YÜZYILLIK ZİNCİRLERİ KIRMA VE KÖKLÜ ÇÖZÜME ODAKLANMA ZAMANI

Süleyman Uğurlu

Hakikat o dur ki insanoğlu, gerçek manada arzuladığı bir şeye ulaşmada oldukça mahirdir. İmkânsız gibi görünen ya da birilerinin imkânsız olarak gördüğü şeyleri başaran nice şahıslar ve topluluklar, tarih kitaplarına geçmiştir.

Bu özgüven, -insanoğlunun kendisine çizilen sınırlarda kalması kaydıyla- başarının anahtarıdır. Sınırlar aşıldığında ise başarı, doğal olarak hüsrana dönüşecektir. Zira Allah’ın eşya üzerindeki tahakkümü mutlaktır. “Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın” ilahi hatırlatmasını dikkatlice incelediğimizde; Allah’ın her şeye bir ölçü koyduğunu görecek ve bu güç karşısında teslim olmaktan başka çareniz olmadığını anlayacaksınız.

-Fizik, kimya, matematik, biyoloji… adı her ne olursa olsun, ne kadar gelişirse gelişsin- bilim, Allah’ın eşya üzerindeki kanunlarını idrak edip bunun üzerine teknoloji geliştirebilir ama bu kanunları değiştiremez.

Sünnetullahın hükmettiği daire, aklımızın algıladığı ve algılamadığı her alanı kapsamaktadır. Bu dairenin içine, fennî ilimler gibi somut şeyler girdiği gibi “değişim” ve “zafer” gibi soyut şeyler de dahildir.

Mesela; Allah Subhanehu ve Teâlâ, Müslümanların düşmanlarına karşı nasıl zafer kazanacağını şu şeklide beyan etmiştir:

[قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ بِاَيْد۪يكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَۙ] “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil rüsva etsin. Size yardım ederek onlara karşı galip kılsın. Mümin toplumun gönüllerine ferahlık versin.” [Tevbe Suresi 14]

Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e İslâm risaleti vahyedildikten, bu akide ve hükümler etrafında toplanan bir ümmet ortaya çıktıktan sonra Allah Subhanehu ve Teâlâ, ebabil kuşlarının yerini, Rasulullah’ın ümmetinin almasını takdir etmiştir. Artık Allah’ın ve müminlerin düşmanları, gökten taş atan kuşlarla değil Allah yolunda cihat eden adam gibi adamlarla durdurulacaktır.

Allah’ın kanunu; zafer için, önce halisane bir şekilde düşmanın karşısına çıkmayı şart koşmuştur. Savaş meydanında görünmeden, dualarla zafer kazanılamaz! Bu, Allah’ın değişmeyen ve değişmeyecek kanunudur!

Aynı şekilde darul küfür olan bir beldenin darul İslâm’a dönüşmesi, bir toplumun değişmesi de belirli kanunlara bağlıdır.

[اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْؕ] “Bir kavim kendinde olanları değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.”

“Fert” ile “toplum” arasındaki farkı yakalayamayan, toplumu değiştiremez. Zira Allah, toplumun değişimini, toplumun bünyesinde olanların değişmesine bağlamıştır. Toplumun nelerden oluştuğunu bilmeyen, toplumsal değişimi de doğal olarak gerçekleştiremeyecektir.

İşte böyle… her şeyde bir ölçü, bir kanun olması, kaçınılmaz bir sünnetullahtır. Allah’ın sünnetine uygun hareket ederseniz; sorunları çözer, başarıya ulaşırsınız. Yok böyle yapmayıp kanunları görmezlikten gelirseniz, kaçınılmaz bir şekilde hüsrana uğrarsınız.

Buraya kadar anlattıklarımızı, “ön bilgi” mahiyetinde zihninizin bir köşesinde tutmanızı isterim. Şimdi, Müslümanların; sorunlar karşısında neden köklü çözüme ulaşamadıklarını ya da yüzeysel çözümlerle yetinmek zorunda kaldıkları sürecini bir türlü aşamadığını inleyeceğiz. Son bölümde ise giriş kısmına atıfta bulunarak ne yapmamız gerektiğini konuşacağız.

Biraz geçmişe gidelim…

Müslümanlar, özellikle son yüz yıldır sünnetullahı pozitivizm ile harmanlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. Osmanlı’nın son dönem aydınlarında baş gösteren, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun kutsallaştırdığı pozitivizm, onları Allah’ın kanunlarında şüphe duymaya ve Comte’un “üç hal yasası”na iman etmeye sevk etti. Nihayetinde; “dinlerin sonunun geldiğine, geleceğin bilime ve bilimle uyumlu ‘insanlık dini’ne ait olacağına” yürekten inandılar.

Aklın ve bilimin, kutsama derecesinde yüceltilmesi, kuşkusuz başkaca bilgi kaynağının alt lige düşürülmesi anlamına gelmektedir. Nitekim İslâm, son yüz yılda pozitivist çevreler tarafından “çağdışı” olarak tanıtıldı. Hayatın her alanını kuşatan Batılılaşma çalışmaları, öyle nazikçe de uygulanmadı elbette. Demir yumrukla devrimler kabul ettirildi. Ateşle muhalifler bastırıldı. Hayatta kalabilmek için gizlide ve açıkta devrimlere bağlılık zorunluluk olarak görüldü. En nihayetinde toplumsal bir travma ile karşı karşıya kalındı. Bugün, işte o travmanın neticelerini yakından hissediyoruz. Müslümanlar, haramlar ve zulümler karşısında sessiz kalınması gerektiğini, o gün öğrendiler. Dini hayattan uzaklaştıran laik sisteme dokunduğunda yanacağını, o gün gördüler.

Artık “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!” kelamıkibarın yerini, “Her doğru, her yerde söylenmez!”; “Bir münker gördüğünüz zaman onu elinizle düzeltin!” hadisinin yerini, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” anlayışı almıştı.

Velhasıl, Müslümanlar, sisteme dokunmadan yaşamayı öğrenmiş, İslâm’ın en küçük zerresine bile tahammül edemeyen laik sistem de onların bu teslimiyetini kabul etmişti. Zımnen bir anlaşma hasıl oldu. Anlaşmanın çizgileri netti: laik sistem hakkında tek kelam edilmeyecek; zikir ve ibadetlerin dışına çıkılmayacaktı. İki taraf da masadan “memnun” bir şekilde ayrıldı.

Zaman, Ömer bin Hattab’ı bir kez daha haklı çıkarmış; “inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlamıştı”. Her suçlu, bir şekilde işlediği suçu meşrulaştırmak ister. Zira suçlu olma hissiyle bir hayatın sürdürülmesi düşünülemez. Müslümanlar, Allah’ın dinini hayattan kopartıp atan, Hilâfeti kaldıran, küfür ile hükmeden zalimler karşısında “sessiz kalma suçunu” işlemişlerdi. Zihni kemiren, kalbi daraltan, ruhu boğan bu “suç” ile yaşamak, oldukça zahmetliydi. Bir yerlerden bir şeyler bulup işledikleri suçu örtbas etmek zorundaydılar. Nihayetinde vakıasına mutabık olup olmadığına bakmaksızın bazı şer’i kaide ve şer’i deliller getirdiler. “İslâm’ın devlet talebi yoktur. Kur’an-ı Kerim’de hüküm ayetlerinin sayısı ancak üç-beş tanedir; gerisi ibadet ve ahlak ile ilgilidir” diyerek, laik sistem tarafından “sterilize” edilmiş İslâm’ı, “gerçek İslâm” gibi gösterme, böylece yaptıkları yanlışları meşru gösterme gayreti içerisine girdiler.

Bilimin ve aklın ön plana alındığı bu dönemin, Müslümanların düşünce dünyasına etkisi muazzamdı. Yeni “insanlık dinine” inananların yanında, Müslüman âlimler; bilim ile İslâm’ın, akıl ile İslâm’ın, dönemin paradigması olan laiklik ve cumhuriyet ile İslâm’ın çelişmediğini, şer’i naslara yeni ve zorlama anlamlar yükleyerek ispat etmeye çalıştılar.

Laiklik, cumhuriyet, demokrasi, “dokunulması yasak” olan kavramlar olarak kabul edildi. Bu kavramlara çatmadan, Müslümanların sorunlarına çözümler üretilmeye çalışıldı. Sorunun esasi kaynağı olan laik sistemi değiştirmeye çalışmak yerine, daha kolay ve -görece- daha az masraflı olan ıslahat projeleriyle yetinildi. Günün sonunda bu projelerin hiçbiri başarıya ulaşamadı.

Müslümanlar, laik sistemle birlikte yaşamaya alıştıklarında, savaş kaybedilmişti. Sonrasında akıl ve menfaatin belirleyici unsur olması, Müslümanlarda kalıcı hasarlara sebebiyet verdi.

Türkiye özelinde durum böyle iken, İslâm dünyasının sair beldelerinde durum pek de farklı değildi. Cemaleddin Afgani’nin başını çektiği “Menar ekolü”nün, Osmanlı Hilâfeti’nin çöküş sürecine fikirsel boyutta büyük katkıları oldu. Batı’daki kalkınmışlığı, Katolik mezhebinin katı ve gerici anlayışı yerine Protestan mezhebinin yeni, akılcı ve çağın gerekliliklerine uygun bir inanç sistemi getirmesine dayandırdı. Bu ekol, İslâm’daki mezhepleri ve mezheplerin raflardaki içtihatlarını “Katolik” mezhebine benzetip kendilerini de “Protestan” olarak gördü. Nihayetinde tıpkı Batı dünyası gibi “dinde reform” hareketini savundu.

Müslümanların menfaatine olan her şeyin, İslâm’dan olduğu görüşünü savunan bu ekol müntesipleri; menfaatler ile şer’i naslar çeliştiğinde, menfaatleri bu kılıf altında şer’i ahkama uygun hale getirdi. Zamanla kapitalistlerle aralarında hiçbir fark kalmadı. Menfaatperest bir şahsiyet inşa edildi.

Menarcıların ve onlardan etkilenen birçok şahsiyetin savunduğu “İttihadi İslâm” fikri, asıl itibariyle ulus-devlet anlayışının meşrulaştırılmasından başka bir şey değildi.

Türkiye’de cumhuriyetin demir yumruğu karşısında ağır hasar alan Müslümanlar, bir de Menar ekolünün fikirleriyle tanışınca, hasarlar felce dönüştü.

7 Ekim’de mücahitlerin Yahudi varlığı “İsrail”e karşı başlattıkları saldırı ve sonrasında yaşananlar, bahsettiğimiz kalıcı hasarların ve geçirilen felcin boyutlarını da gözler önüne serdi. Müslüman âlimlerin, Gazze konusunda ürettikleri çözüm önerileri, son yüz yılın özeti gibidir.

Onlar, konu hakkında şer’i hükmün ne olduğunu araştırmadılar. Kalıcı ve gerçek çözüme odaklanmadılar. Tıpkı geçmişte olduğu gibi çözüm olmayan önerileri, şaşalı cümlelerle “çözüm” olarak sundular. Alışkanlık ola ki iktidarın Gazze meselesindeki iki yüzlülüğü, hiç gündeme taşınmadı. Orduların harekete geçmesi talep edilmedi. Bunun yerine -her zaman olduğu gibi- suçlunun yine Müslümanların kendisi olduğu ilan edildi. Camilerin sabah namazlarında dolması ile zafer arasında bir bağlantı kuruldu. “Yapacak bir şeyimiz yok, elimizden bir şey gelmiyor” yalanının arkasına sığınıldı. Lüks villalarındaki hizmetliler sabah namazına uyandırdığında, “lütfedilip” Gazze için dua edildi.

Sadece Gazze meselesinde değil bu tutum. Mesela; ekonomik krizlerle gayriinsani bir hayata mahkûm edilen Müslümanlara; İslâm’ın mükemmel bir ekonomik sisteminin olduğundan, bu ekonomik sistemin sorunları çözeceğinden, bahsedilmedi.

Ahlaksızlığın “toplumsal çöküşe” dönüştüğü şu zaman diliminde halka “Çözüm İslâm’da!” denilmedi. Onları yaşadıkları güvensiz ve kaotik ortamdan kurtaracak olan yegâne sistemin İslâm nizamı olduğu, anlatılmadı.

Müslümanların yaşadıkları düşünce ve davranıştaki bu çöküş neticesinde karşılaşılan sorunları önce akla götürmek, değişmez bir metot halini almıştır. Akıl, olasılıkları değerlendirirken; hiçbir dış faktörü (Allah’ı) hesaba katmadan, o olasılığın gerçekleşme ihtimalini, kendinde var olan öncül bilgiler ışığında hesaplamaktadır. Hal böyle olunca, gerçek ve kalıcı çözümler olasılık dışı görülmekte onun yerine daha pratik, daha kolay çözüm önerileri öncelik kazanmaktadır.

Tam da burada, giriş kısmına atıfla konumuzu nihayetlendirelim.

Ne demiştik: Allah’ın sünnetine uygun hareket ederseniz sorunları çözer, başarıya ulaşırsınız.

Bu temel kaide ışığında; Yahudi varlığı “İsrail” sorununa baktığımızda, onunla savaşmanın “yegâne çözüm” olduğu görülecektir. Zira Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın zafer şartı, savaşmaktır.

[قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ بِاَيْد۪يكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَۙ] “Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil rüsva etsin. Size yardım ederek onlara karşı galip kılsın.”

Buradaki hitap -her ne kadar lafzen tüm Müslümanlara olmuş olsa da-, “iltizam delaleti” açısından, savaş ehline hitaptır. Zira savaşları, ordular yapar. Bu orduların içerisinde; fiilî savaşan Müslümanlar olduğu gibi savaşa, kalem ile, maddiyat ile destek verenler ve sıranın kendisine gelmesini bekleyenler de vardır.

Dolayısıyla bugünkü sorunumuz; işte o savaşacak orduları harekete geçirecek “bir halifenin olmaması” sorunudur. “Bir vacibi yerine getirmek için gerekli olan şey de vaciptir” şer’i kaidesi gereği; orduları harekete geçirecek halifenin naspedilmesi, vaciptir.

Müslüman âlimler, kanaat önderleri, STK yetkilileri ve tüm Müslümanların bugün bundan başka bir çözüme davet etmesi, abesle iştigal olup caiz de değildir.

Müjdelenen istikbale kavuşmanın yegâne şartı, Allah’ın kanunlarına sarılmaktır. Istılahlarla değil köklü çözümle meşgul olmaktır. Hilâfet, sadece Gazze, Kudüs, Filistin’in kurtuluşu ile sınırlı değildir. Sadece Müslümanların değil tüm insanlığın kurtuluşu için gereklidir.

Öyleyse;

Artık, dik durma zamanıdır!

Artık, hakkı haykırma zamandır!

Artık, yüzyıllık zincirleri kırma ve köklü çözüme odaklanma zamanıdır.

Artık, Allah’ın sözünün yeryüzüne hâkim olması için fedakârlık zamanıdır.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz