İKTİDAR, VERGİYLE ALAMADIĞINI FEDAKÂRLIKLA ALMAK İSTİYOR!

Suat Altıparmak

Tarihî bir realite olarak vergi, toplumdan topluma değişiklikler göstermekte; devletin yönetim şekline bağlı olarak bazen bir kralın şahsi arzusundan doğan vergiler şeklinde, bazen dinî emirlerden bazen de savaş sonucu galip tarafın yenilen taraf üzerine koyması şeklinde ortaya çıkabilmektedir.

Günümüze gelindiğinde ise ülkelerin çok ciddi oranlarda halklarını vergi yağmuru altında tuttuklarına şahit olmaktayız. Günlük hayatımızda hemen hemen her şeyin bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak vergisini ödemek durumundayız. Türkiye bu anlamda bir “vergi cehennemi” konumundadır. İstatistiklere göre; dünyanın en yüksek vergileri Türkiye'dedir. Eğer bir köşeye oturup gelirinizi, harcamalarınızı; doğrudan, dolaylı, KDV, ÖTV, konut, trafik sigorta, kasko, benzin, elektrik, su, telefon vb. cebinizden çıkan vergilerinizi hesaplarsanız, kazancınızın yaklaşık %60’tan fazlasını devlete vergi olarak geri verdiğinizi görürsünüz.  

Bizler, dünyanın en yüksek vergilerinin toplandığı bir ülkede yaşıyoruz. Gelir İdaresinin verilerine göre; 450’den fazla vergi kalemi bulunmakta olup bu vergiler, bütçe gelirlerinin %90’ına denk gelmektedir. Türkiye’de devletin en büyük gelir kalemi, halktan aldığı vergilerdir. Vergilerin bu kadar yüksek olmasının yanında vergi adaletsizliğinin de en yüksek olduğu ülke, yine Türkiye’dir. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün Temmuz 2023’te yayımladığı bir raporda; “en adaletsiz vergi sistemine sahip olan ülkenin Türkiye olduğu” açıklandı. OECD genelinde gelir, kâr ve sermaye gelirlerinden alınan vergilerin payı, ortalama %11,2 düzeyinde. Türkiye için bu oran sadece %5,5. Başka bir deyişle; OECD ortalamasının yarısının da altında. Bunun izahı ise devletin varlıklı bireylerden aldığı vergilerin, geneli geçim sıkıntısı içinde olan halktan aldığı vergilerden daha az olmasıdır. Yani fakir insanlardan alınan dolaylı ve doğrudan vergiler, zenginlerden alınandan daha fazla. İşte bu durum, bütçesinin %90’ı halktan alınan vergilerden oluşan Türkiye’de tam bir vergi zulmünün hüküm sürdüğünün göstergesidir.

Verginin çok olması ile birlikte, vergi adaletsizliği halkın geneli için en büyük problem olmuştur. Kapitalist iktisat sisteminin neden olduğu servet eşitsizliği, vergi adaletsizliği ile birleşince toplumlar adeta “modern köleler” olmuştur. Sermayeyi ve onun sahiplerini korumayı ana hedef olarak göre kapitalist sistem, parayı belirli bir zümrenin elinde dolaşan bir güç haline dönüştürmüştür. Toplam servetin %60’lık bir bölümünü, nüfusun %1’ine denk gelen halkın en zenginleri arasında paylaşılırken bu kişilerin servet ve kazançlarından devlete ödedikleri vergilerin buna oranla oldukça az ve hatta hiç olması, bu vergi zulmüne güzel bir örnektir. Kapitalist sistem; hem kamu malını zenginler arasında pay ederek halka zulmetmekte hem de zenginlerin oluşturduğu bütçe açığını, geneli fakir olan halkın sırtına yüklemektedir. Bu durum, -oransal farklılıklar olmakla birlikte- hemen hemen her kapitalist ülkede yaşanmaktadır.

Servet adaletsizliğinin temelinde kapitalist iktisat nizamının esasını teşkil eden “kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sınırsız” teorisinin olduğunu görmekteyiz. Kapitalist iktisat nizamı, mevcut mal ve hizmetlerin insan ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini, bunun için sürekli mal ve hizmet üretilmesi gerektiğini, iktisat sisteminin temeline koymuştur. Buradan amaç, ülkelerin ve dolayısıyla dünyanın mevcut servetinin artırılması, bunun sonucunda da kendilerine göre kalkınmışlığın tek ölçüsü olan “Milli Gelir”in artmasıdır. Hemen yeri gelmişken, bu konuya binaen son çeyrek asırda bazı yıllara ait küresel servet oranlarını burada paylaşmak, sözümüzün daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır:

•2000 Yılında 127 Trilyon Dolar

•2010 Yılında 195 Trilyon Dolar

•2012 Yılında 260 Trilyon Dolar

•2019 Yılında 360 Trilyon Dolar

•2024 Yılında 460 Trilyon Dolar

Bu rakamlar göstermektedir ki; küresel servet her geçen gün artmasına rağmen, zengin ve fakir arasındaki gelir aralığı kapanması gerekirken daha da açılmıştır. Sadece bu rakamlar bile kapitalist iktisat sisteminin temelindeki fikrin hatalı olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak meselenin detaylarına indiğimizde küresel servet eşitsizliğindeki adaletsizliğin boyutları, çok daha çarpıcı noktalara ulaşmaktadır. Bunlardan bazılarını maddeler hâlinde sıralayacak olursak;

Dünya bazında:

1- En zengin 26 kişinin serveti, en fakir 3 milyar 800 milyon kişinin servetine eşit.

2- Son 10 yılda milyarderlerin sayısı ikiye katlanırken, bu 3 milyar 800 milyon kişinin toplam servetten aldığı pay %11 oranında azalmış.

3- Dünya nüfusunun en zengin %1’lik kesimi, toplam servetin %44’üne sahipken, en fakir %57’lik kesim toplam servetin sadece %1’ini paylaşmak zorunda bırakılmıştır.

4- En zengin kesim günde 2.5 milyar dolar servet artışı sağlarken, en fakir 3 milyar 400 milyon günlük 5.5 doların altında hayat mücadelesi veriyor.

Türkiye bazında:

1- En zengin 100 kişinin toplam serveti, 100 milyar dolardır.

2- En zengin %1’lik nüfusun Türkiye servetinden aldığı toplam pay, %54,4.

3- Zengin-fakir arasındaki servet dağılımı; 2000 yılında %66’ya %34 iken, 2018 yılında bu fark, %82’ye %18 olarak daha da açılmıştır.

4- En zengin %20 nüfusun toplam gelirdeki payı %47,6 iken, en fakir %20’nin toplam gelirdeki payı %6,1’dir.

5- Temmuz 2024 verilerine göre; Türkiye’de açlık sınırı 19 bin 234 TL, yoksulluk sınırı ise 62 bin 652 TL’dir.

Bu ve burada olmayan diğer birçok istatistik göstermektedir ki; esas sorun, servetin azlığı ya da çokluğu değil toplumdaki adaletsiz dağılımıdır.

Bu istatistikî hatırlatmalardan sonra yeniden sistemin vergiye bakışına ve toplum üzerindeki etkisi konusuna dönersek, vergiye kapitalist sistemce bir kutsiyet atfedildiğini de söyleyebiliriz. Zira “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” mottosu, bu bakışı yansıtan önemli bir cümledir. Bu anlayışla; kumardan fuhşa, içkiden faize kadar ne kadar haram varsa vergisi verildiği taktirde tüm bunlar “meşru” ve hatta “kutsal” sayılmıştır. Özellikle halkının geneli Müslüman olan Türkiye’de insanlar, vergi politikaları ile tüm haramlara alıştırılmış, zaman içerisinde haramların meşru görüldüğü bir toplum inşa edilmiştir.

Genelde geçtiğimiz yüzyıla, özelde ise son 20 yıla baktığımızda; ekonomi yönetimindeki beceriksizliğin faturasının her zaman halka kesildiğini görmekteyiz. İhaleler, rantlar, gelir kaynakları zenginler arasında pay edilirken, halka; bütçe açıkları, borçlar ve acı reçeteler reva görülmektedir. Hatırlayın; neredeyse her yıl, ekonomi kalkınma paketleri açıklanmakta, vergi kaçakçılığıyla, yolsuzlukla, faiz lobileriyle savaş yapılacağı söylenmektedir. Ama yıl sonu en çok kâr eden şirketlere baktığınızda; hepsinin faiz lobileri, devletten en çok ihale alan kurumların ise en çok vergi kaçıran şirketler olduğunu görüyorsunuz. Peki, “kime karşı savaş yapılmış?” diye baktığınızda da üç-beş kuruş gelir ile ticarethanesini çevirmeye çalışan esnaf ile bankaların pençesinde kendini geçindirmeye çalışan işçi ve emekli insanları görüyorsunuz.

Hatırlayacağınız üzere; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Türkiye’yi tekrar yüksek, sürdürülebilir dengeli bir büyüme patikasına sokmak için enflasyonla mücadelede biz kararlıyız.” açıklamasında bulunmuş ve yine kemer sıkma ve fedakârlık talebinde bulunurken, kamuda da harcama sınırlandırılması getireceğini söylemişti. Halbuki bu sürecin en büyük sorumluları, yıllardır ülke üzerinde söz sahibi olan ve ekonomi politikalarını halka göre değil de kapitalist şirketlere, faizli bankalara göre belirleyen ülke yöneticileri olduğu halde bunlar halen çıkıp halktan kemer sıkmalarını talep ediyorlar.

Yahu ortada sıkacak ne bir kemer kaldı ne feda edilecek bir maddi kıymet ne de fedakârlık yapılacak hayat şartları…

Sayın Mehmet Şimşek’e bu vesile ile sormak lazım:

•Aldığı ücret, bir evin kirası kadar bile olmayan asgari ücretliden mi fedakârlık bekliyorsunuz?

•Aylık 10 bin TL’ye mahkûm ettiğiniz emekliden mi fedakârlık bekliyorsunuz?

•Vergi ve sigorta yükleri ile adeta tüm kazançlarını ellerinden aldığınız esnaftan mı fedakârlık bekliyorsunuz?

Yapılması gereken en önemli şeylerden birisi kamudaki tasarruftu ki iktidar, onun bile yeni idrakine vardı. Ancak korkarız ki o da “dostlar alışverişte görsün” minvalinde göstermelik bir çıkış olarak kalacak.

Zira on yıllardır heba edildiği halde kamu harcamalarına hiçbir önlem almayan bu iktidar ve ekonomi yönetimi idi; az da olsa bazı kaynaklar varken, doğru adımlar atmayan da… Hatırlayın; Bülent Arınç bir konuşmasında, “Kamudaki israfı önlesek, halktan vergi almak zorunda kalmayız.” demişti. Halbuki insanlar, bu kamu harcamalarının yüksekliğini her zaman dile getiriyordu. O zamanda iktidar; “Devlet, itibardan tasarruf etmez!”, “Bu harcamalar devlet için çerez parası…” diyerek israfı savunuyordu.

Şimdi ne oldu peki?

Ne oldu da birden devlet, “itibardan tasarruf etmeye” başladı, ya da düne kadar milyar TL’ler çerez parası idi de bugün ne değişti? Gelinen nokta itibariyle anlaşılıyor ki, tüm kaynaklar heba edilmiş, tüm gelirler tüketilmiş. “Tam takır kuru bakır” durumu söz konusu Hazine’de… Halbuki olması gereken bu tasarrufların, en baştan yapılması değil miydi? Sürekli yanlış politikalar uygulandı, uygulanmaya da devam ediyor.

•İstisnasız tüm ekonomistlerin yanlışlığını ortaya koyduğu; “Kur Korunmalı Mevduat Sistemi” ile halkın hazinesi, zenginlerin emrine verildi.

•Yurt içinde ve dışında borçlanmaya gidilerek Hazine ciddi borç yükünün altına sokuldu.

•Alınan bu borçlar, kan emici bankaların kasalarına aktarıldı.

•Devlet kurumlarına, lüks makam araçları tahsis edildi.

•Seçimleri kazanabilmek için olur olmaz yerlere, hiçbir mantığı olmayan harcamalar yapıldı.

•Kimi vali ve belediye başkanlarının makam odalarındaki altın varaklı süsler, lüks jakuziler gibi israf kalemlerine utanmadan yapılan harcamalarla âdeta halkın aklıyla dalga geçildi.

Ama tüm bunlar, ekranlara çıkıp borç batağında evini ve ailesini geçindirmeye çalışan anne-babalardan, emeklilerden fedakârlık bekleyen bir ekonomi yönetimi ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini de değiştirmiyor maalesef. Sermaye sahibi kodamanlara, beşi bir yerde devlet ihalesi bağımlılarına güç yetiremeyen iktidarın gücü; işçiye, emekliye, halka yetiyor. Yazık değil mi bu halka, bu insanlara…

Bu halkın hem bugünleri hem de yarınları çalındı. 80 kişinin itibari için, 80 milyon kişi zor bir hayata mahkûm edildi.

22 yıldır ülkeyi tek başına yönetmesine rağmen halen “enflasyonla mücadele edeceğiz, tek haneye indireceğiz” diye vaatlerde bulunuluyor. Artık kim inanır sahte vaatlere, yalan beyanlara.

Ezcümle; karşı karşıya kaldığımız bu ekonomik çıkmaz, yöneticilerin çözemeyeceği kadar büyüktür. Bu belli. Zira uygulanan kapitalist iktisat sistemi, temelden yanlıştır. Bu temel üzerine ne bina ederseniz edin asla doğru ve kalıcı bir çözüm getirmeyecektir. İşte yaşadığımız süreç, bu durumun delilidir. Bir asırdır, “kriz”, “enflasyon”, “zam” cümlelerinden başka bir şey duymadık. Bu hakikati yöneticiler çok iyi bildikleri için toplumu sürekli oyalıyorlar. Eğer bu sorunu çözmeye gerçekten muktedir olsalardı, bunu çoktan yaparlardı.

Halbuki bizim için, bu Müslüman halk için, krizlerden krizlere savrulan insanlık için tek “doğru” var. O da; âlemlerin rabbi Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan gelen İslam nizamı ve O’nun doğru temelleri üzerine bina edilen iktisat sistemidir.

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz