Başta Batı olmak üzere, İslâm’a ve Müslümanlara
karşı topyekûn bir savaş yürüten kesimler, sürdürdükleri bu savaşta siyasi ve
kültürel savaş unsurlarına çok büyük önem vermektedirler. Bu bağlamda birçok
kavram, fikir ve siyasi görüş ihdas edip kendi bozuk ideolojileri ve hedefleri
çerçevesinde tanımlamalar yaparak insanları ve toplumları kendi ideolojileri,
hadâratları ve hayata bakışları ile şekillendirmeye çalışmışlardır. Maalesef
özellikle günümüz Müslümanları üzerinde bu alanda büyük bir başarı elde etmişlerdir.
Zira bugün Müslümanların büyük bir bölümü,
Batılıların ürettiği ve tedavüle soktuğu kavram ve mefhumlarla tercihlerini ve
eğilimlerini belirler hale gelmişlerdir. İşte bu siyasi işgal unsurlarından en
önemlisi, Müslümanların hayatlarını alt üs edip onları İslâm’dan uzaklaştıran, -aynı
Allah’a ve Rasulü’ne iman eden, aynı şeriata tabi olan, toprakları, bayrakları,
savaş ve barışları bir olan- tek bir ümmet olmaktan çıkartıp parça parça
beldelere, birbirine düşman kavimler haline getiren -en bölücü, en düşük ve dar
fikirlerden birisi olan- “milliyetçilik” ve “ulus-devlet” anlayışıdır.
İslâm ümmetinin bölünüp parçalanmasına,
devletlerinin ve izzetlerinin yitirilmesine neden olan milliyetçilik, aynı
şekilde bugün de İslâm ümmetinin yeniden birleşmesinin, eski izzet, şeref ve gücüne
kavuşmasının önündeki en büyük engellerden birisidir. Ne yazık ki, bu bölücü ve
ayrıştırıcı unsur, bugün Müslümanların geneline sirayet etmiş ve kutsanan bir
fikir haline getirilmiştir. Çürüklüğünün, bozukluğunun ortaya konulması ve
özellikle Müslümanlar tarafından ateşten kaçar gibi kaçınılması gereken bu
fikir, sahiplenilen bir fikir haline gelmiştir. Yine sahiplerinin kınanması ve
tenkit edilmesi gereken bu fikir, maalesef övünülen ve gurur duyulan bir fikir
haline gelmiştir.
Milliyetçilik nedir?
Türkiye’de kullanılan “milliyetçilik” kavramı,
Batı toplumlarındaki “nasyonalizm” kavramının, yani “ulusçuluk” kavramının ve
Arapçadaki “asabiyyet” ve “kavmiyetçilik” kavramlarının karşılığı olarak
kullanılır. Yani içeriği ve mefhumu budur. Dolayısıyla her ne kadar bizler,
Türkiye’de bu kavramı, “milliyetçilik” diye ifade etsek de aslında doğru
kullanım; “kavmiyetçilik, ulusçuluk, asabiyyet” olarak kullanımdır. Zira “milliyetçilik”
kavramı, “millet” kavramına dayalıdır. Millet ise aslen Arapça bir kelimedir ve
“takip edilen yol, sünnet, din ve inanç” anlamlarına gelir. Bu anlamda Kur’an
ve Sünnet’in naslarında çokça kullanılan bir kelimedir. Rabbimiz, Âli İmran Suresinde
şöyle buyurur:
[فَاتَّبِعُواْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ] “Öyle ise hanif olarak İbrahim'in milletine tabi olun. O müşriklerden değildi.” Yani “İbrahim’in sahip olduğu Tevhid akidesine
ve İslâm akidesine tabi olun” anlamındadır.
Kur’an ve hadislerde geçen “millet” kelimesinin
bugün kullanıldığı ve anlaşıldığı şekli ile, “milliyetçilik, ırkçılık,
kavmiyetçilik, ulusçuluk, vatancılık” kavramları ile bir alakası yoktur. Kur’an
ve hadislerde yer alan “millet” kavramı; “asabiyet, ırkçılık” anlamlarında
değil, “din”, “akide” ve “takip edilen sünnet” anlamlarında kullanılmıştır.
Oysaki günümüzde milliyetçilik kavramı
kullanıldığında zikredilen millet kavramı, çok açık olduğu şekilde İslâm
akidesi ve İslâm dini değildir. Mesela; Türk Dil Kurumu, “millet” kelimesini
şöyle tanımlar: “Millet ya da ulus, çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan,
aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların
oluşturduğu halk topluluğudur.”
Dolayısıyla Türkçede “millet”ten kastedilen; din
ve inanç değil “ortak tarihi ve değerleri olan bir kavim”dir. Bu anlamıyla
milliyetçilik; ulusal ve kavme ait değerleri, diğer değerlerin üstünde tutmak,
ulusa bağlılığın ve bir ulusun çıkarlarının, diğer tüm bireysel ya da farklı
çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren anlayış ve yaklaşımların genel
adıdır. Diğer bir tanımda ise, milliyetçilik ve kavmiyetçilik; kendi ırkını ve
ırkına ait kültürünü yaşatmak, hatta onu yüceltmek için yapılan çabalar ve bu
yolda benimsenen ilkelerdir.
İşte günümüzde kullanılan “milliyetçilik”
kavramının ihtiva ettiği mefhum, aynen “asabiyet” kavramının ihtiva ettiği
mefhumdur. Asabiyet ise lügatte; “kişinin akrabalarına aşırı düşkünlüğü,
onların kayırılması doğrultusunda aşırı çaba göstermesi, akrabalarını yahut
kabilesine mensup kişileri, haklı ya da haksız olsun bütün meselelerde
başkalarına karşı korumayı ve ona destek olmayı sağlayan duygusal tüm gayretler”
şeklinde geçmektedir.
Ve İslâm, bu cahiliye duygusunu, bu cahiliye
fikrini tamamen reddetmiş, onu kötülemiş ve ondan sakındırmıştır. Mesela;
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Asabiyyeye, kavmiyetçiliğe çağıran bizden değildir;
kavmiyetçilik için savaşan bizden değildir; kavmiyetçilik üzere, asabiyye
uğruna ölen bizden değildir.” buyurur. Yine “Kim hevasına uyarak bâtıl yolda savaşır, kavmiyetçiliğe (asabiyete)
çağrıda bulunur veya kavmiyetçilikten dolayı öfkelenirse cahiliyye ölümü üzere
ölür.” diye buyurur.
İşte İslâm’ın kavmiyetçiliğe bakışı bu kadar açık
ve nettir. Tabi burada bir ayrımı ortaya koymak gerekir: Kavmiyetçilik; kişinin
mensubu olduğu kavmi, aşiretini ya da akrabalarını sevmesi, onların iyiliğini
ve hayrını istemesi, maruf olan işlerde onlara yardım etmesi değildir. Tam
aksine tüm bunlar, İslâm’ın emrettiği ve övdüğü şeylerdir. İslâm’da haram
kılınan, zemmedilen kavmiyetçilik, İslâm kardeşliğinin yerine ikame edilen ve
akrabalarını yahut kendi kavmine mensup kişileri, haklı ya da haksız olsun
bütün meselelerde başkalarına karşı korumak ve ona destek olmak, sadece onların
hakimiyetini istemektir. Bu durum yine naslarda ifade edilen durumdur ki, Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, “kişinin soyunu, kavmini sevmesi asabiyet
yani kavmiyetçilik sayılır mı?” diye sorulduğunda Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle cevap verdi: “Hayır! Lakin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması
asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”
İşte cahiliyede olan kavmiyetçilik buydu. İslâm’dan
önce cahiliye toplumlarının tümünde olan duygu ve fikir de yine kavmiyetçilik fikriydi.
Ve İslâm bu fikri ve duyguyu lanetledi ve onu ortadan kaldırmaya çalıştı.
Bundan dolayı, kişinin dini ile imanı ile değil
de kavmiyle, milliyeti ile övünmesi, kavmi için öfkelenip kavmi için sevinmesi,
kavmine ait değerleri her şeyin üzerinde tutması, diğer Müslüman kardeşlerini,
kendi kavminden olmadıkları için küçük görmesi, kendi kavmi hatalı ve batıl bir
esas üzerinde olsa da yine de kavmini desteklemesi… velhasıl, tüm bunların
hepsi, kavmiyetçiliktir, milliyetçiliktir. İslâm, bunların tümünü haram
kılmıştır. Günümüzde tekrar canlandırılan milliyetçilik ile kastedilen ve
yapılan da budur.
Milliyetçiliğin Kökeni
Milliyetçiliğin kökeni, bu duygu ve fikrin
nereden çıktığı ve Müslümanlara nasıl sirayet ettiği ile ilgili olarak iki
kökenden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; fıtri köken, ikincisi ise siyasi
kökendir.
Fıtri kökene gelince… Malum, her bir insanda
fıtratının gereği olarak birtakım içgüdüler vardır. Bunlardan birisi de Beka
içgüdüsüdür. Bu içgüdü, en temelde kişinin yaşamını sürdürmesi ve hayatını
devam ettirmesi için gerekli olan duygu ve tezahürlere sahiptir. Mesela; her
bir insan doğduğunda bu içgüdü ile birlikte, hayatını koruyan ve devamını
sağlayan şeylere karşı, bir duygusal bağlantı içerisine girer. İlkel ve iptidai
olarak, bekasını ve hayatının devamını, içinde yaşadığı, doğup büyüdüğü,
beslendiği ve korunduğu toprağında ve ailesinde görür. Onun için yaşadığı
toprakla ve içinde bulunduğu ailesiyle, bir beka ilişkisi kurar. Onlar olmadığı
taktirde, yani toprağı ve vatanı olmadığı taktirde ve aynı şekilde ailesi,
akrabaları olmadığı taktirde hayatını devam ettiremeyeceği duygusuna kapılır.
İşte bu duygu, kişiyi yaşadığı toprağı ve içinde
bulunduğu aileyi korumaya ve gözetmeye sevk eder. Bu duygu sadece insanlara da
has değildir. Hayvanlarda da aynı duygu vardır. Bir hayvanın yaşadığı yere ya
da ailesine saldırırsanız, o da size saldırır.
Beka içgüdüsünün tezahürleri ve bu duygular, her
insanda olmakla birlikte insan, hayatını anlamlandıracağı, nereden gelip nereye
gittiği, niçin yaratıldığı gibi sorularına cevap bulduğu bir akideye sahip
olunca; yine bu akideden çıkan fikirlerle, tüm hayatını tanzim eden yüksek bir
fikre ulaşınca, artık o insan, esasi ve kapsamlı yüksek bir fikre sahip olmuş
olur. Dolayısıyla hayatını, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını bu yüksek fikir ile
düzenler. Tüm ölçülerini ve değerlerini bu yüksek fikre göre belirler.
Ancak bir insan, esasi ve kapsamlı yüksek bir
fikre sahip olmazsa onun fikri, ilkel ve iptidai olarak kalır. Artık hayatına
yön veren, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının doyumuna ilişkin bu düşük fikirlerdir.
İnsanların fikri düştükçe ya da daraldıkça onu yönlendiren sadece içgüdüleri olur.
Örneğin; fikren düşük olan insanlar, kendi bekalarını, yaşadıkları toprakla
bağlarlar. Ve toprağa bağlanırlar. Çünkü evi, ailesi o topraklardadır. Yiyeceğini,
içeceğini, o topraklardan sağlamaktadır. O topraklar onu korumaktadır. İşte
aynı topraklarda yaşayan ve fikren düşük olan insanlar arasında, ilk olarak “toprak
bağı” ortaya çıkar ki bu bağ, “vatancılık” bağının kökenidir.
Aynı şekilde fikren düşük olan insanlarda, fikir
daralınca, yani tüm insanlara yönelik kapsamlı bir fikir olmayınca; dar bir
fikirle hayata bakan insan, ilkel ve iptidai olarak bencillik ve enaniyet
duygusuna sahip olur. Yine beka içgüdüsünün bir tezahürü olarak, şahsi liderlik
duygusu ortaya çıkar. Bu liderlik duygusu, ilk zamanlarda ferdî bir arzudur; fakat
zaman geçtikçe ve liderlik fikri gelişince kendindeki, liderlik ve hakimiyet
sevgisi de genişler. Ailesinin ve kabilesinin hakimiyetini, üstünlüğünü ortaya
koymak ister. Bu duygunun genişlemesi ile ilk olarak vatanında kendi kavminin
hakimiyetini, bu gerçekleşince de kavminin, başkalarına hakimiyetini sağlamaya
çalışır.
Bundan sonra bu kavim ile diğer kavimler arasında
hayat sahasında, yükselme ve hâkim olma uğrunda çekişmeler başlar. Bundan
dolayı bu milliyetçi bağ sahiplerinde çok defa; taassup, asabiyet yani ırkına
bağlılık, nefsani meyil ve başkalarına tahakküm arzusu doğar.
Bu yüzdendir ki, kavmiyetçilik fikri ve
milliyetçilik bağı, sürekli iç ve dış düşmanlıklara sahne olan gayriinsani bir
bağdır. Bundan dolayı Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, [دَعُوهَا فَإِنَّهَا مُنْتِنَةٌ] “Onu (milliyetçiliği) terk edin çünkü o kokuşmuştur.” buyurmuştur.
İşte milliyetçiliğin, insanlardaki fıtri kökeni
budur. Ne zaman ki insanlarda; sahih bir akide, doğru bir hayata bakış, esasi
ve kapsamlı bir fikrî kaide olmazsa o zaman insanlarda kavmiyetçilik fikri,
duygusu ve milliyetçilik bağı ortaya çıkar.
Milliyetçiliğin siyasi bir fikir olarak son
dönemdeki ortaya çıkışına ve Müslümanlara sirayetine gelince… Günümüze etki
eden milliyetçi düşüncenin, ilk olarak Batı’da hayat bulması, kapitalist
ideolojinin temellerinin atıldığı dönemle bağlantılıdır. Fransız İhtilali
sürecinde milliyetçilik, ilk başlarda krallığı ve kiliseyi hedef almıştı. Malum
süreçte yayınlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde yer alan “egemenliğin
millete ait oluşu”, milliyetçilik kavramını tüm dünyada güçlendirmiştir.
Napolyon Bonapart, milliyetçilik akımını,
Avrupa’da ilk ve en etkili yayan kişidir. Nitekim Bonapart 1797’de, Avrupa’nın
büyük devletleri ile savaşırken ve bu devletlerin topraklarına girerken, o
memleketlerin halklarını, bağlı oldukları devletlere karşı ayaklandırmıştı.
Bunu yaparken de Fransa’nın, bu milletlere “hürriyet getirdiğini” söylüyordu.
Bu sloganla hareket ediyordu. Süreç içerisinde milliyetçilik ve ulus-devletler
anlayışı hızla yayıldı.
Milliyetçilik fikrinin İslâm beldelerine girişi
ise, Avrupa’nın bir bütün olarak, Osmanlı Hilâfet Devleti’ni parçalama
çabalarının bir ürünüdür. Osmanlı’nın son dönemlerinde, Hilâfet Devleti’nin
bünyesine Avrupa tarafından yerleştirilen misyonerler, süreç içerisinde “Arapların
üstünlüğüne” dair Araplara, “Türklerin üstünlüğüne” dair Türklere telkinlerde
bulundular. Böylece bu fikri, İslâm beldelerinde yaydılar.
Tohumlarını Fransa’da attıkları “Jön Türkler” ve “Jön
Araplar” cemiyetleri ile, İslâm Devleti’nin iki yapıcı unsurunu birbirinden
ayırdılar. Aynı şekilde Balkanları, milliyetçilik fikri ile Osmanlı’dan
kopardılar. Nihayetinde “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile, Türkçülük ve
milliyetçilik, Batı’da yetişmiş -sözde- aydınlar tarafından İslâm beldelerinde,
Müslüman gençler arasında hızla yayılmaya çalışıldı. Ve maalesef bu
milliyetçilik fikri, koskoca Osmanlı İslâm Devletini, paramparça ederken İslâm ümmetini
darmadağın etti. İslâm Devleti’nin toprakları üzerinde çok sayıda ulus-devletler
inşa edildi.
Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti de milliyetçilik
esası üzerine kurulmuş bir ulus-devlettir. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin bakiyesi
üzerine kurulan Türkiye, laiklik esasını kabul edip dini hayattan ve devletten
söküp attıktan sonra, insanları bir arada tutacak bir bağa ihtiyaç duydu ki bu
bağ, milliyetçilik ve vatancılık bağı idi. Zira bir halk, bir toplum ve bir
devlet eğer bir akide ile birbirlerine bağlı değillerse o halkı bir arada
tutacak tek şey, milliyetçilik ve vatancılık bağıdır. Bunun dışında başka
hiçbir alternatif yoktur.
Dolayısıyla tüm ulus-devletler gibi Türkiye de
zorunlu olarak milliyetçilik esası üzerine kuruldu. Ancak Türkiye’nin kurucu
kadrosu, kendisini katı laik ve Sol bir tabana oturttuğu için, bu milliyetçilik
zaman içerisinde “ulusalcılık” olarak şekillendi. Günümüzde “Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP)”nin ve bir kısım sol partilerin milliyetçiliği, işte bu Sol
tabanlı “ulusalcı milliyetçilik”tir.
Ulusalcı milliyetçiliğin kendisini, katı laik ve
din karşıtı bir zemine oturtması, Türk tarihini neredeyse tamamen cumhuriyetin
kuruluşuyla ifade etmesine bir tepki olarak, zaman içinde farklı bir
milliyetçilik yorumunun oluşmasına vesile oldu. Bu yorum, kendisini Sağ’da
gören ve Türk tarihini Oğuz Kaan’lar döneminden başlatan, “Turancı” ve “Kızıl
Elmacı” “Türk milliyetçiliği”dir. Günümüzde bu tarz milliyetçiliğinin
taşıyıcılığını ise “Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)” yapmaktadır.
Son olarak da; ilk nüvelerini “Milli Nizam Partisi
(MNP)”nin attığı ve günümüzde “Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)”nin temsil
ettiği, “muhafazakâr milliyetçilik” oluşmuştur. Bu muhafazakâr milliyetçilikte,
“daha çok demokrasi” söylemini yücelten, Türk milliyetçiliğini muhafazakârlıkla
ve biraz da İslâmi motiflerle harmanlayan bir milliyetçilik anlayışı hakimdir.
İşte Türkiye’deki Müslüman kitlelerin, daha çok
içine düştüğü tuzak da bu muhafazakâr Milliyetçilik anlayışından
kaynaklanmaktadır. İslâm’a zıt bir küfür fikri olan milliyetçilik, bu -sözde- İslâmi
kitleler sayesinde, onların dillerinden düşürmemelerinin neticesinde, sanki İslâmi
bir anlayışmış gibi empoze edilmeye başlanmıştır. Bu anlayışta, sürekli “yerlilik
ve millilik” söylemi hakimdir. Bayrak ve vatan üzerinden sürekli bir milliyetçilik
propagandası yapılır. Sürekli iç ve dış düşmanlar ihdas edilir. Ve insanlar,
beka tehdidiyle korkutulur. Çünkü milliyetçilik söyleminin yükseltilmesi, dış
ya da iç düşmanların varlığına bağlıdır.
Toplumu ya da kavmi tehdit eden bir düşman olgusu
yoksa milliyetçilik duygusu etkinleşip kabarmaz. Bundan dolayı mutlaka bir
düşman olgusuna ihtiyaç vardır. Bu, bazen toplumu tehdit eden gerçek bir dış
düşmandır. Bazen de içte bölünmeyi tetikleyebilecek iç düşmandır. Her halükârda
bir düşmana ihtiyaç vardır. Aksi takdirde milliyetçilik duygusunu yükseltip
halkı kendi politik çıkarları doğrultusunda yönlendirmek çok zor olacaktır.
Milliyetçilik duygusunun kabartılmasıyla birlikte, bazen halkın desteğini güçlü
bir şekilde yanlarına almak, bazen yönetimdeki başarısızlıklarını ve
ihanetlerini gizlemek, bazen siyasi rakiplerini ve muhaliflerini saf dışı etmek
ve bazen de ekonomik olarak kötü gidişatın, kendi aleyhlerine dönmesinin önüne
geçmeyi hedeflerler. Bunlar gibi birçok politik sebeple zaman zaman çeşitli
güçler, halklar içerisinde milliyetçilik duygu ve söylemlerini yükseltir ya da
düşürürler. Çünkü bu duygunun yükseltilmesiyle halklar, büyük ölçüde düşünme
yetilerini kaybederler. Taassup, tahakküm arzusu, aşırı öfke ve nefret, aşırı sevgi
ve yüceltme gibi nefsi meyiller, kişileri ve halkları kaplar. Böylece insanlar,
doğru düşünme özelliklerini büyük ölçüde yitirirler.
İşte bu haldeki insanları yönetmek, yönlendirmek
ve -yanlışlığı bariz de olsa- o yöne kanalize etmek, çok kolaylaşır. Bu sebeple
tarih boyunca, elinde insanlara sunabileceği doğru bir akide olmayan tüm
yöneticiler, milliyetçilik gibi içgüdüsel, ilkel ve gayriinsani olan bu duygu
ve söylemleri kullanmışlardır.
Bu durum, İslâm ümmetini bölen ve onları
paramparça edip kolay yutulabilecek küçük parçalar haline döndüren kafir
Batılılar için bulunmaz bir fırsattır. Müslümanlara karşı yürüttükleri siyasi
ve kültürel savaşta en büyük destekçileridir. Bu fikir ve duygu, İslâmi
beldelerde hâkim olduğu müddetçe ve yine İslâm ümmeti farklı ulus-devletler
olarak kalmaya devam ettikleri müddetçe, Müslümanların bu savaşta yenilgilere
uğramaları ve kafir devletlerin bekasını sürdürmeleri neredeyse tabii bir
sonuçtur. Bunun en somut göstergesi, 7 ayı aşan süreçte Gazze’deki katliamlara
ve işgalci Yahudi varlığına karşı hiçbir somut adım atılamamasıdır. Ve bunun
sebebi de tüm İslâm beldelerinin içinde bulunduğu siyasi ve kültürel işgal
unsurlarıdır.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış