Devrimler hem yıkıcı hem de inşa edicidir. Yıkma eylemi
ortada bir enkaz bırakır, o enkazın tamamen temizlenmesi ve yeni bir temel
üzerine inşa sürecinin başlaması gerekir. Dolayısıyla devrim, “yıkma ve yapma” eylemlerini içinde barındıran bir kavramdır.
Arapçada “devrim” kavramını ifade eden [ثورة] “sevra” kelimesi, çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir.
Siyasi anlamda kullanılan bu kelime, otoriter rejimlere,
baskıcı diktatörlere ve zalim yönetimlere karşı bir ayaklanmayı (başkaldırıyı), aynı zamanda rejim
değişikliğini ifade eder.
Toplumsal anlamda [ثورة] “devrim” kavramı, “bir halk hareketi” olarak
tanımlanır ve toplumsal dönüşüm ve değişimi ifade eder.
İdeolojik bağlamda ise [ثورة] “devrim”, yalnızca fiziksel veya siyasî bir değişimi değil, aynı zamanda düşünsel
dönüşümü, zihinsel değişimi yani zihniyet dönüşümünü ifade
eder.
“Devrimden Yönetime Giden Yolda Suriye’nin Geleceği”ni ele alacağımız bu makalenin kalın
çizgilerle vurgulanması gereken en önemli cümlesi, muhakkak ki “Halk rejimin yıkılmasını istiyor”
ifadesi olmalıdır.
Bu ifade; Suriye sokaklarının
duvarlarını süsleyen yalnızca 29 harften ibaret bir cümle değildir. Aksine, bu
ifade, ciltlerce yazılmış kitapların içerik metinlerinden daha derin fikirleri,
saatlerce yapılmış uzun konuşmaların muhtevalarından daha mühim meseleleri
içeren toplumsal, siyasi ve ideolojik bir başkaldırıyı vazediyor.
Bu başkaldırıyı tetikleyen şey, Suriye’deki Baas rejiminin halka yaşattığı korku ve kuşku dolu bir
zulüm hayatı değildir yalnızca. Bu başkaldırının temelinde bir düşünce, bir
fikir ve bir inanış bulunmaktadır.
Normalde, Afrika ya da Güney Amerika
ülkelerinde, hatta modern gelişmişliğiyle öne çıkan Avrupa’da bile otoriter ve diktatör yönetimlere
yönelik yapılan halk ayaklanmaları ve başkaldırılar, yöneticilerin değişmesiyle
son bulur. Ancak, bu durum İslâm beldelerinde böyle olmaz. Nitekim,
Suriye’de de böyle olmadığı görüldü.
Suriye’de barışçıl gösterilerin başladığı 15
Mart tarihinden tam yedi ay sonra, Burhan Galyun, El-Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada şu ifadeleri
kullanmıştı:
“Suriye’de asıl sorun, halkın İslâmî bir
yönetimden başkasına razı olmamasıdır.”
Burhan Galyun, Amerika’nın girişimleriyle Ağustos
2011’de Türkiye’de kurulan ve Esed sonrası Suriye
yönetimi için düşünülen muhalif hareket
olan Suriye Ulusal Konseyi’nin ilk başkanıydı.
Bu mesaj bile tek başına, meselenin Baas rejimini temsil eden oğul Esed’in devrilmesi olmadığını göstermeye
yeter.
Gösterilerin rejimi yıkma iradesi
taşıyan bir devrime dönüştüğünü herkes
anladı. Zira Burhan Galyun’un da dediği gibi, Suriye halkının talebi
yalnızca Beşşar Esed’in gitmesi ve yerine başka bir yöneticinin gelmesi ya da
seçilmesi değildi.
Buradan hareketle, “Halk rejimin
yıkılmasını istiyor.” ifadesinin demokratik
bir irade olmadığını söyleyebiliriz. Zira demokratik düzenlerde,
halkın yalnızca iktidarları, partileri ya da yöneticileri değiştirme iradesi
bulunmaktadır. Devrimler ise rejimleri yıkar ve değiştirir.
Devrim, daha sarsıcı, daha yıkıcı ve aynı zamanda daha yapıcıdır. Zira “Halk
rejimin yıkılmasını istiyor.” ifadesi yalnızca yıkıma yönelik bir iradeyi
değil, aynı zamanda yeni bir rejimin (nizamın) ikamesine, kurulmasına yönelik
bir iradeyi de içermektedir.
Peki, okul duvarlarına “Sıra sende Doktor” yazan, ardından
bölgenin Siyasi Büro Şefi Atıf Necip ve muhaberat elemanları tarafından işkence edilen, ailelerinin
onuru zedelenen Deralı çocukların bu eylemi nasıl oldu da “Halk
rejimin yıkılmasını istiyor” çağrısı
altında toplumsal ve siyasî bir devrime dönüştü?
Tunus, Mısır, Yemen ve Libya’dan sonra Suriye halkını
sokaklara döküp “Artık ayaklanma vakti!” diyen kimdi? Bu çağrı Suriye halkında nasıl karşılık buldu? Muhaberat ülkesi Suriye’de, halk ne istediğini gerçekten biliyor muydu?
Bu soruların cevabını 11 Mart 2011
tarihinde, yani Suriye’deki ilk gösterilerden dört gün önce, Pres TV’ye konuşan Hizb-ut Tahrir
Merkezi Medya Bürosu Başkanı’nın sözlerinde bulabiliriz:
“Hizb-ut Tahrir olarak bizler Suriye’deki
insanları uyandırmak için 15 Mart tarihini ‘Uyanış Günü’ ilan ediyoruz.
Doğru zamanın geldiğinden hiçbir şüphemiz yok. Bu, asla geri dönüşü olmayan bir
başlangıçtır.”
Ayaklanmanın başlamasından kısa bir süre sonra
ise Suriye Ulusal Kanalı şu haberi geçti:
“İstihbarat kaynakları, Suriye’de yaşanan
olayların arkasında Hizb-ut Tahrir’in olduğunu ve halkın çektiği geçim
sıkıntılarını kullandığını, Hilâfet’i geri getirmek için uğraştığını
söylüyor.”
Suriye Devriminin Hareket Noktası ve Sarsıcı Etkisi
Hizb-ut Tahrir’in, Arap Baharı’nın
etkisiyle Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’den sonra Suriye rejimine karşı
başlatılan ayaklanmaları sarsıcı ve yıkıcı bir etkiye, yani devrime
dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Baştan beri direniş ve mücadeleye destek
verdiğini, rejime açıkça meydan okuduğunu ve en önemlisi yıkılacak rejimin
yerine İslâmî bir yönetim modeli olarak Hilâfet’i koyduğunu ifade edebiliriz.
Böylece, Suriye halkının iradesi
ve kararlılığı ile Müslümanların kıyamına yön verildi, Suriye’de İslâmî yönetim
olan Hilâfet düşüncesinde genel bir kamuoyu oluşturuldu ve bölgedeki rejimler
başta olmak üzere Batı’ya karşı ciddi bir tehdit unsuru var edildi.
Dönemin Suriye Dışişleri Bakanı
ve Başbakan Yardımcısı Velid Muallim’in şu sözleri, bu sarsıcı tehdidin hissedildiğini gösteriyor:
“Biz biliyoruz ki, Suriye'nin etrafında pusu
kuranlar ve İslâm Hilâfet Devleti kurmayı talep edenler, Suriye'nin
sınırlarında durmayacaklar. Bizim yaptığımız, Ürdün, Lübnan ve Türkiye
için de savunmadır.”
Bu açıklama, Suriye Devrimi’nin
yalnızca Suriye’ye ve Suriyelilere ait olmadığını, aksine sınırları aşan fikrî
bir evrenselliğe dönüştüğünü gösteriyor.
Esed’i düşürdüğü halde rejimi yıkamayan, Ahmed Şara’nın başında olduğu yeni yönetim, “Suriye’nin
başka ülkelere devrim ihraç etmeyeceğini”
söylüyor. Ancak, devrimi ulus devletlerin değil, inanmış Müslüman
halkların ihraç ettiğini göz ardı etmiş gibi görünüyor.
Muhaberat ülkesi olan Suriye’de çocukların böyle bir
kalkışmaya öncülük etmelerini, ayaklanmanın silahsız gösterilerden direnişe ve
yıkıcı bir devrime dönüşmesini kimse beklemiyordu. Hatta öyle ki Arap
Baharı’nın Suriye’yi etkilemesi, Türkiye’yi de şaşkına çevirdi.
Bu sebeple Türkiye yönetimi, o dönem
Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Planlama Teşkilatı ve MİT
heyetlerini brifing için Şam’a gönderdi. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Beşşar Esed ve Suriyeli yetkililer ile defalarca görüştü.
Gösterileri durdurmak için “bazı reformlar
yapması” konusunda Baas rejimine telkinlerde bulunuldu. Hatta Türkiye,
gösterilerde kullanılması için Suriye yönetimine plastik mermi satmayı bile
teklif etti. Hesap edilmeyen şey, Suriye halkının artık uyanmış ve ölü toprağını üzerinden atmış olmasıydı.
Bu kalkışma yalnızca Baas yönetimini, bölgedeki rejimleri, Avrupa ve ABD’yi değil, İslâm dünyasındaki bazı
hareketleri de şaşkına çevirdi. Toplumsal değişimi ıslahatçı temele
dayandıranlar şaşırmışlardı:
“Yavaş yavaş, merhaleci ve tedricî bir süreç
varken, demokratik yöntemler denenip kullanılmadan nasıl olacaktı! Tunus
ve Mısır’da olduğu gibi Batı’yı rahatsız etmeden, yağdan kıl çeker
gibi köşeyi dönmek varken, bu temaşaya ne gerek vardı! Hâlbuki hem ABD ve Batı memnun edilecek, hem de
İslâmî bir yönetim inşa edilecekti!”
“Islahatçılık”, yıllardır bu tür gerekçeleri
toplumun önüne koydu. Ama 13 yıllık Suriye Devrimi sürecinde,
bu düşünce Suriye halkına kabul ettirilemedi.
Şimdi, bir milyon şehidin kanı ile kazanılan zaferden sonra yeni
Suriye yönetimi, bunu tekrar denemeyi düşünüyor. Bu kötü niyetin mesnetsiz gerekçelerini, tehlikesini ve mümkün
olup olmayacağını değerlendireceğiz.
Ondan önce şu soruyu cevaplandırmakta fayda görüyorum:
“Devrim neden İslâmî bir yönetim ile neticelenmedi?”
Devrimin Eksikliği: Siyasi Liderlik
Baas rejiminin yıkılması için Şam halkının
direnişi ve devrimci grupların sahip olduğu askerî güç yeterliydi. Ancak devrim,
bu sürecin içini dolduracak “siyasi proje” ve bu projeyi hayata geçirecek “siyasi
liderlik”ten yoksundu.
2014 ve 2015
döneminde, grupların Şam’ı düşürmeleri an meselesiydi. Ancak IŞİD fitnesinin devreye sokulması, İran ve
Rusya faktörünün aktif olması, Türkiye
ve Körfez ülkelerinin baskısı, telkini ve yönlendirmeleriyle gruplar, alan
hâkimiyetlerini kaybettiler.
Halk meydanlarda “Devrimimiz İslâmîdir”, “Halk
İslâmî Hilâfet istiyor” diye slogan atarken, gruplar geçen sürede Şam için hiçbir siyasi proje ve liderlik ortaya koymadılar. İslâmî bir projeyi
kendilerine getirenlere ise bahane ve gerekçeler sundular:
“‘İslâm Devleti istiyoruz!’ dersek tüm Batı bizim
karşımızda durur, Körfez ülkeleri bize yardım göndermez, bu sebeple biz, ‘adil devlet’ istiyoruz.” Suriye halkının
talebi, “Halk rejimin yıkılmasını istiyor!” sloganı iken, bu gruplar, “Bizim öncelikli hedefimiz daha fazla toprak
parçasını ve şehri rejimden kurtarmak olmalı. Şimdilik bundan başka bir hedef
ve projeden bahsetmeye gerek yok.” dediler. Bunu da yine “Düşmanlarımızı korkutmayalım” bahanesiyle gerekçelendirdiler.
Bu merhaleci ve tavizci düşünce,
devrimci grupların adeta menheci oldu. Bu telkinleri gruplara fısıldayan
ise Türkiye, Suudi Arabistan ve bölgedeki Körfez ülkeleriydi. Para ve silah verdiler, bunları
istediler; insani yardım gönderdiler, bunları söylettiler. Önce katliam ve ölüm
ile korkuttular, sonra ateşkes anlaşmalarına razı edip alan hâkimiyetini
kaybettirdiler ve en sonunda tamamen şehirlerden çıkardılar.
Gruplar, Şam’a giriş kapısı olan stratejik alanı Zebedani Anlaşması
ile terk ettiklerinde, Hama, Humus ve Halep’ten tamamen
çıkarılacaklarını göremediler. Sonra da İdlib’de “kafe ve AVM açıp
çöp temizleyerek” devlet yönetmeyi(!) öğrendiler.
Bugün artık Suriye’nin tüm şehirleri, İdlib’i yönetenlerin elinde. “Nasıl
bir rejim kuracaklarını, nasıl bir yönetim uygulayacaklarını” kendileri
açıklıyorlar.
Şimdi bu açıklamalar üzerinden Suriye’nin geleceğini değerlendirelim.
Yeni Suriye’nin Geleceği
8 Aralık 2024’te Şam’ın Esed rejiminden alınması sonrası, “Suriye’nin geleceği” ile ilgili birçok açıklama yapıldı. Bu
açıklamaların tamamını bu kısa makalede değerlendirmek zor, ancak Suriye
Arap Cumhuriyeti’nin “yeni Cumhurbaşkanı” olarak ilan edilen Ahmed Şara (Colani)
tarafından biri Amerikan, diğeri İngiliz basınına verilen iki
röportaj üzerinden değerlendirme yapacağız.
Birinci röportaj, Amerikan PBS Televizyonunun Frontline
belgesel serisi için gazeteci Martin Smith tarafından 2021’in
Şubat ayında İdlib’de
yapıldı.[1] İkinci
röportaj ise 31 Ocak 2025’te Şam’da İngiliz gazete The
Economist’e verildi.[2]
Ahmed Şara’nın Irak ve Suriye geçmişindeki “İslâmî
bilincinin, devrimci, inkılâbî,
ideolojik bir fikir içermediğini” en
baştan söylemeliyim. Bunu, bir dönem içinde olduğu El-Kaide’nin düşünce ve hedeflerine baktığımızda zaten
görebiliriz. Bununla birlikte, Şara’nın Martin Smith röportajındaki
demeçlerinde de bu durum çok net görülüyor. Zira 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Hilâfet’in kaldırılması,
Müslümanların ve tüm İslâm coğrafyasının başsız ve otoritesiz kalması sonrası yaşanan fikrî ve siyasi işgal ile
ilgili, yine İslâm ümmetini bu işgalden kurtaracak siyasî bir projenin
hayata geçirilmesi konusunda Ahmed Şara’nın herhangi bir beyanına rastlamadım. Bunu, ne “Amerikan işgaline karşı
mücadele ettiği Irak’taki hayatıyla ilgili hatıratında”, ne “2011’de devrimin
başlamasıyla Suriye’deki direniş sürecinde”, ne de “HTŞ ile İdlib’i yönettiği
dönemde” görebiliyoruz.
Ahmed Şara’nın bu konudaki yaklaşımı, El-Kaide ile Irak işgaline karşı
verdiği savaşı nasıl değerlendirdiğinde de açıkça görülüyor. Şara, bu savaşı
ideolojik değil, tepkisel bir mücadele olarak görüyor. Hatta El-Kaide’nin temel
misyonuna aykırı beyanatları da var. “ABD ve Batı’ya tehdit oluşturmadıklarını”
söylüyor. “Amerika’nın Suriye siyasetini, Rusya ve İran’ın Suriye’deki
varlığından farklı gördüğünü” belirtiyor.
Martin Smith’in “Suriye’deki sorunun nasıl çözüleceğine” ilişkin sorusuna
cevabı aynen şu şekilde:
"Bu sorunun, bu büyük felaketin nedeni rejimdir. Rejim (Esed rejimi)
olmadığında, bu büyük felaket ortadan kalkacaktır. Bu nedenle, asıl mesele bu
rejimi devirmek, onu devirmek için mümkün olan her şekilde çabalamaktır."
Smith’in “Peki Amerikalıların ne yapmasını istiyorsunuz?” sorusuna
şu sözlerle cevap veriyor:
"ABD yönetimi ve politikaları konusunda iyimser değilim,
politikalarını eleştiriyorum. ABD şunu diyor: ‘Rejimin uygulamalarını reforme
etmek ve iyileştirmek istiyoruz, ancak rejimi devirmek istemiyoruz.’ Bu
mantıksız, bunun gerçekleşmesi de imkânsız. Amerikalıların, Ruslara baskı
yapmak, onları Suriye'den çıkarmak için birçok aracı var. Eğer bunları rejimi
devirmek için kullanmak isterlerse rejimi devirebilirler ama bunu yapmak
istemiyorlar."
Ahmed Şara’nın bu açıklamalarından, “Suriye’deki siyasi sürecin temel
politikalarını belirleyen ülkenin ABD olduğunu” ve “Rusya ile İran’ın ABD’nin
izni olmadan Suriye’de adım atamayacağını bildiğini” anlıyoruz. Şara, Baas
rejiminin arkasındaki asıl aktörün ABD olduğunu bildiği için röportajın
detaylarında Amerikan siyasi kamuoyuna mesajlar veriyor.
Smith, “Amerikalılar bu konuda sizi veya sizin analizlerinizi neden
dinlesin? Siz ABD’nin eski bir düşmanısınız; bir El-Kaide lideriydiniz.”
deyince Şara şu cevabı veriyor:
“ABD’nin politikalarını eleştiriyorum ve bu benim hakkım. Ben burada,
Suriye devriminin büyük bir bölümünü temsil ediyorum, Suriye devriminin
kenarında durmuyorum. Yüksek sesle konuşmak, Suriye devrimi lehine işlerin
nasıl olması gerektiğini, hangi politikaların uygun olduğunu ve hangilerinin
uygun olmadığını söylemek benim hakkım. Ama onları beni dinlemeye zorlayamam,
bu tamamen onların kararı.”
Şara’ya en kritik soru soruluyor:
“Amerika’ya mesajınız ne?”
Cevap çok kısa ama açık bir mesaj içeriyor:
“Onlara mesajımız kısa: Biz burada size herhangi bir tehdit oluşturmuyoruz.
Her şeyden önce, bu bölge Avrupa ve Amerika'nın güvenliği için bir tehdit
oluşturmuyor. Bu bölge dış operasyonların yürütüleceği bir sahne değil.”
Ahmed Şara’nın 31 Ocak
2025’te, bu kez Şam’da The Economist’e
verdiği röportaja baktığımızda, 2021’den bugüne geçen dört yılda pragmatist
bir paralellik görüyoruz.
Zira röportajda “ABD’nin
Suriye’deki askerî varlığını çekmesini memnuniyetle karşılar mısınız?” sorusuna Ahmed Şara şu şekilde cevap veriyor:
“Egemen bir devletteki herhangi bir askerî varlık, belirli bir anlaşma
çerçevesinde gerçekleşmelidir ve ABD ile aramızda böyle bir anlaşma
bulunmuyor.” Ve ardından şu eklemeyi
yapıyor:
“Şu anda Rus askerî varlığını yeniden değerlendiriyoruz ve onlarla bir
anlaşmaya varabiliriz ya da varamayız. Ancak öyle ya da böyle, herhangi bir
askerî varlık ev sahibi devletin rızasıyla olmalıdır.”
Bu açıklama, Suriye’nin daha önce
olduğu gibi bundan sonra da egemen bir devlet olamayacağını gösteriyor. Zira
İslâm coğrafyasındaki işgalleriyle bilinen sömürgeci ABD’nin askerî varlığına
Suriye’de izin vermek -anlaşmaya dayalı olsa bile- “Batı’ya bağımlı olmak, kukla
bir yönetime razı olmak” demektir.
Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın The Economist’e verdiği röportajda öne çıkan diğer önemli
husus, Golan Tepeleri’nde işgalci olarak bulunan “İsrail”
ile ilgili beyanı…
2024 Aralık ayında “İsrail”in Golan’daki işgalini genişletmesiyle
ilgili olarak Şara, bölgedeki tüm yönetimlere ezberletilmiş adresi, yani BM’yi gösteriyor:
“Suriye ve ‘İsrail’ arasında 1974 yılında Birleşmiş Milletler aracılığıyla
yapılmış bir anlaşma var. Şam'daki ilk günümüzde BM'ye 1974 anlaşmasına bağlı
olduğumuzu ve tampon bölgede bulunan Birleşmiş Milletler gücünü, yani UNDOF'u
kabul etmeye hazır olduğumuzu bildirdik.”
Amerika’nın Ortadoğu’da istediği sükûnet, “barış” ve “İsrail” ile normalleşme konusunda Şara’nın söylediği şu sözler ise dikkat çekici:
“Aslında biz tüm taraflarla barış istiyoruz ama ‘İsrail’ konusunda bölgede
büyük bir hassasiyet var, özellikle de yaşanan büyük savaşlardan ve 1967'den
beri Suriye'nin Golan bölgesini işgal etmelerinden sonra. Şam'a sadece iki ay
önce girdik ve önümüzde birçok öncelik var, bu nedenle böyle bir konuyu
tartışmak için henüz çok erken çünkü geniş bir kamuoyu gerektiriyor.”
Varlığını ve mücadelesini “işgallere karşı direniş” ve “cihat”
olarak belirleyen El-Kaide gibi
bir “küresel cihat hareketi” içinde yetişmiş Ahmed Şara’nın, mübarek Mescid-i Aksa ve
Filistin topraklarındaki işgali İslâm’ın hükmüne göre değil,
kamuoyunun nabzına göre değerlendirip çözüm üretmesi ne merhalecilik, ne strateji, ne de “zekilik” ile
izah edilebilir.
Bunun adı; siyasî körlük, basiretsizlik ve
ihanettir.
Sadece Suriye halkının ve
Suriye Devrimi için canını ve malını vermiş Müslümanların değil, bölgedeki tüm
rejimlerin, özellikle de Batılıların en
çok merak ettiği konuya, “Suriye’nin yönetim sisteminin ne olacağı” meselesine gelince; burada da yine aynı
röportajlarda yapılan açıklamalar üzerinden bir değerlendirme yapacağız.
İslâmi Yönetim mi Yoksa Laik Demokrasi mi?
Ahmed Şara, 2021’de henüz İdlib’deyken Amerikan PBS kanalına
farklı konuşmuş, ancak Şam’da Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda farklı bir
dil kullanmıştır. Martin Smith, sanki geleceğin Suriye lideri olacağını öngörmüşçesine,
Şara’ya şu soruyu soruyor:
“Büyük ölçüde laik bir toplum olan Suriye'de şeriat hukukunun uygulanması
çağrısında bulunma yetkisini size kim verdi?” O dönem henüz sadece İdlib’i yöneten Şara’nın cevabı
oldukça konjonktüreldir:
“Biz inandığımız şeye çağırıyoruz. İslâm şeriatı adil ve doğru bir
çağrıdır. İçerdiği merhamet, insanlık ve adalet, Hıristiyan, Yahudi ve diğer
dinlere mensup herkesi, tüm grup ve mezhepleri kapsıyor. Aksi takdirde, tarihte
büyük bir İslâm Halifeliği varken Suriye'de ve genel olarak tüm Arap bölgesinde
Hıristiyanların yaşamasını nasıl açıklayacağız? Dolayısıyla şeriat yasasına
çağırmak, diğerlerini dışlamak istediğimiz anlamına gelmiyor.”
“Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yeni cumhurbaşkanı” olarak Şam’da The
Economist’e konuşan Şara, “devletin
anayasası ve bu anayasadan çıkacak kanunları belirleyecek bir uzman heyetin
oluşturulduğunu, Yüksek Yargı Konseyi’nin bulunduğunu” söylüyor.
Bu noktada kendisine “Yeni anayasanın şeriat hukuku temelli olması
mümkün mü?” sorusu yöneltiliyor ve Şara şu şekilde cevap veriyor:
“Buna uzmanlar karar verecektir. Eğer onaylarlarsa benim görevim bunu
uygulamaktır. Eğer onaylamazlarsa, benim görevim yine onların kararını
uygulamaktır.”
İdlib’de şeriatın uygulanmasına çağrı yapılıp İslâmî yönetim altında tüm
din mensuplarının, farklı mezhep ve gruplara ait tüm insanların huzur ve adalet
içinde yaşayabileceği anlatılırken; Hilâfet tarihi bunun için örnek
gösterilirken, dört yıl sonra Şam’da, “şeriatın uygulanıp uygulanmayacağı” konusu
hukuk uzmanlarının tercihine bırakılmış gibi gözüküyor.
İdlib’de devrimci gruplar, mücahitler ve Müslümanların nabzı dikkate
alınırken; Şam’da Batılıların nabzı dikkate alınmış.
Suriye’deki yönetimin nasıl olacağına ilişkin The Economist’in basitçe sorduğu
“Suriye bir demokrasiye dönüşecek mi?” sorusuna Şara’nın verdiği cevap
oldukça “ustaca”dır:
“Bölgemizde demokrasinin çeşitli tanımları var. Eğer demokrasi, ‘halkın
kendisini kimin yöneteceğine ve parlamentoda kendisini kimin temsil edeceğine
karar vermesi’ anlamına geliyorsa, evet Suriye bu yönde ilerliyor.”
Bu cevap, 1960’lı yıllardan beri Türkiye’de Müslüman halkı
sandıklara çağırarak oy isteyen Milli Görüş ve AK Parti
zihniyetinin “siyaset dilini” hatırlatıyor.
Yeni Suriye’nin geleceği ile ilgili ortaya
konulan bu siyasi tutum ve alınan kararlar -Amerika ile yakınlaşma ve anlaşma
isteği, Rusya ile yeniden masaya oturma mesajı, Suudi Arabistan ve Körfez
ülkeleri ile parasal ilişkiler içine girme heyecanı, rejimin suçlularını
affetme politikası, Suriye’deki laik ve liberalleri memnun etme arzusu,
Nusayri, Alevi ve Dürzîlere şirin gözükme çabası- Suriye Devrimi’nin ruhuna uygun olmadığı
gibi, devrimci grupların ve Suriye halkının onayı ile de yapılmıyor.
Daha da önemlisi, bütün bunlar
Allah’ın rızası değil, kâfir Batılıların rızası gözetilerek hayata geçiriliyor.
Allah’ı unuttukları gibi, O’nun yardımını, vaadini ve Efendimiz’in
müjdesini de unuttular. Suriye’yi bu şekilde kalkındıracaklarını düşünüyorlar,
ancak ne kadar taviz verirlerse versinler, kâfirlerin kendilerinden daha fazla
taviz isteyeceklerini de biliyorlar. Çünkü
Rabbimizin ayetleri çok açık:
[وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ] “Dinlerine
uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır.”[3]
[وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ] “Onlar eğer güçleri
yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.”[4]
[2]
“Suriye
Devlet Başkanı Ahmed Şara 31 Ocak'ta Şam'da The Economist'e konuştu”,
MepaNews - Tercüme
[3]
Bakara Suresi 120
[4]
Bakara Suresi 217


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış