Hakikat o dur ki insanoğlu, gerçek manada
arzuladığı bir şeye ulaşmada oldukça mahirdir. İmkânsız gibi görünen ya da
birilerinin imkânsız olarak gördüğü şeyleri başaran nice şahıslar ve
topluluklar, tarih kitaplarına geçmiştir.
Bu özgüven, -insanoğlunun kendisine çizilen
sınırlarda kalması kaydıyla- başarının anahtarıdır. Sınırlar aşıldığında ise
başarı, doğal olarak hüsrana dönüşecektir. Zira Allah’ın eşya üzerindeki
tahakkümü mutlaktır. “Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın”
ilahi hatırlatmasını dikkatlice incelediğimizde; Allah’ın her şeye bir ölçü
koyduğunu görecek ve bu güç karşısında teslim olmaktan başka çareniz olmadığını
anlayacaksınız.
-Fizik, kimya, matematik, biyoloji… adı her ne
olursa olsun, ne kadar gelişirse gelişsin- bilim, Allah’ın eşya üzerindeki
kanunlarını idrak edip bunun üzerine teknoloji geliştirebilir ama bu kanunları değiştiremez.
Sünnetullahın hükmettiği daire, aklımızın algıladığı
ve algılamadığı her alanı kapsamaktadır. Bu dairenin içine, fennî ilimler gibi somut
şeyler girdiği gibi “değişim” ve “zafer” gibi soyut şeyler de dahildir.
Mesela; Allah Subhanehu ve Teâlâ,
Müslümanların düşmanlarına karşı nasıl zafer kazanacağını şu şeklide beyan
etmiştir:
[قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ بِاَيْد۪يكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَۙ] “Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle
onları cezalandırsın, onları rezil rüsva etsin. Size yardım ederek onlara karşı
galip kılsın. Mümin toplumun gönüllerine ferahlık versin.” [Tevbe Suresi 14]
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e İslâm
risaleti vahyedildikten, bu akide ve hükümler etrafında toplanan bir ümmet
ortaya çıktıktan sonra Allah Subhanehu ve Teâlâ, ebabil kuşlarının
yerini, Rasulullah’ın ümmetinin almasını takdir etmiştir. Artık Allah’ın ve
müminlerin düşmanları, gökten taş atan kuşlarla değil Allah yolunda cihat eden
adam gibi adamlarla durdurulacaktır.
Allah’ın kanunu; zafer için, önce halisane bir
şekilde düşmanın karşısına çıkmayı şart koşmuştur. Savaş meydanında görünmeden,
dualarla zafer kazanılamaz! Bu, Allah’ın değişmeyen ve değişmeyecek kanunudur!
Aynı şekilde darul küfür olan bir beldenin darul İslâm’a
dönüşmesi, bir toplumun değişmesi de belirli kanunlara bağlıdır.
[اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْؕ] “Bir kavim kendinde olanları değiştirmedikçe
Allah o kavmin halini değiştirmez.”
“Fert” ile “toplum” arasındaki farkı
yakalayamayan, toplumu değiştiremez. Zira Allah, toplumun değişimini, toplumun bünyesinde
olanların değişmesine bağlamıştır. Toplumun nelerden oluştuğunu bilmeyen,
toplumsal değişimi de doğal olarak gerçekleştiremeyecektir.
İşte böyle… her şeyde bir ölçü, bir kanun olması,
kaçınılmaz bir sünnetullahtır. Allah’ın sünnetine uygun hareket ederseniz;
sorunları çözer, başarıya ulaşırsınız. Yok böyle yapmayıp kanunları görmezlikten
gelirseniz, kaçınılmaz bir şekilde hüsrana uğrarsınız.
Buraya kadar anlattıklarımızı, “ön bilgi”
mahiyetinde zihninizin bir köşesinde tutmanızı isterim. Şimdi, Müslümanların;
sorunlar karşısında neden köklü çözüme ulaşamadıklarını ya da yüzeysel çözümlerle
yetinmek zorunda kaldıkları sürecini bir türlü aşamadığını inleyeceğiz. Son
bölümde ise giriş kısmına atıfta bulunarak ne yapmamız gerektiğini konuşacağız.
Biraz geçmişe gidelim…
Müslümanlar, özellikle son yüz yıldır sünnetullahı
pozitivizm ile harmanlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. Osmanlı’nın son
dönem aydınlarında baş gösteren, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun
kutsallaştırdığı pozitivizm, onları Allah’ın kanunlarında şüphe duymaya ve Comte’un
“üç hal yasası”na iman etmeye sevk etti. Nihayetinde; “dinlerin sonunun
geldiğine, geleceğin bilime ve bilimle uyumlu ‘insanlık dini’ne ait olacağına”
yürekten inandılar.
Aklın ve bilimin, kutsama derecesinde yüceltilmesi,
kuşkusuz başkaca bilgi kaynağının alt lige düşürülmesi anlamına gelmektedir. Nitekim
İslâm, son yüz yılda pozitivist çevreler tarafından “çağdışı” olarak tanıtıldı.
Hayatın her alanını kuşatan Batılılaşma çalışmaları, öyle nazikçe de uygulanmadı
elbette. Demir yumrukla devrimler kabul ettirildi. Ateşle muhalifler bastırıldı.
Hayatta kalabilmek için gizlide ve açıkta devrimlere bağlılık zorunluluk olarak
görüldü. En nihayetinde toplumsal bir travma ile karşı karşıya kalındı. Bugün,
işte o travmanın neticelerini yakından hissediyoruz. Müslümanlar, haramlar ve
zulümler karşısında sessiz kalınması gerektiğini, o gün öğrendiler. Dini
hayattan uzaklaştıran laik sisteme dokunduğunda yanacağını, o gün gördüler.
Artık “Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytandır!” kelamıkibarın yerini, “Her doğru, her yerde söylenmez!”;
“Bir münker gördüğünüz zaman onu elinizle düzeltin!” hadisinin
yerini, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” anlayışı almıştı.
Velhasıl, Müslümanlar, sisteme dokunmadan
yaşamayı öğrenmiş, İslâm’ın en küçük zerresine bile tahammül edemeyen laik
sistem de onların bu teslimiyetini kabul etmişti. Zımnen bir anlaşma hasıl
oldu. Anlaşmanın çizgileri netti: laik sistem hakkında tek kelam edilmeyecek;
zikir ve ibadetlerin dışına çıkılmayacaktı. İki taraf da masadan “memnun” bir şekilde
ayrıldı.
Zaman, Ömer bin Hattab’ı bir kez daha haklı çıkarmış;
“inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlamıştı”. Her suçlu, bir
şekilde işlediği suçu meşrulaştırmak ister. Zira suçlu olma hissiyle bir
hayatın sürdürülmesi düşünülemez. Müslümanlar, Allah’ın dinini hayattan
kopartıp atan, Hilâfeti kaldıran, küfür ile hükmeden zalimler karşısında “sessiz
kalma suçunu” işlemişlerdi. Zihni kemiren, kalbi daraltan, ruhu boğan bu “suç”
ile yaşamak, oldukça zahmetliydi. Bir yerlerden bir şeyler bulup işledikleri
suçu örtbas etmek zorundaydılar. Nihayetinde vakıasına mutabık olup olmadığına
bakmaksızın bazı şer’i kaide ve şer’i deliller getirdiler. “İslâm’ın devlet
talebi yoktur. Kur’an-ı Kerim’de hüküm ayetlerinin sayısı ancak üç-beş tanedir;
gerisi ibadet ve ahlak ile ilgilidir” diyerek, laik sistem tarafından “sterilize”
edilmiş İslâm’ı, “gerçek İslâm” gibi gösterme, böylece yaptıkları yanlışları
meşru gösterme gayreti içerisine girdiler.
Bilimin ve aklın ön plana alındığı bu dönemin,
Müslümanların düşünce dünyasına etkisi muazzamdı. Yeni “insanlık dinine” inananların
yanında, Müslüman âlimler; bilim ile İslâm’ın, akıl ile İslâm’ın, dönemin
paradigması olan laiklik ve cumhuriyet ile İslâm’ın çelişmediğini, şer’i
naslara yeni ve zorlama anlamlar yükleyerek ispat etmeye çalıştılar.
Laiklik, cumhuriyet, demokrasi, “dokunulması
yasak” olan kavramlar olarak kabul edildi. Bu kavramlara çatmadan, Müslümanların
sorunlarına çözümler üretilmeye çalışıldı. Sorunun esasi kaynağı olan laik
sistemi değiştirmeye çalışmak yerine, daha kolay ve -görece- daha az masraflı
olan ıslahat projeleriyle yetinildi. Günün sonunda bu projelerin hiçbiri
başarıya ulaşamadı.
Müslümanlar, laik sistemle birlikte yaşamaya
alıştıklarında, savaş kaybedilmişti. Sonrasında akıl ve menfaatin belirleyici
unsur olması, Müslümanlarda kalıcı hasarlara sebebiyet verdi.
Türkiye özelinde durum böyle iken, İslâm
dünyasının sair beldelerinde durum pek de farklı değildi. Cemaleddin Afgani’nin
başını çektiği “Menar ekolü”nün, Osmanlı Hilâfeti’nin çöküş sürecine fikirsel
boyutta büyük katkıları oldu. Batı’daki kalkınmışlığı, Katolik mezhebinin katı
ve gerici anlayışı yerine Protestan mezhebinin yeni, akılcı ve çağın
gerekliliklerine uygun bir inanç sistemi getirmesine dayandırdı. Bu ekol, İslâm’daki
mezhepleri ve mezheplerin raflardaki içtihatlarını “Katolik” mezhebine benzetip
kendilerini de “Protestan” olarak gördü. Nihayetinde tıpkı Batı dünyası gibi “dinde
reform” hareketini savundu.
Müslümanların menfaatine olan her şeyin, İslâm’dan
olduğu görüşünü savunan bu ekol müntesipleri; menfaatler ile şer’i naslar
çeliştiğinde, menfaatleri bu kılıf altında şer’i ahkama uygun hale getirdi.
Zamanla kapitalistlerle aralarında hiçbir fark kalmadı. Menfaatperest bir
şahsiyet inşa edildi.
Menarcıların ve onlardan etkilenen birçok
şahsiyetin savunduğu “İttihadi İslâm” fikri, asıl itibariyle ulus-devlet
anlayışının meşrulaştırılmasından başka bir şey değildi.
Türkiye’de cumhuriyetin demir yumruğu karşısında
ağır hasar alan Müslümanlar, bir de Menar ekolünün fikirleriyle tanışınca,
hasarlar felce dönüştü.
7 Ekim’de mücahitlerin Yahudi varlığı “İsrail”e
karşı başlattıkları saldırı ve sonrasında yaşananlar, bahsettiğimiz kalıcı
hasarların ve geçirilen felcin boyutlarını da gözler önüne serdi. Müslüman âlimlerin,
Gazze konusunda ürettikleri çözüm önerileri, son yüz yılın özeti gibidir.
Onlar, konu hakkında şer’i hükmün ne olduğunu
araştırmadılar. Kalıcı ve gerçek çözüme odaklanmadılar. Tıpkı geçmişte olduğu
gibi çözüm olmayan önerileri, şaşalı cümlelerle “çözüm” olarak sundular.
Alışkanlık ola ki iktidarın Gazze meselesindeki iki yüzlülüğü, hiç gündeme
taşınmadı. Orduların harekete geçmesi talep edilmedi. Bunun yerine -her zaman
olduğu gibi- suçlunun yine Müslümanların kendisi olduğu ilan edildi. Camilerin
sabah namazlarında dolması ile zafer arasında bir bağlantı kuruldu. “Yapacak
bir şeyimiz yok, elimizden bir şey gelmiyor” yalanının arkasına sığınıldı.
Lüks villalarındaki hizmetliler sabah namazına uyandırdığında, “lütfedilip”
Gazze için dua edildi.
Sadece Gazze meselesinde değil bu tutum. Mesela;
ekonomik krizlerle gayriinsani bir hayata mahkûm edilen Müslümanlara; İslâm’ın mükemmel
bir ekonomik sisteminin olduğundan, bu ekonomik sistemin sorunları çözeceğinden,
bahsedilmedi.
Ahlaksızlığın “toplumsal çöküşe” dönüştüğü şu
zaman diliminde halka “Çözüm İslâm’da!” denilmedi. Onları yaşadıkları
güvensiz ve kaotik ortamdan kurtaracak olan yegâne sistemin İslâm nizamı olduğu,
anlatılmadı.
Müslümanların yaşadıkları düşünce ve davranıştaki
bu çöküş neticesinde karşılaşılan sorunları önce akla götürmek, değişmez bir metot
halini almıştır. Akıl, olasılıkları değerlendirirken; hiçbir dış faktörü (Allah’ı)
hesaba katmadan, o olasılığın gerçekleşme ihtimalini, kendinde var olan öncül
bilgiler ışığında hesaplamaktadır. Hal böyle olunca, gerçek ve kalıcı çözümler
olasılık dışı görülmekte onun yerine daha pratik, daha kolay çözüm önerileri
öncelik kazanmaktadır.
Tam da burada, giriş kısmına atıfla konumuzu
nihayetlendirelim.
Ne demiştik: Allah’ın sünnetine uygun hareket
ederseniz sorunları çözer, başarıya ulaşırsınız.
Bu temel kaide ışığında; Yahudi varlığı “İsrail”
sorununa baktığımızda, onunla savaşmanın “yegâne çözüm” olduğu görülecektir.
Zira Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın zafer şartı, savaşmaktır.
[قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ بِاَيْد۪يكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِن۪ينَۙ] “Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle
onları cezalandırsın, onları rezil rüsva etsin. Size yardım ederek onlara karşı
galip kılsın.”
Buradaki hitap -her ne kadar lafzen tüm
Müslümanlara olmuş olsa da-, “iltizam delaleti” açısından, savaş ehline
hitaptır. Zira savaşları, ordular yapar. Bu orduların içerisinde; fiilî savaşan
Müslümanlar olduğu gibi savaşa, kalem ile, maddiyat ile destek verenler ve
sıranın kendisine gelmesini bekleyenler de vardır.
Dolayısıyla bugünkü sorunumuz; işte o savaşacak
orduları harekete geçirecek “bir halifenin olmaması” sorunudur. “Bir vacibi
yerine getirmek için gerekli olan şey de vaciptir” şer’i kaidesi gereği; orduları
harekete geçirecek halifenin naspedilmesi, vaciptir.
Müslüman âlimler, kanaat önderleri, STK
yetkilileri ve tüm Müslümanların bugün bundan başka bir çözüme davet etmesi,
abesle iştigal olup caiz de değildir.
Müjdelenen istikbale kavuşmanın yegâne şartı,
Allah’ın kanunlarına sarılmaktır. Istılahlarla değil köklü çözümle meşgul
olmaktır. Hilâfet, sadece Gazze, Kudüs, Filistin’in kurtuluşu ile sınırlı
değildir. Sadece Müslümanların değil tüm insanlığın kurtuluşu için gereklidir.
Öyleyse;
Artık, dik durma zamanıdır!
Artık, hakkı haykırma zamandır!
Artık, yüzyıllık zincirleri kırma ve köklü çözüme
odaklanma zamanıdır.
Artık, Allah’ın sözünün yeryüzüne hâkim olması için fedakârlık zamanıdır.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış