Allah Subhanehu ve Teâlâ, insanı bir
fıtrat üzere yarattı. Irkına, dinine, rengine, diline ve cinsine bakılmaksızın
bilaistisna tüm insanlar, aynı özellikleri taşır. Doyuma ulaşma yolları
değişken olsa da değişmeyen iç güdüleri ve uzvi ihtiyaçları vardır. Bu iç
güdüler, onun hayatını şekillendirir. Fıtrattaki beka iç güdüsü onu hayatta
kalmak için her şeyi yapmaya yöneltir. Aynı iç güdü; aileye bağlılığı, ailenin
diğer ailelerden üstün olması gerektiğini fısıldar. Aslında fısıldayan, hayatta
kalma dürtüsüdür. Bu çerçevenin bir adım ötesi aşiretinin üstünlüğü,
kabilesinin üstünlüğü, ırkının üstünlüğüdür. Beka içgüdüsünün bu görüntülerinin
ortak noktası, hayatta kalma mücadelesidir. İnsan yaşamını devam ettirmek için,
ailesine, kabilesine ve içinde yaşadığı toplumu oluşturan ırka muhtaçtır.
İnsanlar, sahip olduğu fikir ve yaptığı
davranışlara göre değerlendirilir. Asıl olan bu olmasına rağmen fikir ve
davranış esasından dışarı çıkıp kişileri; ırkına, teninin rengine, konuştuğu
dile göre değerlendirmek yanlış bir değerlendirmedir. Kötülüğün ve iyiliğin
ırkı yoktur. Nitekim, içinde yaşadığımız toplumda şaşırtıcı boyutlara oluşan
kötülükleri, zulümleri aynı ırktan olan insanlar birbirine uygulamaktadır.
Trafikte tartıştığı bir kişiyi, ailesinin gözü önünde öldüren “cani”, “maktul”
ve “mağdur” ile aynı ırktandır. “Ne mutlu ‘Türk’üm’ diyene!” diyerek
Türk birini haksız yere öldürmek ya da onun malını gasp etmek, çalmak, ırzına
el uzatmak sıkça karşılaştığımız vakayı adiye’dendir. Bu bile kendi içinde
büyük bir çelişkiyi barındırmaktadır.
Dolayısıyla daire ne kadar genişlerse genişlesin “milliyetçilik”
olarak isimlendirilen olgu, fikren düşüklüğün açık bir göstergesidir. Fikren
düşüktür; zira o, akli bir çıkarım değildir. İdeolojik bir tercih, hiç
değildir. O, sadece ve sadece içgüdülerin tezahürüdür. İç güdülerin fikirle
kontrol altına alınmamış olması, fikrî düşüklüğe işaret etmektedir. Oysa bir
insanı değerlendirirken sahip olduğu fikirlere ve davranışlara bakılmalıdır.
Milliyetçilik, iç güdülerin tezahürü olduğu için
ideolojilerin ya da inanç sistemlerinin hâkim olmadığı ortamlarda hayat bulur. “Yok
olma” tehlikesinin açık bir şekilde hissedildiği dönemlerde ortaya çıkması,
tarih boyunca kullanılan bir aparat olmasını sağlamıştır.
Bu noktada, konunun daha iyi anlaşılması için; kişinin
kavmini sevmesi, içgüdülerin tezahürü olan milliyetçilik düşüncesi ile siyasi
milliyetçiliği ayırmanın yerine olacağı kanaatindeyim.
Zira “kişinin kavmini sevmesi” ile “siyasal
milliyetçilik” birbirinden ayrı kavramlardır.
Kişinin kavmini sevmesi, insani bir durumdur. Bu
sevginin normal olduğunu şu hadis-i şeriften net bir şekilde anlayabiliriz:
Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: “Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e ‘kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye
sordum. ‘Hayır, asabiyet (ırkçılık), kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı
olmasıdır.’ diye buyurdu.”
Öyleyse mesele, insani bir durum olan kişinin
kavmine karşı sevgi beslemesinden öte bir şeydir. Esasında İslâm’ın haram
kıldığı kavmiyetçilik, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir. Allah, “üstünlüğün
ancak takvada olduğunu” söylerken bu sınırı kabul etmeyerek “üstünlüğün
kavmiyette olduğunu” düşünmek, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir.
Yukarıda izahını yaptığımız içgüdüsel bu dürtünün
siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına “siyasal kavmiyetçilik” demek,
doğru olacaktır ki siyasal milliyetçiliğin kaynağı Fransız İhtilali’dir.
İçgüdü kaynaklı milliyetçilik, tehlike ve baskı
anlarında öne çıkmasına rağmen siyasi milliyetçilik, yapay bir şekilde “propaganda”
ürünüdür. “Aydınlanma” düşüncesinin yaygınlaştığı dönemlerde fikirsel bazda
konuşulan, Fransız İhtilali sonrası ise fiilî olarak uygulanan laiklik,
Columbia Üniversitesinde Profesör olan Wael Hallaq’ın tanımıyla; “Tanrının
devlet tarafından öldürülmesidir.” Öldürülen “tanrının” boşalttığı manevi
atmosferi doldurmak için kullanılan aparat ise milliyetçiliktir. Nitekim
Fransız Devrimi’nin etkili aktörlerinden Bertrant Barère, Katolikliğin yerine
milliyetçiliğin bir din haline gelmesi gerektiğini söylemektedir.
Bu topraklarda da Hilâfet’in kaldırılması ve -adı
konulmamış olsa da- laikliğin kabulüyle birlikte Fransa’daki durum ile
karşılaşıldı. Nasıl Barère, Katolikliğin yerine Fransız milliyetçiliğini
getirmek gerektiğine inanıyorsa Cumhuriyetin kurucu kadrosu da İslâm’ın yerine
Türk milliyetçiliğinin gelmesi gerektiğine inanıyordu. Çünkü bu kadronun -tek bir kelime bile
olsa- kendisine ait hiçbir fikri yoktu. Onların yolunu, Fransız İhtilali ve
Bolşevikler aydınlatıyordu.
Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak bugüne
kadar devam eden, bir yapay milliyetçilikle karşı karşıyayız. Daha yolun
başında; 1926 yılında, üç dönem Samsun Milletvekilliği de yapan Ruşeni Barkın, “Din
Yok Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür” adıyla bir kitap
çıkartır. Mustafa Kemal’e kitabı arz eder. Kitabı okuyan Mustafa Kemal şu
paragrafın altına kendi el yazısıyla “Aferin” yazar:
“Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen,
varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri
birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde ‘din’ kelimesinin tam
karşılığı ulusalcılıktır.”
Sonra, Türklüğün kutsanması için bilimle
desteklenmesi gerektiği akıllarına gelir ve sözde bilimsel bir metin olan “Türk
Tarih Tezi” kaleme alınır. Bugün tarikatlara, “hurafe yuvası” diyenlerin
kutsal metinlerinden olan Türk Tarih Tezi, son asrın en büyük hurafesidir.
Türk Tarih Tezine göre; tüm büyük medeniyetlerin
kaynağı Türklerdir. Güneş Dil Teorisine göre; tüm dillerin kurucu atası tabii
ki Türkçedir. Zira Türkler, Nuh Aleyhi’s Selam’ın oğlu Yafes’in soyundan
gelmektedir. Yafes’in nesli, Türk milletidir. Bütün ziyaların membaı, bütün
harikaların maderi, bütün milletlerin güneşi ancak ve ancak Türktür.[1]
Avrupa’dan 5.000 yıl önce Yontma Taş Devrinden çıkan Türkler, göçler
neticesinde Avrupa’ya ulaşmış ve Avrupa’yı mağara hayatından kurtarmış, fikrî
gelişme yoluna sokmuşlardır. Avrupa’ya medeniyeti taşıyan Türkler olduğu gibi
Avrupa medeniyetine kaynaklık eden Yunan ve Roma medeniyetleri de aslında Türklerin
eseridir. Türkler, Truva, Girit, Lidya ve İyona medeniyetlerini kurmakla kalmaz
Roma’yı da kurarlar.
Artık kutsama tamamlanmıştır. Sıra, kutsanan
Türklüğün, din haline gelmesi için halkın bilinçlendirilmesindedir. Okullarda
Tarih derslerinde Türk Tarih Tezi okutulur. Cumhuriyet değerlerini halkla
buluşturma merkezi ve aynı zamanda “Cumhuriyet mabetleri” olarak görülen
halkevlerinde, hummalı bir çalışma başlatılır. Gazeteler, kitaplar, radyo,
tiyatrolar, temsiller, balolar, etkinlikler vb. akla her ne geliyorsa işte
orada Türklük kutsanıp dinselleştirilmeye çalışılır.
İşin en ilginç yanı ise tüm bu devrimlere ve
uygulamalara imza atanların birçoğunun Türk olmamasıdır.
İlginçtir ki aynı süreç, Arap milliyetçiliği için
de söz konusudur. Bu gerçeklik bile, milliyetçiliğin bir “proje” olduğunu
göstermektedir.
Şimdi gelelim bugüne…
Yüz yıl boyunca Türklüğün, Türklüğü temsil eden
bayrağın kutsandığı bir toplum var kaşımızda. Bu toplumun bir kısmı -tam da
arzu edildiği gibi- İslâm’ın yerine Türk milliyetçiliğini din edinmiş
vaziyette. Bir kısmı, İslâm ve Türk milliyetçiliğini birleştirerek ikisinden de
vazgeçemez bir halde. Bir diğer kısmı ise yüz yıllık propagandadan
etkilenmeksizin “ümmet” anlayışını muhafaza etmekte.
Suriye devrimiyle başlayan göç dalgasının
ardından Suriyelilere bakış, -yukarıda kategorize ettiğimiz şekliyle-
değişiklik arz etmektedir. “Din yok, Türklük var!” propagandasına esir
edilenler, Suriyelilere “Suriyeli oldukları için” düşman ve gönderilmelerini
istiyor. “Din de bizim, milliyetçilik de!” diyenler, gelişen olaylara göre
şekil almakta; bazen Suriyelileri kovarken bazen de sahip çıkmaktalar. Ümmet
anlayışının hâkim olduğu kesim ise Suriyelilere “muhacir” gözüyle bakmaktadır.
Her ne zaman Suriyeliler ile alakalı bir gelişme
yaşansa ilk ve en sert tepkiyi veren “Din yok, Türklük var!” fikriyatına sahip
kesimdir. Bu ırkçılar, -yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız üzere- kendine,
halkına ve kültürüne yabancılaşmış, kayıp nesildir. Esasında bu ırkçı faşistler,
laik sistemin kurbanıdır. Fransa’nın pazarladığı, İngilizlerin kullandığı,
Mason ve Yahudi Sebatayist kesimin tatbik edip bayraklaştırdığı,
milliyetçiliğin köleleridir.
Son söz olarak…
Milliyetçilik, İslâm’ın haram kıldığı bir
fikirdir. Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem açık bir ifadeyle
onu terk etmemizi istemiştir:
"Onu (milliyetçiliği) terk edin; çünkü o kokuşmuştur!"
İslâm’ın haram kıldığı ve terk edilmesini istediği
bir şeyde hayır yoktur, olamaz da! Toplumsal kalkınmayı sağlayacak kapsamlı bir
düşünüşten yoksun olan milliyetçiliği terk ederek İslâm ideolojisine sarılmak,
kalkınma yolunda atılan ilk adım olacaktır.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış