Batı dünyası Ortaçağ karanlığında cehalet,
fakirlik ve salgın hastalıklarla boğuşurken insan olmanın imtiyazını da
yaşayamıyordu. Düşünme ve fikir üretme melekesi elinden alınmış, adeta
köleleştirilmişti. Batı insanı adına Kilise düşünüyor ve kilise doğru ve
yanlışı, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini belirliyordu. Kilisenin sözünün üstüne
söz söylemek işkence, aforoz ve ölümle cezalandırılıyordu. Kilisenin
zikrettiğimiz genel prensipleri belirlemede kullandığı ölçü ve kaideler
isabetli olmuş olsaydı belki de çok da sorun yaşanmayacaktı. Ancak kilisenin
ölçü ve kaideleri akıl dışı olunca ortaya koyduğu “doğru” ve “yanlış”, “iyi” ve
“kötü” de doğal olarak tartışılır hale gelmişti. İnsan aklının kabul etmediği
şeyleri, din adına baskı yöntemiyle kabul ettirmeye çalışmasıyla birlikte
halklar arasında şiddetli bir gerginlik yaşanmaya başlamıştı.
Kiliseden bağımsız bir şekilde kendini gösteren
bilim adamlarından cesur olanları açık bir şekilde kilisenin doğrularını
yanlışlamaya başladı. Bu kabul edilemez çıkış karşısında kilise, zulmünü daha
da arttırdı. Sonrası malum… Yüzyıllar boyunca devam eden mücadele sonunda
Aydınlanma düşünürleri galip geldi. İnsanı pranga altında tutan ve gelişimini engelleyen
din, devre dışı bırakıldı.
Onların iddiasına göre; Batı insanı, kendisine
baskı ve zorlama yapan, iradesini ve yaşam hakkını ezen, kimliğini toplumun
gelenek ve inançlarına göre şekillendiren bir sistem içinde tüm dünyasını ve
eylemlerini ahiret ile ilişkilendiren kilise ve kralların otoritesinden
kurtulduğunda ve ahiretle bağını kesip dünyaya odaklandığında dünyanın dışında
değil, içinde yaşamaya başladı hatta dünyanın efendisi oldu.
Batı, kendisini üstün kılan şeyin ahiretle bağını
kesip dünyaya odaklanmak olduğunu ilan ettiğinde tüm dünyayı baştan sona kadar
değiştirecek bir adım atmış oldu. Zira kalkınmak isteyen toplumlar için Batı
dünyası artık örnek ve model haline geldi.
Osmanlı’nın çöküş döneminden başlayarak günümüze
kadar âlimler, düşünürler ve aydınların ana gündem maddesi tam da budur: “Batı’nın;
kalkınmanın, refahın, insan haklarının, çoğulculuğun, teknoloji ve bilimin
öncüsü olduğu yadsınamaz bir gerçek. Öyleyse Batı’nın kalkınma felsefesini
takip edersek biz de onlar gibi olabiliriz.” Bu anlayış, Kemalizim’in
kutsal kitabı Nutuk’ta “muasır medeniyetler seviyesine yükselmek ve onu
geçmek” olarak ifade edilmiştir.
Batı, dini hayattan ayırmakla kendine has bir
uygarlık inşa etti. Milan Zafirovski, Batı’yı farklı kılan ve uygarlığının
temelini oluşturan değerlerin “laiklik, demokrasi, rasyonalizm, ilerleme, kapitalizm,
özgürlük, modernizm, çoğulculuk, bireyin mutluluğu, bilim ve eşitlik değerleri”
olduğunu vurgular. Bu değerlerin hepsi, Batı’daki aydınlanmanın, entelektüel
hareketin ve kültürel devrimin ürünleri olmakla birlikte diğer toplumlar için
ulaşılması gereken ulvi hedefler halini almıştır.
Şimdi ortaya çıkan bu resimle Cumhuriyetin
kuruluş felsefesini ve Kemalizm’in nasıl oluştuğunu ele alalım.
Türkiye’deki cumhuriyetin kuruluşu, Fransa’daki cumhuriyetin
kuruluşu gibi olmadı elbette. Zira cumhuriyet kurulurken “biz artık dini
hayatımızdan uzaklaştırdık, ahiretle olan bağımızı kestik ve sadece dünyaya
odaklandık” demediler. Ne dediler? Karahisar Milletvekili Mehmet Emin,
Meclis kürsüsünden şöyle diyordu:
“On dört asır evvel, Peygamber Muhammed'in Mekke
duvarlarında kurduğu Hükümeti, bugün de Türk Milleti Ankara'ya kurmuştur.” Mehmet Emin Bey’den sonra söz alan Urfa Vekili
Şeyh Saffet ise cumhuriyetin ilanının, “Hülafay-i Râşidîn dönemine dönüş”
olduğunu belirtip cumhuriyeti kuranlara şükranlarını sunuyordu.
Dolayısıyla kırılma anı; Cumhuriyetin ilanı değil,
3 Mart 1924’de Hilâfet’in kaldırılmasıdır. Hilâfet’in kaldırılmasıyla birlikte
ahiretle olan bağın kesilme ameliyatı başlamıştır.
Cumhuriyetin kurucu kadrosu, -Eric Jan Zürcher’e
göre- 200 kişiden oluşuyordu ve bu 200 kişinin kahir ekseriyeti, Batı’da
seküler eğitim almış kişilerdi. Yani Batı’nın kalkınma felsefesini benimsemiş,
ona iman etmiş kişilerdi. Kazım Karabekir hatıralarında bu zihniyeti temsil
edenlerin, dine daha doğrusu İslâm’a bakış açılarını yansıtan bir anısını
aktarmaktadır. 18 Temmuz 1923 tarihinde yaşanan bu olayda, Tevfik Rüştü (Aras),
Mahmut Esat (Bozkurt) ve Fethi (Okyar), Teşkilat-ı Esasiye’den İslâm’ın
çıkartılması üzerine konuştuklarına şahit olan Karabekir itirazlarını sunmuş ve
sert cevaplar almış: “Fethi Bey (Okyar) söz alarak bana gayet sert ve katı
cevap verdi: ‘Evet Karabekir… Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle
kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslâm
kalmayacağız!’”
Görüldüğü üzere, İslâm’dan uzaklaşıp dünyaya
odaklanmak Hilâfet’in kaldırılmasından birkaç ay sonra kurucu kadronun gündemine
gelmiştir. Elbette bu, bir anayasa maddesini değiştirmek kadar basit bir olay
değildi. Zira toplumun temellerini sarsacak bir düzenleme sadece anayasa
değişikliğiyle yapılamazdı. Ama dini terk etmenin “zorunluluğu” kurucu kadronun
hep gündemindeydi. Batı gibi olmak için ilk yapılması gereken, elbette dini
hayattan ayırmaktı ve kurucu kadro bunu çok iyi biliyordu.
Hilâfet’in ilgasından sonra sekülerleşme adımları
hızla atılmaya başlandı. Bu adımlara genel olarak “Devrim Kanunları” dendi. Batı’nın
özellikle de Fransız İhtilalinin yolunu takip eden kurucu kadro, Osmanlı’dan
devraldığı en önemi mirası yani halkı, demir yumrukla dönüştürmeye çalıştı.
Fransız İhtilalinin en acımasız günleri olarak kabul edilen “Terör Dönemi”
Cumhuriyetin erken dönemini tasvir eden bir tanımlamadır. Fransa’da 1 yıla
yakın süren “Terör Dönemi” Türkiye’de uzun yıllar devam etmiştir.
Fransız İhtilalinin meşhur jakobenlerinden
Bertrant Barère, Katolikliğin yerine milliyetçiliği bir din haline getirmeye
çalışıyordu. Benzer bir çalışmayı, Cumhuriyetin kurucu kadrosunda da
görebiliyoruz. Samsun Milletvekilliği de yapan Ruşeni Barkın, 1926 yılında Din
Yok Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür adıyla bir kitap çıkartır.
Mustafa Kemal’e kitabı arz eder. Kitabı okuyan Mustafa Kemal, şu paragrafın
altına kendi el yazısıyla “Aferin” yazar:
“Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen,
varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri
birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde ‘din’ kelimesinin tam
karşılığı ulusalcılıktır.”
“Milli Hatip” Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 1930
yılında Türk Ocağı Merkez Binası açılığında yaptığı konuşmada “Türkçülük” ile Batı
değerlerini aynı kefeye koyduğunu görmekteyiz. Şöyle diyordu Tanrıöver: “Biz
yenilseydik Avrupalılık mağlup olacaktı. Biz kazandık, Avrupalılara karşı şarkta
garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık.” Bu çelişkili ruh halini
açıklamak elbette zordur. “Batı’nın fikir ve esaslarını Batı’dan korumaya
çalışmak” elbette güçlü bir motivasyona ihtiyaç duyar. Bu nedenle Hamdullah Suphi,
kendilerini, “Batı fikir ve esaslarının gerçek mümessili” olarak
göstermektedir.
Hakeza, Batı’nın öğretileri; akıl, bilim, insan,
ilerleme ve doğa kategorilerinde ele alınarak Türk milliyetçiliğiyle sentezleme
gayretine gidilmiştir. Türk Tarih Tezi, bu sentezlemenin en çarpıcı
örneğidir. Türklerin tarihleri, tarihteki yeri, özellikleri ve daha birçok
konu, “bilimsel çalışma” adı altında yürütülmüş ve ortaya abartı ve hurafelerle
dolu Türk Tarih Tezi çıkmıştır.
Sonuç itibarıyla, Batı’nın tam anlamıyla klonlanarak
alınması elbette gerçekleşmemiştir. Ancak, kötü bir taklit de olsa Batı
değerleri, ilk on yılda öyle ya da böyle özellikle büyük şehirlerde yerleşik
hâle getirilmiştir. Türkçülük üst kimliğinde toplanan Batı değerleri, artık bir
din hâlini almıştır. Tüm bu değerler, Mustafa Kemal’in nevi şahsında
toplanmıştır ki Kemalizm dedikleri şey de işte budur. Bu dinin peygamberi
Mustafa Kemal, kutsal kitabı ise Nutuk’tur. Ancak kimse, “İşte yeni
dininiz,” dememiştir. Bunun yerine, bu değerler yavaş yavaş topluma
benimsetilmiş, bir tür seküler kutsiyet anlayışı oluşturulmuştur.
Yeni dinin koruyucusu ise elbette ordudur. Zira,
Cumhuriyetin kuruluş serüveninde, devrimlerin gerçekleştirilmesinde, devrimlere
itiraz edenlerin ya da edebileceklerin sindirilmesinde askerler başrol
oynamışlardır. Dolayısıyla kazanımların korunması görevi de orduya verilmiştir.
Ordu, iç ve dış düşman tanımlaması yapmış ve iç
düşman olarak Cumhuriyet’in kurucu değerlerine karşı gelen her kişi ve kurumu
göstermiştir. TSK’da görev alan subaylar eğitilirken bu bilinç yerleştirilmiş
ve Kemalizm, bu subaylar için vazgeçilmez kılınmıştır. “İrtica” ise TSK için
tahammül edilemez bir durumdur. Zira irtica, “gericilik” demektir. İrtica,
Cumhuriyet ile birlikte elde edilen kazanımlara savaş açılması demektir.
İrtica, Kemalizm’in zıddıdır.
Kendisini seküler, ilerlemeci, elit bir tabaka
olarak gören TSK, halkın değer ve yargılarını hiçbir zaman dikkate almamıştır.
Onlara göre halk, cahiller topluluğundan başka bir şey değildir. Halkı, halktan
korumak ise TSK’nın görevidir.
TSK’ya biçilen bu görev, resmileştirilerek kanun
hâline getirilmiş, zamanla güncellenmiş ve pekiştirilmiştir. Bu
güncellemelerden bazıları şunlardır:
- 211 Sayılı İç Hizmet Kanunu (35.maddesi) ve
Yönetmeliği,
- 1324 Sayılı Genelkurmay Başkanının Görev ve
Yetkilerine Ait Kanun,
- 2945 Sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli
Güvenlik Genel Sekreterliği Kanunu,
- 2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve
Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu,
- Bakanlar Kurulu Kararı olan Milli
Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB-Kırmızı Kitap),
- MGSB kapsamında yayınlanan Türkiye’nin
Milli Askeri Strateji Konsepti (TÜMAS),
- MGSB ve TÜMAS kapsamında yayınlanan TSK İç
Tehdit Dokümanı,
- TSK İstihbarata Karşı Koyma, Koruyucu
Güvenlik ve İşbirliği Yönergesi
- 1992, 1995 ve 1999 Tarihli MGK. Genel
Sekreterliği YAVUZ Psikolojik Harekât Planı,
- MGK Kararları,
- 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel
Kanunu
- Subay ve Astsubay Sicil Yönetmelikleri
- 1612 sayılı Yüksek Askeri Şûranın Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanun
TSK’nın Kemalist rejimi koruma refleksi, elbette
sadece Kemalist söylem ve fikirlerin doğruluğuna iman ile izah edilemez.
Özellikle alt kadrolar için Kemalizm’e iman yeterlidir ve bu iman esasına göre
hareket etmişlerdir. Ancak Kemalizm’in koruyucu olma görevini üstlenmeleri;
Kemalizm’e yol açan, onu iktidara taşıyan güç tarafından sağlanmıştır ki bu güç
tartışmasız İngiltere’dir.
Kemalizm’in evrimleşmesini idrak edebilmek için
arka planda yer alan sömürge yarışını ve çatışmasını görebilmemiz gerekir. İşte
bu nedenle İngiltere’yi zikrettik. İngilizler, Hilâfet’i kaldırdığında, bir
daha asla geri gelmemesi üzerine planlama yaptı. Bu planlamada, Hilâfet’in son
sahibi konumundaki Türklere özel bir bap ayırdı. “Özel bir bap” derken,
fiilî olarak yönetiminde yer aldığı diğer sömürgelerinde yapmadığı bir şeyi
yaptığını ifade için böyle dedik. Zira İngiltere, Lozan’ı imzalamak için
Türkiye’nin laikliğe geçmesini ve Türkiye’de dinî eğitimin yasaklanmasını şart
koştu.
Oysa, yüzyıldan fazla bir süredir elinde tuttuğu Hindistan’daki
Müslümanlar için ya da Ortadoğu’daki diğer sömürgelerinde böyle bir yola
başvurmamıştı. Aksine, Müslümanların kendi aralarında şer’î ahkâma göre hükmetmelerini ve kendi mahkemelerini
bulundurmalarını serbest bırakmıştır. Türkiye’ye gelince, bunun tam tersi bir
uygulamayla, dinî eğitimin yasaklanmasını şart koşmuş ve adeta Türkiye üzerinde
bir sıkıyönetim ilan etmiştir.
Bu sıkı yönetimi icra eden kuşkusuz askeriyeden
başkası değildir. Dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluşunda anlaşmaya vardığı kesimlerle
sıkı yönetim konusunda da anlaşmışlardır. Laiklik, askerler için korunması
gereken mukaddes bir emanettir.
İkinci Dünya Savaşına kadar şahıslar değişmiş
olsa da askeriyenin Kemalizm’e bakışı değişmemiştir. O, hâlâ dil uzatılması
tahammül edilemez bir değerdir.
Kırılma noktası, ABD’nin dış siyaset
anlayışındaki değişimdir. Nitekim, ABD kabuğundan çıkıp dışa açılma siyasetine
geçtiğinde, İngiltere’nin ördüğü duvarlara çarptı. Türkiye’deki askerî
yapılanma, bu duvarların en sert olanıydı. Askerler, kendilerinin iç tehditlere
karşı ülkeyi koruduklarını iddia ederek, irtica ile mücadelede aktif rol
alıyorlardı. Ellerinde tuttukları koz ise Kemalizm’den başkası değildi.
ABD, askeriyeye nüfuz edemeyeceğini görünce,
siyasiler üzerinden Türkiye’de hegemonya kurmaya mecbur kaldı. Kemalist kesim,
CHP saflarında askerlerle uyumlu bir şekilde hareket ettiği için ABD’nin CHP’ye
ya da onun türevlerine yatırım yapması imkânsızdı. Elinde “mağdurlardan”
başkası kalmamıştı. Kemalist rejimin onlarca yıldır aşağıladığı, tahkir ettiği
ve her fırsatta ezmeye çalıştığı muhafazakâr kesim, en güçlü mağdurdu.
Dolayısıyla, muhafazakârlarla ABD ortak bir amaç etrafında bir araya geldi.
ABD, İngilizlerin Türkiye üzerindeki nüfuzunu
kırmak isterken muhafazakâr kesim, laik Kemalistlerle hesaplaşmak istiyordu. En
nihayetinde amaçlar farklı olsa da düşman aynıydı.
Muhafazakâr siyasi figürler ve muhafazakâr siyasi
partilerin, İngilizlerin kurduğu bu sistemin içine girebilmek için yaptıkları
her girişim, “irticai faaliyet” adı altında püskürtüldü. Bu durum, muhafazakâr
kesimin söylem değişikliğine gitmesine sebebiyet verdi.
AK Parti ile birlikte başlayan yeni süreçte,
Kemalizm’in kırmızı çizgilerine yönelik oldukça dikkatli adımlar atıldı.
Erdoğan’ın “Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olmaz” söylemi,
“Kişi laik olmaz, devlet laik olur” şeklinde değiştirildi. Laiklik, “her
dine karşı aynı mesafede olmak” olarak yeniden tanımlandı.
Demokrasi için de benzer bir değişim söz
konusuydu. “Tayyip Erdoğan”, “Demokrasi araç mı olacak, amaç mı?” diye
sorduktan sonra, “Bizim için demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz,” derken;
“Cumhurbaşkanı Erdoğan” ise şu ifadeleri kullandı: “Ülkemizin demokrasi ve
kalkınma mücadelesini, ‘Benim manevi mirasım ilim ve akıldır’ diyen Gazi
Mustafa Kemal’in arzu ettiği şekilde yürütüyoruz.”
Elbette, bu durum sadece AK Parti yönetimi ile
sınırlı kalmadı. AK Parti tabanı da bu değişime hızla ayak uydurdu. Devlet
tarafından ezilmiş muhafazakârlar, devletin sahibi olmuştu. Laiklik artık
onların laikliği, demokrasi onların demokrasisi, Atatürk onların Atatürk’ü idi.
Netice olarak, ABD ile AK Parti, Kemalistlerin
tahammül edilemez gördükleri şeyleri yavaş yavaş, hem de Kemalist söylemlerle
topluma kabul ettirdi. İngiliz beslemesi yapılar tasfiye edildi ve ABD
hâkimiyetini ilan etti. Ancak, bu hâkimiyet mutlak bir hâkimiyet değildir; zira
TSK içinde hâlen İngiliz yanlısı bir klik varlığını sürdürmektedir.
İngilizler de bu süreçte tamamen yok olmamak için
o eski tahammül edilemez anlayışı terk etmeleri gerektiğini gördü ve söylem
değişikliğine gitti. Onlar da AK Parti’nin söylemlerine sarılarak varlıklarını
korumaya ve siyasi arenada öne çıkmaya çalıştı.
Geldiğimiz noktada, tüm siyasi partiler esasında
aynı çizgiye gelmiş oldu. O eski jakoben Kemalizm büyük ölçüde dizginlendi.
Laiklik anlayışı da değişerek daha uzlaşmacı bir hâl aldı. Demokrasi, bütün
partiler için bir amaç hâline dönüştü.
Batı inanç ve değerleri artık “Kemalizm” altında
değil, “demokrasi”, “laiklik” gibi kavramlar üzerinden varlığını devam
ettirmektedir. Her hâlükârda, Batı’nın fikir ve esasları tartışmasız bir
şekilde başat rol oynamaya devam etmektedir. Türkiye’de yaşanan toplumsal,
ahlaki ve ekonomik krizlerin kaynağı da bu fikir ve esaslardır.
Batı’nın kalkınma serüveni, şişirilmiş bir
balondan ibarettir. Esasında, iktisadî ve siyasî kalkınmışlığın temelinde,
talan ve yağma yatmaktadır. “Fikrî kalkınma” dedikleri şeyin neticeleri ise
ortadadır. Batı’nın kalkınma felsefesi, ahireti terk edip dünyaya odaklanmayı
esas alarak insanlığını yitirmiş bir dünya meydana getirmiştir.
Aklen saçma, fıtraten bozuk bir fikir olan kapitalist ideoloji yok olmaya mahkûmdur. Zira bu ideoloji, insan fıtratını korumayı değil bozmayı hedef edinmiştir. Bu hâliyle hayatta kalması mümkün değildir. Onun varlığının tek sebebi, tahtını sarsacak ve insanlara kurtuluş reçetesi sunacak olan İslâm ideolojisinin devletsel boyutta tatbik edilmemesidir. Elbette her şeyin bir zamanı var. O zaman geldiğinde, “ideolojiler savaşı” kaçınılmaz olarak yaşanacak ve kapitalizm yok olacaktır.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış