Tarihî bir realite olarak vergi, toplumdan
topluma değişiklikler göstermekte; devletin yönetim şekline bağlı olarak bazen
bir kralın şahsi arzusundan doğan vergiler şeklinde, bazen dinî emirlerden
bazen de savaş sonucu galip tarafın yenilen taraf üzerine koyması şeklinde ortaya
çıkabilmektedir.
Günümüze gelindiğinde ise ülkelerin çok ciddi
oranlarda halklarını vergi yağmuru altında tuttuklarına şahit olmaktayız.
Günlük hayatımızda hemen hemen her şeyin bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak
vergisini ödemek durumundayız. Türkiye bu anlamda bir “vergi cehennemi”
konumundadır. İstatistiklere göre; dünyanın en yüksek vergileri Türkiye'dedir.
Eğer bir köşeye oturup gelirinizi, harcamalarınızı; doğrudan, dolaylı, KDV,
ÖTV, konut, trafik sigorta, kasko, benzin, elektrik, su, telefon vb. cebinizden
çıkan vergilerinizi hesaplarsanız, kazancınızın yaklaşık %60’tan fazlasını
devlete vergi olarak geri verdiğinizi görürsünüz.
Bizler, dünyanın en yüksek vergilerinin
toplandığı bir ülkede yaşıyoruz. Gelir İdaresinin verilerine göre; 450’den
fazla vergi kalemi bulunmakta olup bu vergiler, bütçe gelirlerinin %90’ına denk
gelmektedir. Türkiye’de devletin en büyük gelir kalemi, halktan aldığı vergilerdir.
Vergilerin bu kadar yüksek olmasının yanında vergi adaletsizliğinin de en
yüksek olduğu ülke, yine Türkiye’dir. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’nün
Temmuz 2023’te yayımladığı bir raporda; “en adaletsiz vergi sistemine sahip
olan ülkenin Türkiye olduğu” açıklandı. OECD genelinde gelir, kâr ve sermaye
gelirlerinden alınan vergilerin payı, ortalama %11,2 düzeyinde. Türkiye için bu
oran sadece %5,5. Başka bir deyişle; OECD ortalamasının yarısının da altında.
Bunun izahı ise devletin varlıklı bireylerden aldığı vergilerin, geneli geçim
sıkıntısı içinde olan halktan aldığı vergilerden daha az olmasıdır. Yani fakir
insanlardan alınan dolaylı ve doğrudan vergiler, zenginlerden alınandan daha
fazla. İşte bu durum, bütçesinin %90’ı halktan alınan vergilerden oluşan Türkiye’de
tam bir vergi zulmünün hüküm sürdüğünün göstergesidir.
Verginin çok olması ile birlikte, vergi
adaletsizliği halkın geneli için en büyük problem olmuştur. Kapitalist iktisat
sisteminin neden olduğu servet eşitsizliği, vergi adaletsizliği ile birleşince
toplumlar adeta “modern köleler” olmuştur. Sermayeyi ve onun sahiplerini
korumayı ana hedef olarak göre kapitalist sistem, parayı belirli bir zümrenin
elinde dolaşan bir güç haline dönüştürmüştür. Toplam servetin %60’lık bir
bölümünü, nüfusun %1’ine denk gelen halkın en zenginleri arasında paylaşılırken
bu kişilerin servet ve kazançlarından devlete ödedikleri vergilerin buna oranla
oldukça az ve hatta hiç olması, bu vergi zulmüne güzel bir örnektir. Kapitalist
sistem; hem kamu malını zenginler arasında pay ederek halka zulmetmekte hem de
zenginlerin oluşturduğu bütçe açığını, geneli fakir olan halkın sırtına
yüklemektedir. Bu durum, -oransal farklılıklar olmakla birlikte- hemen hemen
her kapitalist ülkede yaşanmaktadır.
Servet adaletsizliğinin temelinde kapitalist
iktisat nizamının esasını teşkil eden “kaynaklar kıt, ihtiyaçlar sınırsız”
teorisinin olduğunu görmekteyiz. Kapitalist iktisat nizamı, mevcut mal ve
hizmetlerin insan ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini, bunun için sürekli mal
ve hizmet üretilmesi gerektiğini, iktisat sisteminin temeline koymuştur.
Buradan amaç, ülkelerin ve dolayısıyla dünyanın mevcut servetinin artırılması,
bunun sonucunda da kendilerine göre kalkınmışlığın tek ölçüsü olan “Milli
Gelir”in artmasıdır. Hemen yeri gelmişken, bu konuya binaen son çeyrek asırda
bazı yıllara ait küresel servet oranlarını burada paylaşmak, sözümüzün daha iyi
anlaşılmasına katkı sağlayacaktır:
•2000 Yılında 127 Trilyon Dolar
•2010 Yılında 195 Trilyon Dolar
•2012 Yılında 260 Trilyon Dolar
•2019 Yılında 360 Trilyon Dolar
•2024 Yılında 460 Trilyon Dolar
Bu rakamlar göstermektedir ki; küresel servet her
geçen gün artmasına rağmen, zengin ve fakir arasındaki gelir aralığı kapanması
gerekirken daha da açılmıştır. Sadece bu rakamlar bile kapitalist iktisat
sisteminin temelindeki fikrin hatalı olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak meselenin
detaylarına indiğimizde küresel servet eşitsizliğindeki adaletsizliğin
boyutları, çok daha çarpıcı noktalara ulaşmaktadır. Bunlardan bazılarını
maddeler hâlinde sıralayacak olursak;
Dünya bazında:
1- En zengin 26 kişinin serveti, en fakir 3 milyar
800 milyon kişinin servetine eşit.
2- Son 10 yılda milyarderlerin sayısı ikiye
katlanırken, bu 3 milyar 800 milyon kişinin toplam servetten aldığı pay %11
oranında azalmış.
3- Dünya nüfusunun en zengin %1’lik kesimi, toplam
servetin %44’üne sahipken, en fakir %57’lik kesim toplam servetin sadece %1’ini
paylaşmak zorunda bırakılmıştır.
4- En zengin kesim günde 2.5 milyar dolar servet
artışı sağlarken, en fakir 3 milyar 400 milyon günlük 5.5 doların altında hayat
mücadelesi veriyor.
Türkiye bazında:
1- En zengin 100 kişinin toplam serveti, 100 milyar
dolardır.
2- En zengin %1’lik nüfusun Türkiye servetinden
aldığı toplam pay, %54,4.
3- Zengin-fakir arasındaki servet dağılımı; 2000
yılında %66’ya %34 iken, 2018 yılında bu fark, %82’ye %18 olarak daha da
açılmıştır.
4- En zengin %20 nüfusun toplam gelirdeki payı
%47,6 iken, en fakir %20’nin toplam gelirdeki payı %6,1’dir.
5- Temmuz 2024 verilerine göre; Türkiye’de açlık
sınırı 19 bin 234 TL, yoksulluk sınırı ise 62 bin 652 TL’dir.
Bu ve burada olmayan diğer birçok istatistik
göstermektedir ki; esas sorun, servetin azlığı ya da çokluğu değil toplumdaki
adaletsiz dağılımıdır.
Bu istatistikî hatırlatmalardan sonra yeniden sistemin
vergiye bakışına ve toplum üzerindeki etkisi konusuna dönersek, vergiye
kapitalist sistemce bir kutsiyet atfedildiğini de söyleyebiliriz. Zira “Vergilendirilmiş
kazanç kutsaldır” mottosu, bu bakışı yansıtan önemli bir cümledir. Bu anlayışla;
kumardan fuhşa, içkiden faize kadar ne kadar haram varsa vergisi verildiği
taktirde tüm bunlar “meşru” ve hatta “kutsal” sayılmıştır. Özellikle halkının
geneli Müslüman olan Türkiye’de insanlar, vergi politikaları ile tüm haramlara
alıştırılmış, zaman içerisinde haramların meşru görüldüğü bir toplum inşa
edilmiştir.
Genelde geçtiğimiz yüzyıla, özelde ise son 20
yıla baktığımızda; ekonomi yönetimindeki beceriksizliğin faturasının her zaman
halka kesildiğini görmekteyiz. İhaleler, rantlar, gelir kaynakları zenginler
arasında pay edilirken, halka; bütçe açıkları, borçlar ve acı reçeteler reva
görülmektedir. Hatırlayın; neredeyse her yıl, ekonomi kalkınma paketleri
açıklanmakta, vergi kaçakçılığıyla, yolsuzlukla, faiz lobileriyle savaş
yapılacağı söylenmektedir. Ama yıl sonu en çok kâr eden şirketlere baktığınızda;
hepsinin faiz lobileri, devletten en çok ihale alan kurumların ise en çok vergi
kaçıran şirketler olduğunu görüyorsunuz. Peki, “kime karşı savaş yapılmış?”
diye baktığınızda da üç-beş kuruş gelir ile ticarethanesini çevirmeye çalışan
esnaf ile bankaların pençesinde kendini geçindirmeye çalışan işçi ve emekli
insanları görüyorsunuz.
Hatırlayacağınız üzere; Hazine ve Maliye Bakanı
Mehmet Şimşek, “Türkiye’yi tekrar yüksek, sürdürülebilir dengeli bir büyüme
patikasına sokmak için enflasyonla mücadelede biz kararlıyız.”
açıklamasında bulunmuş ve yine kemer sıkma ve fedakârlık talebinde bulunurken,
kamuda da harcama sınırlandırılması getireceğini söylemişti. Halbuki bu sürecin
en büyük sorumluları, yıllardır ülke üzerinde söz sahibi olan ve ekonomi
politikalarını halka göre değil de kapitalist şirketlere, faizli bankalara göre
belirleyen ülke yöneticileri olduğu halde bunlar halen çıkıp halktan kemer
sıkmalarını talep ediyorlar.
Yahu ortada sıkacak ne bir kemer kaldı ne feda
edilecek bir maddi kıymet ne de fedakârlık yapılacak hayat şartları…
Sayın Mehmet Şimşek’e bu vesile ile sormak lazım:
•Aldığı ücret, bir evin kirası kadar bile olmayan
asgari ücretliden mi fedakârlık bekliyorsunuz?
•Aylık 10 bin TL’ye mahkûm ettiğiniz emekliden mi
fedakârlık bekliyorsunuz?
•Vergi ve sigorta yükleri ile adeta tüm
kazançlarını ellerinden aldığınız esnaftan mı fedakârlık bekliyorsunuz?
Yapılması gereken en önemli şeylerden birisi
kamudaki tasarruftu ki iktidar, onun bile yeni idrakine vardı. Ancak korkarız
ki o da “dostlar alışverişte görsün” minvalinde göstermelik bir çıkış olarak
kalacak.
Zira on yıllardır heba edildiği halde kamu
harcamalarına hiçbir önlem almayan bu iktidar ve ekonomi yönetimi idi; az da
olsa bazı kaynaklar varken, doğru adımlar atmayan da… Hatırlayın; Bülent Arınç
bir konuşmasında, “Kamudaki israfı önlesek, halktan vergi almak zorunda
kalmayız.” demişti. Halbuki insanlar, bu kamu harcamalarının yüksekliğini her
zaman dile getiriyordu. O zamanda iktidar; “Devlet, itibardan tasarruf etmez!”,
“Bu harcamalar devlet için çerez parası…” diyerek israfı savunuyordu.
Şimdi ne oldu peki?
Ne oldu da birden devlet, “itibardan tasarruf
etmeye” başladı, ya da düne kadar milyar TL’ler çerez parası idi de bugün ne
değişti? Gelinen nokta itibariyle anlaşılıyor ki, tüm kaynaklar heba edilmiş,
tüm gelirler tüketilmiş. “Tam takır kuru bakır” durumu söz konusu Hazine’de…
Halbuki olması gereken bu tasarrufların, en baştan yapılması değil miydi?
Sürekli yanlış politikalar uygulandı, uygulanmaya da devam ediyor.
•İstisnasız tüm ekonomistlerin yanlışlığını
ortaya koyduğu; “Kur Korunmalı Mevduat Sistemi” ile halkın hazinesi, zenginlerin
emrine verildi.
•Yurt içinde ve dışında borçlanmaya gidilerek Hazine
ciddi borç yükünün altına sokuldu.
•Alınan bu borçlar, kan emici bankaların
kasalarına aktarıldı.
•Devlet kurumlarına, lüks makam araçları tahsis edildi.
•Seçimleri kazanabilmek için olur olmaz yerlere,
hiçbir mantığı olmayan harcamalar yapıldı.
•Kimi vali ve belediye başkanlarının makam odalarındaki
altın varaklı süsler, lüks jakuziler gibi israf kalemlerine utanmadan yapılan
harcamalarla âdeta halkın aklıyla dalga geçildi.
Ama tüm bunlar, ekranlara çıkıp borç batağında
evini ve ailesini geçindirmeye çalışan anne-babalardan, emeklilerden fedakârlık
bekleyen bir ekonomi yönetimi ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini de
değiştirmiyor maalesef. Sermaye sahibi kodamanlara, beşi bir yerde devlet
ihalesi bağımlılarına güç yetiremeyen iktidarın gücü; işçiye, emekliye, halka
yetiyor. Yazık değil mi bu halka, bu insanlara…
Bu halkın hem bugünleri hem de yarınları çalındı.
80 kişinin itibari için, 80 milyon kişi zor bir hayata mahkûm edildi.
22 yıldır ülkeyi tek başına yönetmesine rağmen
halen “enflasyonla mücadele edeceğiz, tek haneye indireceğiz” diye
vaatlerde bulunuluyor. Artık kim inanır sahte vaatlere, yalan beyanlara.
Ezcümle; karşı karşıya kaldığımız bu ekonomik
çıkmaz, yöneticilerin çözemeyeceği kadar büyüktür. Bu belli. Zira uygulanan
kapitalist iktisat sistemi, temelden yanlıştır. Bu temel üzerine ne bina
ederseniz edin asla doğru ve kalıcı bir çözüm getirmeyecektir. İşte yaşadığımız
süreç, bu durumun delilidir. Bir asırdır, “kriz”, “enflasyon”, “zam” cümlelerinden
başka bir şey duymadık. Bu hakikati yöneticiler çok iyi bildikleri için toplumu
sürekli oyalıyorlar. Eğer bu sorunu çözmeye gerçekten muktedir olsalardı, bunu
çoktan yaparlardı.
Halbuki bizim için, bu Müslüman halk için,
krizlerden krizlere savrulan insanlık için tek “doğru” var. O da; âlemlerin rabbi
Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan gelen İslam nizamı ve O’nun doğru temelleri
üzerine bina edilen iktisat sistemidir.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış