Bir toplumu toplum yapan esasi unsur, o
toplumdaki insanlar arasındaki sürekli ve daimî ilişkilerdir. İnsanların
birbirleriyle alaka ve ilişki kurması ve bu alakayı sürdürmesi ancak
maslahatlarına ilişkin fikirlerin örtüşmesi ile mümkündür. Çünkü her bir insanın
doyurması ve gidermesi gereken ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını kendi
başına karşılayamaz. Mutlaka diğer insanlarla alaka kurması gerekir. İşte bu
alaka, ancak maslahatlara ilişkin sahip olunan fikirlerin örtüşmesiyle
kurulabilir. Çünkü insanlar maslahatlarına bakışlarını, neyin “maslahat” neyin “mefsedet”
olduğunu, sahip oldukları fikirlere göre belirler. Ve bu fikirler de insanlarda,
kızgınlık ve öfke ya da sevinç ve rıza gibi duyguları doğurur. İşte insanların
maslahatlarını kendisine göre belirlediği fikirler ve bu fikirlerin icat edip
ortaya çıkardığı duygular, bir toplumdaki insanların birbirleriyle sürdürdüğü
ilişkileri tanzim eder.
Dolayısıyla insanların maslahatlarına bakışlarını
belirleyen fikirler ve bu fikirlerin ortaya çıkardığı duygular, insanların
kurdukları ilişkileri ve bu ilişkilerin devamlılığını belirler. Ve yine
insanların bu maslahatlarını ve kurdukları ilişkileri kontrol edip muhafaza
eden, insanlar arasındaki her türlü alakayı tanzim edip düzenleyen, bu
maslahatlara aykırı hareket edenleri engelleyip gerekirse onları cezalandıran
bir nizama ihtiyaç vardır. Bu nizam da o toplumdaki insanların sahip olduğu
fikirlerin cinsinden olması gerekir.
İşte İslâm, insanların gerek Rableriyle ve
kendileriyle gerekse de diğer insanlarla ilişkilerini düzenleyen, neyin “maslahat”
neyin de “mefsedet” olduğunu belirleyen, bu maslahatlara dair hükümler ve
fikirler içeren nizamlar getirmiş olan yegâne ilahi dindir. Müslüman da
İslâm’ın akidesine iman edip bu akideden çıkmış olan tüm fikir, hüküm ve
nizamlara teslim ve tabi olan kimsedir.
Dolayısıyla İslâm akidesine iman eden her bir
Müslüman için bu akide;
1. Hayata bakışını belirleyen dünya görüşüdür.
2. Maslahat, mefsedet, fayda, zarar, hayır, şer, iyi, kötü, güzel, çirkin,
serbest ve yasak gibi tüm ölçü ve kıstaslarını belirleyen fikrî kaidedir.
3. Diğer insanlarla ilişki ve muamelatını düzenleyen kanun ve nizamların
kaynağıdır.
4. Hayata dair mefhumlarının toplamı olan hadarat ve kültürünün membaıdır.
5. İnsanların inandığı mefhum, ölçü ve kanaatleri infaz edici varlık olan
devletin de esasıdır.
Evet devlet, bir toplumda insanların tamamının
kabul ettiği mefhumlar, ölçüler ve kanaatlerin tamamını infaz eden bir varlık
yani bir icra organıdır. Devletin üzerine kurulu olduğu bu fikirlerin toplamı
yani mefhum, ölçü ve kanaatlerin toplamı ya insanların inandığı temel bir fikir
olan İslâm akidesi üzerine bina edilmiştir ya da edilmemiştir. Eğer insanların
inandığı temel fikir üzerine bina edilmişse o devletin bünyesi sağlam,
temelleri güçlü ve yapısı sabit olur. Çünkü o zaman, toplumdaki insanlar ile
devlet arasında sağlam bir uyum ve insicam oluşacaktır. Yine temel bir fikir
olan İslâm akidesine dayandığı için hem devletin yapısı hem tüm kurumların
yetki ve salahiyetleri hem de tüm kanun ve nizamların kaynağı, sabit ve
sarsılmaz bir esasa dayanmış olacaktır.
Aksi taktirde devletin kurumlarının yetkileri,
halk ile devlet arasındaki ilişkiler, kanunların kaynağı ve uygulama
keyfiyetindeki çelişki ve zulümler sürekli bir şekilde o toplumda tartışma konusu
olacaktır. Toplumdaki iç çelişkiler sürekli siyasal ve yönetim krizlerine,
adalet duygusunun zedelenmesine, devlet ve halk arasında derin uçurumların
oluşmasına neden olacaktır. Bu da devletleri zayıflatan ve çöküşe sürükleyen
yegâne unsurdur. Zira kendisinden hayatın tümüne dair bir nizam çıkan sahih
akli akide bağı dışında hiçbir bağ, toplumdaki insanları ve halk ile devleti
birbirine sağlam ve sarsılmaz bir şekilde bağlayamaz. Ne milliyetçilik bağı ne
vatancılık bağı ne menfaat bağı ne de diğer bağlarda böyle bir güç ve
birliktelik mümkün değildir.
Dolayısıyla Müslümanların sahip olması gereken ve
üzerlerine nizamları tatbik edecek olan devlet, ancak İslâmi akideye
dayanmalıdır. Çünkü Müslümanların kabul ettiği mefhumlar, ölçüler ve kanaatler
toplamı ancak İslâm akidesinden çıkar ve oradan kaynaklanır. Nitekim ümmet,
öncelikli olarak bu akideyi kabul etmiş ve ona kati delile binaen yakin bir
akide olarak inanmıştır. Hayata ve maslahatlara bakışları bu akideden ortaya
çıkmış, mefhum, ölçü ve kanaatlerini ondan almıştır. Bunun içindir ki İslâm
Devleti’nin esası İslâmi akidedir. Ayrıca Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem,
devletini, bu muayyen esas üzerine kurmuştur. Zira Aleyhi’s Salatu ve’s
Selam, Medine’de sultayı ikame ettiği ve yönetimi teslim aldığında henüz
teşri ayetleri inmediği halde daha ilk günden onu, İslâmi akide üzerine ikame
ederek [لا إله إلا الله محمداً رسول الله] “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın Rasulü’dür.” şahadet kelimesini hem Müslümanların hayatının
esası hem insanlar arasındaki ilişkilerin esası hem de zulümlerin defedilmesinin
ve husumetlerin fasledilmesinin esası yani tüm hayatın, sulta ve yönetimin
esası kılmıştır.
Anayasa ve kanunlara gelince; anayasa, devletin
esasi kanunudur. Dolayısıyla anayasa, bir kanundur. Kanun ise sultanın emridir.
Yani kanun, “otoritenin, halkı, kendi aralarındaki ilişkilerinde uymak
mecburiyetinde bıraktığı kaideler topluluğu” olarak bilinmektedir. Her devletin
temel kanunu vardır. Buna, o devletin “anayasası” denir. Anayasanın söz konusu
ettiği nizamdan çıkan hükümler de “kanun” kelimesiyle adlandırılır.
Anayasa; “Devletin şeklini, idare tarzını,
devletteki her kuvvetin sınırını ve yetkisini gösteren kanun” yahut “Genel otoriteyi ya da yönetimi düzenleyen, genel otoritenin
(yani yönetimin) fertlerle ilişkisini belirleyen; bu otoriteye yani
yöneticilere karşı fertlerin hak ve yükümlülüklerini ve otoritenin fertlere
karşı hak ve yükümlülüklerini açıklayan kanundur.” şeklinde tarif edilmiştir:
Allah Subhanehu ve Teâlâ ise Müslümanlar
üzerinde sulta ve otorite sahiplerine, “Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e
indirdikleriyle hükmetmesini” emretmiştir. Hatta Allah’ın indirdiklerinden
başkasına ve Rasulü’ne indirdiklerinin geçersiz olduğuna inanarak hükmeden
kimseyi “kâfir”, Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla buna inanmayarak hükmeden
kimseyi ise “asi” ve “fasık” addetmiştir.
Dolayısıyla bu, Allah’a ve Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e imanın, sultanın emrettiklerinin yani kanun ve
anayasanın esası olması gerektiğine delâlet etmektedir. Allah’ın sultana
kendisinin indirdikleriyle yani şer’î hükümlerle hükmetmesini emretmesi Kitap
ve Sünnet’le sabittir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ] “Hayır! Rabbine ant olsun ki aralarında
çıkan anlaşmazlıklarda sana (İslâm’a) muhakeme olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[1] Ve şöyle buyurmuştur:
[وَأَن احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ] “Aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet!”[2]
Allah, kendi indirdiklerinden başka hükümlerle
hükmetmeyi kesin olarak haram kılmış ve devletin kanunlarını yalnızca ilahi
hükümlerle sınırlandırılmasını emretmiştir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ] “Her kim Allah’ın indirdikleri ile
hükmetmezse (yönetmezse), işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”[3]
SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise “muttefekun aleyh” olan hadiste şöyle
buyurmuştur:
[مَنْ أَحْدَثَ فِي أَمْرِنَا هَذَا مَا لَيْسَ فِيهِ فَهُوَ رَدٌّ] “Her kim bu işimizde (dinimizde) onda
olmayan bir şeyi ihdas ederse merduttur.”[4]
İşte bu hususlar, devletin kanunlarının yalnızca
İslâm akidesinden doğan esaslara dayanması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu esaslar; ister Kitap ve Sünnet’te yer alan ve “Bu Allah’ın hükmüdür.”
diye nitelendirilen açık hükümler olsun, ister sahabenin “Allah’ın hükmü olduğu
konusunda icma ettiği” kesin hükümler olsun, isterse illeti Şer'î Kıyas’tan
çıkarılarak “Bu Allah’ın hükmünün bir alâmetidir.” diye ifade edilen
dolaylı hükümler olsun, hepsi Allah’ın Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e
indirdiğine inandığımız şer'î hükümlerdir.
Ayrıca kulların fiilleri hakkında gelen Şari’in
hitabı ile mukayyet olmak zorunludur. O hâlde kulların fiilleri Allah
tarafından tanzim edilmelidir. Keza ister Allah’a karşı olan görev ve sorumlulukları
ister kendisine dair meseleleri isterse başkaları ile olan ilişkileri olsun
İslâmi şeriat, insanın tüm fiilleri ve ilişkilerine müteallik olarak gelmiştir.
O halde İslâm’da insanın ilişki ve sorumlulukları tanzim etmesi için kendi
aklından kanun yapmasına yer yoktur.
Zira o, şer’î hükümlerle mukayyettir. Allahu
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا] “Rasul size neyi getirdiyse onu alın, neyi
yasakladıysa ondan kaçının.”[5]
Ve şöyle buyurmuştur:
[وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ] “Allah ve Rasulü, bir işe hükmettikleri
zaman mümin bir erkek ve mümin bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı
yoktur.”[6]
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurmuştur:
[إِنَّ اللَّهَ تعالى فَرَضَ فَرَائِضَ فَلاَ تُضَيِّعُوهَا، وَحَدَّ حُدُوداً فَلاَ تَعْتَدُوهَا، وَحرَّم أَشْيَاءَ فَلاَ تَنْتَهِكُوهَا] “Allahu Teâlâ, birtakım farzlar koydu,
bunları zayi etmeyin. Birtakım hadler koydu, bunları aşmayın. Birtakım eşyaları
haram kıldı, bunları çiğnemeyin.”[7]
Dolayısıyla hükümleri koyan sultan değil
Allah’tır. İnsanları ve sultanı, ilişkilerinde ve amellerinde hükümlere ittiba
etmeye icbar eden, onları hükümlerle sınırlandıran ve onları başkasına tabi
olmaktan men eden O Subhanehu ve Teâlâ’dır. Bu nedenle, insanların
ilişkilerini düzenlemek amacıyla beşer tarafından hükümler koyulmasına yer
olmadığı gibi, sultanın da insanları bu hükümleri benimsemeye veya onlara
uymaya zorlamasına ya da onları bu konuda serbest bırakmasına yer yoktur.
Ayrıca Müslümanların sahip olması gereken Anayasa
ve kanunlarla günümüzde mevcut diğer anayasa ve kanunlar arasında temel bir
fark vardır. Diğer anayasa ve kanunların kaynakları, âdetler, örfler,
mahkemelerin kararları, hukukçuların görüşleri, insanların tespit ettiği adalet
ve insaf prensipleri ile Batılı düşünürlerin belirlediği insan hakları ve
hürriyetlerine dair düşünceleridir. Anayasa ve kanunların yapıcıları da, kurucu
meclisler ve/ya millet meclisleridir. Bir yandan kurucu meclisler, anayasaları
koyar, öte yandan halktan seçilmiş milletvekilleri kanunları yapar. Zira onlara
göre halk, kuvvetlerin kaynağıdır. Hâkimiyet de milletindir.
Fakat İslâm anayasa ve kanunlarının kaynağı,
yalnız Kitap ve Sünnet’tir. Yapıcıları da içtihatlarıyla müçtehitlerdir.
Halife, bu içtihatlardan belirli hükümleri benimser, onlarla emreder ve
insanları ona göre hareket etmeye zorlar. Çünkü hakimiyet, şeriatındır. Şer’î
hükümleri çıkarabilmek için içtihat yapmak, bütün Müslümanların hakkıdır ve
üzerlerine farz-ı kifayedir. İçtihadi hükümlerden benimseme yapmak ve bunları
halka tatbik etmek ise Müslümanların yöneticisi olan halifenin hakkıdır.
Sonuç olarak; Müslümanların hayatının esası İslâm
olduğu gibi, hadaratlarının, kültürlerinin, devletlerinin de esası İslâm’dır.
Bu sebeple anayasa ve kanunları da sadece İslâm’a dayanır. İslâm’a dayanmayan
tüm anayasa ve kanunlar reddedilir. İslâm’a dayanmayan hiçbir anayasa ve kanun
Müslümanlar için önerilemez, teşvik edilemez ve savunulamaz.
[1]
Nisa Suresi 65
[2]
Maide Suresi 49
[3]
Maide Suresi 44
[4]
Buhari
[5]
Haşr Suresi 7
[6]
Ahzâb Suresi 36
[7]
Darekutni


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış