İslâmi camialara, alimlere ve kanaat
önderlerine ziyaretler başlattık.
Bu ziyaretlerde, sözü muhatabına daha güçlü söyleyebilmek için birlikte
hareket etmenin önemini hatırlatıyoruz. Allah’a hamdolsun ki Müslümanlar bunun
bir ihtiyaç olduğunun farkında. İşte bu farkındalık, farklılıkları ve fikir
ayrılıklarını bir kenara bıraktıracak, ümmetin Gazze’nin onurlu sesi olmasını
sağlayacaktır.
Ve biz buna yürekten inanıyoruz…
[1]
Öncesiyle Sonrasıyla “Sözü Muhatabına
Söylemeye Var mısın?”, Süleyman Uğurlu, kokludegisim.net
[2]
TBMM Zabıt Celsesi, Şubat 1937


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış