MİLLİYETÇİLİĞİN KÖKLERİ VE İSLÂM ÜMMETİNE SIZMASI

Süleyman Uğurlu

Allah Subhanehu ve Teâlâ, insanı bir fıtrat üzere yarattı. Irkına, dinine, rengine, diline ve cinsine bakılmaksızın bilaistisna tüm insanlar, aynı özellikleri taşır. Doyuma ulaşma yolları değişken olsa da değişmeyen iç güdüleri ve uzvi ihtiyaçları vardır. Bu iç güdüler, onun hayatını şekillendirir. Fıtrattaki beka iç güdüsü onu hayatta kalmak için her şeyi yapmaya yöneltir. Aynı iç güdü; aileye bağlılığı, ailenin diğer ailelerden üstün olması gerektiğini fısıldar. Aslında fısıldayan, hayatta kalma dürtüsüdür. Bu çerçevenin bir adım ötesi aşiretinin üstünlüğü, kabilesinin üstünlüğü, ırkının üstünlüğüdür. Beka içgüdüsünün bu görüntülerinin ortak noktası, hayatta kalma mücadelesidir. İnsan yaşamını devam ettirmek için, ailesine, kabilesine ve içinde yaşadığı toplumu oluşturan ırka muhtaçtır.

İnsanlar, sahip olduğu fikir ve yaptığı davranışlara göre değerlendirilir. Asıl olan bu olmasına rağmen fikir ve davranış esasından dışarı çıkıp kişileri; ırkına, teninin rengine, konuştuğu dile göre değerlendirmek yanlış bir değerlendirmedir. Kötülüğün ve iyiliğin ırkı yoktur. Nitekim, içinde yaşadığımız toplumda şaşırtıcı boyutlara oluşan kötülükleri, zulümleri aynı ırktan olan insanlar birbirine uygulamaktadır. Trafikte tartıştığı bir kişiyi, ailesinin gözü önünde öldüren “cani”, “maktul” ve “mağdur” ile aynı ırktandır. “Ne mutlu ‘Türk’üm’ diyene!” diyerek Türk birini haksız yere öldürmek ya da onun malını gasp etmek, çalmak, ırzına el uzatmak sıkça karşılaştığımız vakayı adiye’dendir. Bu bile kendi içinde büyük bir çelişkiyi barındırmaktadır.

Dolayısıyla daire ne kadar genişlerse genişlesin “milliyetçilik” olarak isimlendirilen olgu, fikren düşüklüğün açık bir göstergesidir. Fikren düşüktür; zira o, akli bir çıkarım değildir. İdeolojik bir tercih, hiç değildir. O, sadece ve sadece içgüdülerin tezahürüdür. İç güdülerin fikirle kontrol altına alınmamış olması, fikrî düşüklüğe işaret etmektedir. Oysa bir insanı değerlendirirken sahip olduğu fikirlere ve davranışlara bakılmalıdır.

Milliyetçilik, iç güdülerin tezahürü olduğu için ideolojilerin ya da inanç sistemlerinin hâkim olmadığı ortamlarda hayat bulur. “Yok olma” tehlikesinin açık bir şekilde hissedildiği dönemlerde ortaya çıkması, tarih boyunca kullanılan bir aparat olmasını sağlamıştır.

Bu noktada, konunun daha iyi anlaşılması için; kişinin kavmini sevmesi, içgüdülerin tezahürü olan milliyetçilik düşüncesi ile siyasi milliyetçiliği ayırmanın yerine olacağı kanaatindeyim.

Zira “kişinin kavmini sevmesi” ile “siyasal milliyetçilik” birbirinden ayrı kavramlardır.

Kişinin kavmini sevmesi, insani bir durumdur. Bu sevginin normal olduğunu şu hadis-i şeriften net bir şekilde anlayabiliriz:

Vasile b. El-Eska’ anlatıyor: “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ‘kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?’ diye sordum. ‘Hayır, asabiyet (ırkçılık), kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.’ diye buyurdu.”

Öyleyse mesele, insani bir durum olan kişinin kavmine karşı sevgi beslemesinden öte bir şeydir. Esasında İslâm’ın haram kıldığı kavmiyetçilik, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir. Allah, “üstünlüğün ancak takvada olduğunu” söylerken bu sınırı kabul etmeyerek “üstünlüğün kavmiyette olduğunu” düşünmek, takvanın önüne geçen kavmiyetçiliktir.

Yukarıda izahını yaptığımız içgüdüsel bu dürtünün siyasi amaçlar uğruna kullanılmasına “siyasal kavmiyetçilik” demek, doğru olacaktır ki siyasal milliyetçiliğin kaynağı Fransız İhtilali’dir.

İçgüdü kaynaklı milliyetçilik, tehlike ve baskı anlarında öne çıkmasına rağmen siyasi milliyetçilik, yapay bir şekilde “propaganda” ürünüdür. “Aydınlanma” düşüncesinin yaygınlaştığı dönemlerde fikirsel bazda konuşulan, Fransız İhtilali sonrası ise fiilî olarak uygulanan laiklik, Columbia Üniversitesinde Profesör olan Wael Hallaq’ın tanımıyla; “Tanrının devlet tarafından öldürülmesidir.” Öldürülen “tanrının” boşalttığı manevi atmosferi doldurmak için kullanılan aparat ise milliyetçiliktir. Nitekim Fransız Devrimi’nin etkili aktörlerinden Bertrant Barère, Katolikliğin yerine milliyetçiliğin bir din haline gelmesi gerektiğini söylemektedir.

Bu topraklarda da Hilâfet’in kaldırılması ve -adı konulmamış olsa da- laikliğin kabulüyle birlikte Fransa’daki durum ile karşılaşıldı. Nasıl Barère, Katolikliğin yerine Fransız milliyetçiliğini getirmek gerektiğine inanıyorsa Cumhuriyetin kurucu kadrosu da İslâm’ın yerine Türk milliyetçiliğinin gelmesi gerektiğine inanıyordu. Çünkü bu kadronun -tek bir kelime bile olsa- kendisine ait hiçbir fikri yoktu. Onların yolunu, Fransız İhtilali ve Bolşevikler aydınlatıyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak bugüne kadar devam eden, bir yapay milliyetçilikle karşı karşıyayız. Daha yolun başında; 1926 yılında, üç dönem Samsun Milletvekilliği de yapan Ruşeni Barkın, “Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür” adıyla bir kitap çıkartır. Mustafa Kemal’e kitabı arz eder. Kitabı okuyan Mustafa Kemal şu paragrafın altına kendi el yazısıyla “Aferin” yazar:

“Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde ‘din’ kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır.”

Sonra, Türklüğün kutsanması için bilimle desteklenmesi gerektiği akıllarına gelir ve sözde bilimsel bir metin olan “Türk Tarih Tezi” kaleme alınır. Bugün tarikatlara, “hurafe yuvası” diyenlerin kutsal metinlerinden olan Türk Tarih Tezi, son asrın en büyük hurafesidir.

Türk Tarih Tezine göre; tüm büyük medeniyetlerin kaynağı Türklerdir. Güneş Dil Teorisine göre; tüm dillerin kurucu atası tabii ki Türkçedir. Zira Türkler, Nuh Aleyhi’s Selam’ın oğlu Yafes’in soyundan gelmektedir. Yafes’in nesli, Türk milletidir. Bütün ziyaların membaı, bütün harikaların maderi, bütün milletlerin güneşi ancak ve ancak Türktür.[1] Avrupa’dan 5.000 yıl önce Yontma Taş Devrinden çıkan Türkler, göçler neticesinde Avrupa’ya ulaşmış ve Avrupa’yı mağara hayatından kurtarmış, fikrî gelişme yoluna sokmuşlardır. Avrupa’ya medeniyeti taşıyan Türkler olduğu gibi Avrupa medeniyetine kaynaklık eden Yunan ve Roma medeniyetleri de aslında Türklerin eseridir. Türkler, Truva, Girit, Lidya ve İyona medeniyetlerini kurmakla kalmaz Roma’yı da kurarlar.

Artık kutsama tamamlanmıştır. Sıra, kutsanan Türklüğün, din haline gelmesi için halkın bilinçlendirilmesindedir. Okullarda Tarih derslerinde Türk Tarih Tezi okutulur. Cumhuriyet değerlerini halkla buluşturma merkezi ve aynı zamanda “Cumhuriyet mabetleri” olarak görülen halkevlerinde, hummalı bir çalışma başlatılır. Gazeteler, kitaplar, radyo, tiyatrolar, temsiller, balolar, etkinlikler vb. akla her ne geliyorsa işte orada Türklük kutsanıp dinselleştirilmeye çalışılır.

İşin en ilginç yanı ise tüm bu devrimlere ve uygulamalara imza atanların birçoğunun Türk olmamasıdır.

İlginçtir ki aynı süreç, Arap milliyetçiliği için de söz konusudur. Bu gerçeklik bile, milliyetçiliğin bir “proje” olduğunu göstermektedir.

Şimdi gelelim bugüne…

Yüz yıl boyunca Türklüğün, Türklüğü temsil eden bayrağın kutsandığı bir toplum var kaşımızda. Bu toplumun bir kısmı -tam da arzu edildiği gibi- İslâm’ın yerine Türk milliyetçiliğini din edinmiş vaziyette. Bir kısmı, İslâm ve Türk milliyetçiliğini birleştirerek ikisinden de vazgeçemez bir halde. Bir diğer kısmı ise yüz yıllık propagandadan etkilenmeksizin “ümmet” anlayışını muhafaza etmekte.

Suriye devrimiyle başlayan göç dalgasının ardından Suriyelilere bakış, -yukarıda kategorize ettiğimiz şekliyle- değişiklik arz etmektedir. “Din yok, Türklük var!” propagandasına esir edilenler, Suriyelilere “Suriyeli oldukları için” düşman ve gönderilmelerini istiyor. “Din de bizim, milliyetçilik de!” diyenler, gelişen olaylara göre şekil almakta; bazen Suriyelileri kovarken bazen de sahip çıkmaktalar. Ümmet anlayışının hâkim olduğu kesim ise Suriyelilere “muhacir” gözüyle bakmaktadır.

Her ne zaman Suriyeliler ile alakalı bir gelişme yaşansa ilk ve en sert tepkiyi veren “Din yok, Türklük var!” fikriyatına sahip kesimdir. Bu ırkçılar, -yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız üzere- kendine, halkına ve kültürüne yabancılaşmış, kayıp nesildir. Esasında bu ırkçı faşistler, laik sistemin kurbanıdır. Fransa’nın pazarladığı, İngilizlerin kullandığı, Mason ve Yahudi Sebatayist kesimin tatbik edip bayraklaştırdığı, milliyetçiliğin köleleridir.

Son söz olarak…

Milliyetçilik, İslâm’ın haram kıldığı bir fikirdir. Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem açık bir ifadeyle onu terk etmemizi istemiştir:

"Onu (milliyetçiliği) terk edin; çünkü o kokuşmuştur!"

İslâm’ın haram kıldığı ve terk edilmesini istediği bir şeyde hayır yoktur, olamaz da! Toplumsal kalkınmayı sağlayacak kapsamlı bir düşünüşten yoksun olan milliyetçiliği terk ederek İslâm ideolojisine sarılmak, kalkınma yolunda atılan ilk adım olacaktır.

 



[1] Onur Atalay, Türk’e Tapmak - Seküler Din ve İki Savaş Arasında Kemalizm


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz