ASKERÎ KEMALİZM’DEN SİVİL KEMALİZM’E GEÇİŞ

Süleyman Uğurlu

Batı dünyası Ortaçağ karanlığında cehalet, fakirlik ve salgın hastalıklarla boğuşurken insan olmanın imtiyazını da yaşayamıyordu. Düşünme ve fikir üretme melekesi elinden alınmış, adeta köleleştirilmişti. Batı insanı adına Kilise düşünüyor ve kilise doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini belirliyordu. Kilisenin sözünün üstüne söz söylemek işkence, aforoz ve ölümle cezalandırılıyordu. Kilisenin zikrettiğimiz genel prensipleri belirlemede kullandığı ölçü ve kaideler isabetli olmuş olsaydı belki de çok da sorun yaşanmayacaktı. Ancak kilisenin ölçü ve kaideleri akıl dışı olunca ortaya koyduğu “doğru” ve “yanlış”, “iyi” ve “kötü” de doğal olarak tartışılır hale gelmişti. İnsan aklının kabul etmediği şeyleri, din adına baskı yöntemiyle kabul ettirmeye çalışmasıyla birlikte halklar arasında şiddetli bir gerginlik yaşanmaya başlamıştı.

Kiliseden bağımsız bir şekilde kendini gösteren bilim adamlarından cesur olanları açık bir şekilde kilisenin doğrularını yanlışlamaya başladı. Bu kabul edilemez çıkış karşısında kilise, zulmünü daha da arttırdı. Sonrası malum… Yüzyıllar boyunca devam eden mücadele sonunda Aydınlanma düşünürleri galip geldi. İnsanı pranga altında tutan ve gelişimini engelleyen din, devre dışı bırakıldı.

Onların iddiasına göre; Batı insanı, kendisine baskı ve zorlama yapan, iradesini ve yaşam hakkını ezen, kimliğini toplumun gelenek ve inançlarına göre şekillendiren bir sistem içinde tüm dünyasını ve eylemlerini ahiret ile ilişkilendiren kilise ve kralların otoritesinden kurtulduğunda ve ahiretle bağını kesip dünyaya odaklandığında dünyanın dışında değil, içinde yaşamaya başladı hatta dünyanın efendisi oldu.

Batı, kendisini üstün kılan şeyin ahiretle bağını kesip dünyaya odaklanmak olduğunu ilan ettiğinde tüm dünyayı baştan sona kadar değiştirecek bir adım atmış oldu. Zira kalkınmak isteyen toplumlar için Batı dünyası artık örnek ve model haline geldi.

Osmanlı’nın çöküş döneminden başlayarak günümüze kadar âlimler, düşünürler ve aydınların ana gündem maddesi tam da budur: “Batı’nın; kalkınmanın, refahın, insan haklarının, çoğulculuğun, teknoloji ve bilimin öncüsü olduğu yadsınamaz bir gerçek. Öyleyse Batı’nın kalkınma felsefesini takip edersek biz de onlar gibi olabiliriz.” Bu anlayış, Kemalizim’in kutsal kitabı Nutuk’ta “muasır medeniyetler seviyesine yükselmek ve onu geçmek” olarak ifade edilmiştir. 

Batı, dini hayattan ayırmakla kendine has bir uygarlık inşa etti. Milan Zafirovski, Batı’yı farklı kılan ve uygarlığının temelini oluşturan değerlerin “laiklik, demokrasi, rasyonalizm, ilerleme, kapitalizm, özgürlük, modernizm, çoğulculuk, bireyin mutluluğu, bilim ve eşitlik değerleri” olduğunu vurgular. Bu değerlerin hepsi, Batı’daki aydınlanmanın, entelektüel hareketin ve kültürel devrimin ürünleri olmakla birlikte diğer toplumlar için ulaşılması gereken ulvi hedefler halini almıştır.

Şimdi ortaya çıkan bu resimle Cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve Kemalizm’in nasıl oluştuğunu ele alalım.

Türkiye’deki cumhuriyetin kuruluşu, Fransa’daki cumhuriyetin kuruluşu gibi olmadı elbette. Zira cumhuriyet kurulurken “biz artık dini hayatımızdan uzaklaştırdık, ahiretle olan bağımızı kestik ve sadece dünyaya odaklandık” demediler. Ne dediler? Karahisar Milletvekili Mehmet Emin, Meclis kürsüsünden şöyle diyordu:

“On dört asır evvel, Peygamber Muhammed'in Mekke duvarlarında kurduğu Hükümeti, bugün de Türk Milleti Ankara'ya kurmuştur.” Mehmet Emin Bey’den sonra söz alan Urfa Vekili Şeyh Saffet ise cumhuriyetin ilanının, “Hülafay-i Râşidîn dönemine dönüş” olduğunu belirtip cumhuriyeti kuranlara şükranlarını sunuyordu.

Dolayısıyla kırılma anı; Cumhuriyetin ilanı değil, 3 Mart 1924’de Hilâfet’in kaldırılmasıdır. Hilâfet’in kaldırılmasıyla birlikte ahiretle olan bağın kesilme ameliyatı başlamıştır.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu, -Eric Jan Zürcher’e göre- 200 kişiden oluşuyordu ve bu 200 kişinin kahir ekseriyeti, Batı’da seküler eğitim almış kişilerdi. Yani Batı’nın kalkınma felsefesini benimsemiş, ona iman etmiş kişilerdi. Kazım Karabekir hatıralarında bu zihniyeti temsil edenlerin, dine daha doğrusu İslâm’a bakış açılarını yansıtan bir anısını aktarmaktadır. 18 Temmuz 1923 tarihinde yaşanan bu olayda, Tevfik Rüştü (Aras), Mahmut Esat (Bozkurt) ve Fethi (Okyar), Teşkilat-ı Esasiye’den İslâm’ın çıkartılması üzerine konuştuklarına şahit olan Karabekir itirazlarını sunmuş ve sert cevaplar almış: “Fethi Bey (Okyar) söz alarak bana gayet sert ve katı cevap verdi: ‘Evet Karabekir… Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslâm kalmayacağız!’”

Görüldüğü üzere, İslâm’dan uzaklaşıp dünyaya odaklanmak Hilâfet’in kaldırılmasından birkaç ay sonra kurucu kadronun gündemine gelmiştir. Elbette bu, bir anayasa maddesini değiştirmek kadar basit bir olay değildi. Zira toplumun temellerini sarsacak bir düzenleme sadece anayasa değişikliğiyle yapılamazdı. Ama dini terk etmenin “zorunluluğu” kurucu kadronun hep gündemindeydi. Batı gibi olmak için ilk yapılması gereken, elbette dini hayattan ayırmaktı ve kurucu kadro bunu çok iyi biliyordu.

Hilâfet’in ilgasından sonra sekülerleşme adımları hızla atılmaya başlandı. Bu adımlara genel olarak “Devrim Kanunları” dendi. Batı’nın özellikle de Fransız İhtilalinin yolunu takip eden kurucu kadro, Osmanlı’dan devraldığı en önemi mirası yani halkı, demir yumrukla dönüştürmeye çalıştı. Fransız İhtilalinin en acımasız günleri olarak kabul edilen “Terör Dönemi” Cumhuriyetin erken dönemini tasvir eden bir tanımlamadır. Fransa’da 1 yıla yakın süren “Terör Dönemi” Türkiye’de uzun yıllar devam etmiştir.

Fransız İhtilalinin meşhur jakobenlerinden Bertrant Barère, Katolikliğin yerine milliyetçiliği bir din haline getirmeye çalışıyordu. Benzer bir çalışmayı, Cumhuriyetin kurucu kadrosunda da görebiliyoruz. Samsun Milletvekilliği de yapan Ruşeni Barkın, 1926 yılında Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür adıyla bir kitap çıkartır. Mustafa Kemal’e kitabı arz eder. Kitabı okuyan Mustafa Kemal, şu paragrafın altına kendi el yazısıyla “Aferin” yazar:

“Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde ‘din’ kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır.”

“Milli Hatip” Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 1930 yılında Türk Ocağı Merkez Binası açılığında yaptığı konuşmada “Türkçülük” ile Batı değerlerini aynı kefeye koyduğunu görmekteyiz. Şöyle diyordu Tanrıöver: “Biz yenilseydik Avrupalılık mağlup olacaktı. Biz kazandık, Avrupalılara karşı şarkta garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık.” Bu çelişkili ruh halini açıklamak elbette zordur. “Batı’nın fikir ve esaslarını Batı’dan korumaya çalışmak” elbette güçlü bir motivasyona ihtiyaç duyar. Bu nedenle Hamdullah Suphi, kendilerini, “Batı fikir ve esaslarının gerçek mümessili” olarak göstermektedir.

Hakeza, Batı’nın öğretileri; akıl, bilim, insan, ilerleme ve doğa kategorilerinde ele alınarak Türk milliyetçiliğiyle sentezleme gayretine gidilmiştir. Türk Tarih Tezi, bu sentezlemenin en çarpıcı örneğidir. Türklerin tarihleri, tarihteki yeri, özellikleri ve daha birçok konu, “bilimsel çalışma” adı altında yürütülmüş ve ortaya abartı ve hurafelerle dolu Türk Tarih Tezi çıkmıştır.

Sonuç itibarıyla, Batı’nın tam anlamıyla klonlanarak alınması elbette gerçekleşmemiştir. Ancak, kötü bir taklit de olsa Batı değerleri, ilk on yılda öyle ya da böyle özellikle büyük şehirlerde yerleşik hâle getirilmiştir. Türkçülük üst kimliğinde toplanan Batı değerleri, artık bir din hâlini almıştır. Tüm bu değerler, Mustafa Kemal’in nevi şahsında toplanmıştır ki Kemalizm dedikleri şey de işte budur. Bu dinin peygamberi Mustafa Kemal, kutsal kitabı ise Nutuk’tur. Ancak kimse, “İşte yeni dininiz,” dememiştir. Bunun yerine, bu değerler yavaş yavaş topluma benimsetilmiş, bir tür seküler kutsiyet anlayışı oluşturulmuştur.

Yeni dinin koruyucusu ise elbette ordudur. Zira, Cumhuriyetin kuruluş serüveninde, devrimlerin gerçekleştirilmesinde, devrimlere itiraz edenlerin ya da edebileceklerin sindirilmesinde askerler başrol oynamışlardır. Dolayısıyla kazanımların korunması görevi de orduya verilmiştir.

Ordu, iç ve dış düşman tanımlaması yapmış ve iç düşman olarak Cumhuriyet’in kurucu değerlerine karşı gelen her kişi ve kurumu göstermiştir. TSK’da görev alan subaylar eğitilirken bu bilinç yerleştirilmiş ve Kemalizm, bu subaylar için vazgeçilmez kılınmıştır. “İrtica” ise TSK için tahammül edilemez bir durumdur. Zira irtica, “gericilik” demektir. İrtica, Cumhuriyet ile birlikte elde edilen kazanımlara savaş açılması demektir. İrtica, Kemalizm’in zıddıdır.

Kendisini seküler, ilerlemeci, elit bir tabaka olarak gören TSK, halkın değer ve yargılarını hiçbir zaman dikkate almamıştır. Onlara göre halk, cahiller topluluğundan başka bir şey değildir. Halkı, halktan korumak ise TSK’nın görevidir.

TSK’ya biçilen bu görev, resmileştirilerek kanun hâline getirilmiş, zamanla güncellenmiş ve pekiştirilmiştir. Bu güncellemelerden bazıları şunlardır:

  • 211 Sayılı İç Hizmet Kanunu (35.maddesi) ve Yönetmeliği,
  • 1324 Sayılı Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanun,
  • 2945 Sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Genel Sekreterliği Kanunu,
  • 2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu,
  • Bakanlar Kurulu Kararı olan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB-Kırmızı Kitap),
  • MGSB kapsamında yayınlanan Türkiye’nin Milli Askeri Strateji Konsepti (TÜMAS),
  • MGSB ve TÜMAS kapsamında yayınlanan TSK İç Tehdit Dokümanı,
  • TSK İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi
  • 1992, 1995 ve 1999 Tarihli MGK. Genel Sekreterliği YAVUZ Psikolojik Harekât Planı,
  • MGK Kararları,
  • 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu
  • Subay ve Astsubay Sicil Yönetmelikleri
  • 1612 sayılı Yüksek Askeri Şûranın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun

TSK’nın Kemalist rejimi koruma refleksi, elbette sadece Kemalist söylem ve fikirlerin doğruluğuna iman ile izah edilemez. Özellikle alt kadrolar için Kemalizm’e iman yeterlidir ve bu iman esasına göre hareket etmişlerdir. Ancak Kemalizm’in koruyucu olma görevini üstlenmeleri; Kemalizm’e yol açan, onu iktidara taşıyan güç tarafından sağlanmıştır ki bu güç tartışmasız İngiltere’dir.

Kemalizm’in evrimleşmesini idrak edebilmek için arka planda yer alan sömürge yarışını ve çatışmasını görebilmemiz gerekir. İşte bu nedenle İngiltere’yi zikrettik. İngilizler, Hilâfet’i kaldırdığında, bir daha asla geri gelmemesi üzerine planlama yaptı. Bu planlamada, Hilâfet’in son sahibi konumundaki Türklere özel bir bap ayırdı. “Özel bir bap” derken, fiilî olarak yönetiminde yer aldığı diğer sömürgelerinde yapmadığı bir şeyi yaptığını ifade için böyle dedik. Zira İngiltere, Lozan’ı imzalamak için Türkiye’nin laikliğe geçmesini ve Türkiye’de dinî eğitimin yasaklanmasını şart koştu.

Oysa, yüzyıldan fazla bir süredir elinde tuttuğu Hindistan’daki Müslümanlar için ya da Ortadoğu’daki diğer sömürgelerinde böyle bir yola başvurmamıştı. Aksine, Müslümanların kendi aralarında şerî ahkâma göre hükmetmelerini ve kendi mahkemelerini bulundurmalarını serbest bırakmıştır. Türkiye’ye gelince, bunun tam tersi bir uygulamayla, dinî eğitimin yasaklanmasını şart koşmuş ve adeta Türkiye üzerinde bir sıkıyönetim ilan etmiştir.

Bu sıkı yönetimi icra eden kuşkusuz askeriyeden başkası değildir. Dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluşunda anlaşmaya vardığı kesimlerle sıkı yönetim konusunda da anlaşmışlardır. Laiklik, askerler için korunması gereken mukaddes bir emanettir.

İkinci Dünya Savaşına kadar şahıslar değişmiş olsa da askeriyenin Kemalizm’e bakışı değişmemiştir. O, hâlâ dil uzatılması tahammül edilemez bir değerdir.

Kırılma noktası, ABD’nin dış siyaset anlayışındaki değişimdir. Nitekim, ABD kabuğundan çıkıp dışa açılma siyasetine geçtiğinde, İngiltere’nin ördüğü duvarlara çarptı. Türkiye’deki askerî yapılanma, bu duvarların en sert olanıydı. Askerler, kendilerinin iç tehditlere karşı ülkeyi koruduklarını iddia ederek, irtica ile mücadelede aktif rol alıyorlardı. Ellerinde tuttukları koz ise Kemalizm’den başkası değildi.

ABD, askeriyeye nüfuz edemeyeceğini görünce, siyasiler üzerinden Türkiye’de hegemonya kurmaya mecbur kaldı. Kemalist kesim, CHP saflarında askerlerle uyumlu bir şekilde hareket ettiği için ABD’nin CHP’ye ya da onun türevlerine yatırım yapması imkânsızdı. Elinde “mağdurlardan” başkası kalmamıştı. Kemalist rejimin onlarca yıldır aşağıladığı, tahkir ettiği ve her fırsatta ezmeye çalıştığı muhafazakâr kesim, en güçlü mağdurdu. Dolayısıyla, muhafazakârlarla ABD ortak bir amaç etrafında bir araya geldi.

ABD, İngilizlerin Türkiye üzerindeki nüfuzunu kırmak isterken muhafazakâr kesim, laik Kemalistlerle hesaplaşmak istiyordu. En nihayetinde amaçlar farklı olsa da düşman aynıydı. 

Muhafazakâr siyasi figürler ve muhafazakâr siyasi partilerin, İngilizlerin kurduğu bu sistemin içine girebilmek için yaptıkları her girişim, “irticai faaliyet” adı altında püskürtüldü. Bu durum, muhafazakâr kesimin söylem değişikliğine gitmesine sebebiyet verdi.

AK Parti ile birlikte başlayan yeni süreçte, Kemalizm’in kırmızı çizgilerine yönelik oldukça dikkatli adımlar atıldı. Erdoğan’ın “Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olmaz” söylemi, “Kişi laik olmaz, devlet laik olur” şeklinde değiştirildi. Laiklik, “her dine karşı aynı mesafede olmak” olarak yeniden tanımlandı.

Demokrasi için de benzer bir değişim söz konusuydu. “Tayyip Erdoğan”, “Demokrasi araç mı olacak, amaç mı?” diye sorduktan sonra, “Bizim için demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz,” derken; “Cumhurbaşkanı Erdoğan” ise şu ifadeleri kullandı: “Ülkemizin demokrasi ve kalkınma mücadelesini, ‘Benim manevi mirasım ilim ve akıldır’ diyen Gazi Mustafa Kemal’in arzu ettiği şekilde yürütüyoruz.”

Elbette, bu durum sadece AK Parti yönetimi ile sınırlı kalmadı. AK Parti tabanı da bu değişime hızla ayak uydurdu. Devlet tarafından ezilmiş muhafazakârlar, devletin sahibi olmuştu. Laiklik artık onların laikliği, demokrasi onların demokrasisi, Atatürk onların Atatürk’ü idi.

Netice olarak, ABD ile AK Parti, Kemalistlerin tahammül edilemez gördükleri şeyleri yavaş yavaş, hem de Kemalist söylemlerle topluma kabul ettirdi. İngiliz beslemesi yapılar tasfiye edildi ve ABD hâkimiyetini ilan etti. Ancak, bu hâkimiyet mutlak bir hâkimiyet değildir; zira TSK içinde hâlen İngiliz yanlısı bir klik varlığını sürdürmektedir.

İngilizler de bu süreçte tamamen yok olmamak için o eski tahammül edilemez anlayışı terk etmeleri gerektiğini gördü ve söylem değişikliğine gitti. Onlar da AK Parti’nin söylemlerine sarılarak varlıklarını korumaya ve siyasi arenada öne çıkmaya çalıştı.

Geldiğimiz noktada, tüm siyasi partiler esasında aynı çizgiye gelmiş oldu. O eski jakoben Kemalizm büyük ölçüde dizginlendi. Laiklik anlayışı da değişerek daha uzlaşmacı bir hâl aldı. Demokrasi, bütün partiler için bir amaç hâline dönüştü.

Batı inanç ve değerleri artık “Kemalizm” altında değil, “demokrasi”, “laiklik” gibi kavramlar üzerinden varlığını devam ettirmektedir. Her hâlükârda, Batı’nın fikir ve esasları tartışmasız bir şekilde başat rol oynamaya devam etmektedir. Türkiye’de yaşanan toplumsal, ahlaki ve ekonomik krizlerin kaynağı da bu fikir ve esaslardır.

Batı’nın kalkınma serüveni, şişirilmiş bir balondan ibarettir. Esasında, iktisadî ve siyasî kalkınmışlığın temelinde, talan ve yağma yatmaktadır. “Fikrî kalkınma” dedikleri şeyin neticeleri ise ortadadır. Batı’nın kalkınma felsefesi, ahireti terk edip dünyaya odaklanmayı esas alarak insanlığını yitirmiş bir dünya meydana getirmiştir.

Aklen saçma, fıtraten bozuk bir fikir olan kapitalist ideoloji yok olmaya mahkûmdur. Zira bu ideoloji, insan fıtratını korumayı değil bozmayı hedef edinmiştir. Bu hâliyle hayatta kalması mümkün değildir. Onun varlığının tek sebebi, tahtını sarsacak ve insanlara kurtuluş reçetesi sunacak olan İslâm ideolojisinin devletsel boyutta tatbik edilmemesidir. Elbette her şeyin bir zamanı var. O zaman geldiğinde, “ideolojiler savaşı” kaçınılmaz olarak yaşanacak ve kapitalizm yok olacaktır.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz