MİLLİYETÇİLİK VE ULUS DEVLET

Serdar Yılmaz

Başta Batı olmak üzere, İslâm’a ve Müslümanlara karşı topyekûn bir savaş yürüten kesimler, sürdürdükleri bu savaşta siyasi ve kültürel savaş unsurlarına çok büyük önem vermektedirler. Bu bağlamda birçok kavram, fikir ve siyasi görüş ihdas edip kendi bozuk ideolojileri ve hedefleri çerçevesinde tanımlamalar yaparak insanları ve toplumları kendi ideolojileri, hadâratları ve hayata bakışları ile şekillendirmeye çalışmışlardır. Maalesef özellikle günümüz Müslümanları üzerinde bu alanda büyük bir başarı elde etmişlerdir.

Zira bugün Müslümanların büyük bir bölümü, Batılıların ürettiği ve tedavüle soktuğu kavram ve mefhumlarla tercihlerini ve eğilimlerini belirler hale gelmişlerdir. İşte bu siyasi işgal unsurlarından en önemlisi, Müslümanların hayatlarını alt üs edip onları İslâm’dan uzaklaştıran, -aynı Allah’a ve Rasulü’ne iman eden, aynı şeriata tabi olan, toprakları, bayrakları, savaş ve barışları bir olan- tek bir ümmet olmaktan çıkartıp parça parça beldelere, birbirine düşman kavimler haline getiren -en bölücü, en düşük ve dar fikirlerden birisi olan- “milliyetçilik” ve “ulus-devlet” anlayışıdır. 

İslâm ümmetinin bölünüp parçalanmasına, devletlerinin ve izzetlerinin yitirilmesine neden olan milliyetçilik, aynı şekilde bugün de İslâm ümmetinin yeniden birleşmesinin, eski izzet, şeref ve gücüne kavuşmasının önündeki en büyük engellerden birisidir. Ne yazık ki, bu bölücü ve ayrıştırıcı unsur, bugün Müslümanların geneline sirayet etmiş ve kutsanan bir fikir haline getirilmiştir. Çürüklüğünün, bozukluğunun ortaya konulması ve özellikle Müslümanlar tarafından ateşten kaçar gibi kaçınılması gereken bu fikir, sahiplenilen bir fikir haline gelmiştir. Yine sahiplerinin kınanması ve tenkit edilmesi gereken bu fikir, maalesef övünülen ve gurur duyulan bir fikir haline gelmiştir.

Milliyetçilik nedir?

Türkiye’de kullanılan “milliyetçilik” kavramı, Batı toplumlarındaki “nasyonalizm” kavramının, yani “ulusçuluk” kavramının ve Arapçadaki “asabiyyet” ve “kavmiyetçilik” kavramlarının karşılığı olarak kullanılır. Yani içeriği ve mefhumu budur. Dolayısıyla her ne kadar bizler, Türkiye’de bu kavramı, “milliyetçilik” diye ifade etsek de aslında doğru kullanım; “kavmiyetçilik, ulusçuluk, asabiyyet” olarak kullanımdır. Zira “milliyetçilik” kavramı, “millet” kavramına dayalıdır. Millet ise aslen Arapça bir kelimedir ve “takip edilen yol, sünnet, din ve inanç” anlamlarına gelir. Bu anlamda Kur’an ve Sünnet’in naslarında çokça kullanılan bir kelimedir. Rabbimiz, Âli İmran Suresinde şöyle buyurur:

[فَاتَّبِعُواْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ] “Öyle ise hanif olarak İbrahim'in milletine tabi olun. O müşriklerden değildi.” Yani “İbrahim’in sahip olduğu Tevhid akidesine ve İslâm akidesine tabi olun” anlamındadır.

Kur’an ve hadislerde geçen “millet” kelimesinin bugün kullanıldığı ve anlaşıldığı şekli ile, “milliyetçilik, ırkçılık, kavmiyetçilik, ulusçuluk, vatancılık” kavramları ile bir alakası yoktur. Kur’an ve hadislerde yer alan “millet” kavramı; “asabiyet, ırkçılık” anlamlarında değil, “din”, “akide” ve “takip edilen sünnet” anlamlarında kullanılmıştır.

Oysaki günümüzde milliyetçilik kavramı kullanıldığında zikredilen millet kavramı, çok açık olduğu şekilde İslâm akidesi ve İslâm dini değildir. Mesela; Türk Dil Kurumu, “millet” kelimesini şöyle tanımlar: “Millet ya da ulus, çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu halk topluluğudur.”

Dolayısıyla Türkçede “millet”ten kastedilen; din ve inanç değil “ortak tarihi ve değerleri olan bir kavim”dir. Bu anlamıyla milliyetçilik; ulusal ve kavme ait değerleri, diğer değerlerin üstünde tutmak, ulusa bağlılığın ve bir ulusun çıkarlarının, diğer tüm bireysel ya da farklı çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren anlayış ve yaklaşımların genel adıdır. Diğer bir tanımda ise, milliyetçilik ve kavmiyetçilik; kendi ırkını ve ırkına ait kültürünü yaşatmak, hatta onu yüceltmek için yapılan çabalar ve bu yolda benimsenen ilkelerdir.

İşte günümüzde kullanılan “milliyetçilik” kavramının ihtiva ettiği mefhum, aynen “asabiyet” kavramının ihtiva ettiği mefhumdur. Asabiyet ise lügatte; “kişinin akrabalarına aşırı düşkünlüğü, onların kayırılması doğrultusunda aşırı çaba göstermesi, akrabalarını yahut kabilesine mensup kişileri, haklı ya da haksız olsun bütün meselelerde başkalarına karşı korumayı ve ona destek olmayı sağlayan duygusal tüm gayretler” şeklinde geçmektedir.

Ve İslâm, bu cahiliye duygusunu, bu cahiliye fikrini tamamen reddetmiş, onu kötülemiş ve ondan sakındırmıştır. Mesela; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “Asabiyyeye, kavmiyetçiliğe çağıran bizden değildir; kavmiyetçilik için savaşan bizden değildir; kavmiyetçilik üzere, asabiyye uğruna ölen bizden değildir.” buyurur. Yine “Kim hevasına uyarak bâtıl yolda savaşır, kavmiyetçiliğe (asabiyete) çağrıda bulunur veya kavmiyetçilikten dolayı öfkelenirse cahiliyye ölümü üzere ölür.” diye buyurur.

İşte İslâm’ın kavmiyetçiliğe bakışı bu kadar açık ve nettir. Tabi burada bir ayrımı ortaya koymak gerekir: Kavmiyetçilik; kişinin mensubu olduğu kavmi, aşiretini ya da akrabalarını sevmesi, onların iyiliğini ve hayrını istemesi, maruf olan işlerde onlara yardım etmesi değildir. Tam aksine tüm bunlar, İslâm’ın emrettiği ve övdüğü şeylerdir. İslâm’da haram kılınan, zemmedilen kavmiyetçilik, İslâm kardeşliğinin yerine ikame edilen ve akrabalarını yahut kendi kavmine mensup kişileri, haklı ya da haksız olsun bütün meselelerde başkalarına karşı korumak ve ona destek olmak, sadece onların hakimiyetini istemektir. Bu durum yine naslarda ifade edilen durumdur ki, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, “kişinin soyunu, kavmini sevmesi asabiyet yani kavmiyetçilik sayılır mı?” diye sorulduğunda Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle cevap verdi: “Hayır! Lakin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”

İşte cahiliyede olan kavmiyetçilik buydu. İslâm’dan önce cahiliye toplumlarının tümünde olan duygu ve fikir de yine kavmiyetçilik fikriydi. Ve İslâm bu fikri ve duyguyu lanetledi ve onu ortadan kaldırmaya çalıştı.

Bundan dolayı, kişinin dini ile imanı ile değil de kavmiyle, milliyeti ile övünmesi, kavmi için öfkelenip kavmi için sevinmesi, kavmine ait değerleri her şeyin üzerinde tutması, diğer Müslüman kardeşlerini, kendi kavminden olmadıkları için küçük görmesi, kendi kavmi hatalı ve batıl bir esas üzerinde olsa da yine de kavmini desteklemesi… velhasıl, tüm bunların hepsi, kavmiyetçiliktir, milliyetçiliktir. İslâm, bunların tümünü haram kılmıştır. Günümüzde tekrar canlandırılan milliyetçilik ile kastedilen ve yapılan da budur.

Milliyetçiliğin Kökeni

Milliyetçiliğin kökeni, bu duygu ve fikrin nereden çıktığı ve Müslümanlara nasıl sirayet ettiği ile ilgili olarak iki kökenden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; fıtri köken, ikincisi ise siyasi kökendir.

Fıtri kökene gelince… Malum, her bir insanda fıtratının gereği olarak birtakım içgüdüler vardır. Bunlardan birisi de Beka içgüdüsüdür. Bu içgüdü, en temelde kişinin yaşamını sürdürmesi ve hayatını devam ettirmesi için gerekli olan duygu ve tezahürlere sahiptir. Mesela; her bir insan doğduğunda bu içgüdü ile birlikte, hayatını koruyan ve devamını sağlayan şeylere karşı, bir duygusal bağlantı içerisine girer. İlkel ve iptidai olarak, bekasını ve hayatının devamını, içinde yaşadığı, doğup büyüdüğü, beslendiği ve korunduğu toprağında ve ailesinde görür. Onun için yaşadığı toprakla ve içinde bulunduğu ailesiyle, bir beka ilişkisi kurar. Onlar olmadığı taktirde, yani toprağı ve vatanı olmadığı taktirde ve aynı şekilde ailesi, akrabaları olmadığı taktirde hayatını devam ettiremeyeceği duygusuna kapılır.

İşte bu duygu, kişiyi yaşadığı toprağı ve içinde bulunduğu aileyi korumaya ve gözetmeye sevk eder. Bu duygu sadece insanlara da has değildir. Hayvanlarda da aynı duygu vardır. Bir hayvanın yaşadığı yere ya da ailesine saldırırsanız, o da size saldırır. 

Beka içgüdüsünün tezahürleri ve bu duygular, her insanda olmakla birlikte insan, hayatını anlamlandıracağı, nereden gelip nereye gittiği, niçin yaratıldığı gibi sorularına cevap bulduğu bir akideye sahip olunca; yine bu akideden çıkan fikirlerle, tüm hayatını tanzim eden yüksek bir fikre ulaşınca, artık o insan, esasi ve kapsamlı yüksek bir fikre sahip olmuş olur. Dolayısıyla hayatını, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını bu yüksek fikir ile düzenler. Tüm ölçülerini ve değerlerini bu yüksek fikre göre belirler.

Ancak bir insan, esasi ve kapsamlı yüksek bir fikre sahip olmazsa onun fikri, ilkel ve iptidai olarak kalır. Artık hayatına yön veren, içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarının doyumuna ilişkin bu düşük fikirlerdir. İnsanların fikri düştükçe ya da daraldıkça onu yönlendiren sadece içgüdüleri olur. Örneğin; fikren düşük olan insanlar, kendi bekalarını, yaşadıkları toprakla bağlarlar. Ve toprağa bağlanırlar. Çünkü evi, ailesi o topraklardadır. Yiyeceğini, içeceğini, o topraklardan sağlamaktadır. O topraklar onu korumaktadır. İşte aynı topraklarda yaşayan ve fikren düşük olan insanlar arasında, ilk olarak “toprak bağı” ortaya çıkar ki bu bağ, “vatancılık” bağının kökenidir.

Aynı şekilde fikren düşük olan insanlarda, fikir daralınca, yani tüm insanlara yönelik kapsamlı bir fikir olmayınca; dar bir fikirle hayata bakan insan, ilkel ve iptidai olarak bencillik ve enaniyet duygusuna sahip olur. Yine beka içgüdüsünün bir tezahürü olarak, şahsi liderlik duygusu ortaya çıkar. Bu liderlik duygusu, ilk zamanlarda ferdî bir arzudur; fakat zaman geçtikçe ve liderlik fikri gelişince kendindeki, liderlik ve hakimiyet sevgisi de genişler. Ailesinin ve kabilesinin hakimiyetini, üstünlüğünü ortaya koymak ister. Bu duygunun genişlemesi ile ilk olarak vatanında kendi kavminin hakimiyetini, bu gerçekleşince de kavminin, başkalarına hakimiyetini sağlamaya çalışır.

Bundan sonra bu kavim ile diğer kavimler arasında hayat sahasında, yükselme ve hâkim olma uğrunda çekişmeler başlar. Bundan dolayı bu milliyetçi bağ sahiplerinde çok defa; taassup, asabiyet yani ırkına bağlılık, nefsani meyil ve başkalarına tahakküm arzusu doğar.

Bu yüzdendir ki, kavmiyetçilik fikri ve milliyetçilik bağı, sürekli iç ve dış düşmanlıklara sahne olan gayriinsani bir bağdır. Bundan dolayı Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, [دَعُوهَا فَإِنَّهَا مُنْتِنَةٌ] “Onu (milliyetçiliği) terk edin çünkü o kokuşmuştur.” buyurmuştur.

İşte milliyetçiliğin, insanlardaki fıtri kökeni budur. Ne zaman ki insanlarda; sahih bir akide, doğru bir hayata bakış, esasi ve kapsamlı bir fikrî kaide olmazsa o zaman insanlarda kavmiyetçilik fikri, duygusu ve milliyetçilik bağı ortaya çıkar.

Milliyetçiliğin siyasi bir fikir olarak son dönemdeki ortaya çıkışına ve Müslümanlara sirayetine gelince… Günümüze etki eden milliyetçi düşüncenin, ilk olarak Batı’da hayat bulması, kapitalist ideolojinin temellerinin atıldığı dönemle bağlantılıdır. Fransız İhtilali sürecinde milliyetçilik, ilk başlarda krallığı ve kiliseyi hedef almıştı. Malum süreçte yayınlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde yer alan “egemenliğin millete ait oluşu”, milliyetçilik kavramını tüm dünyada güçlendirmiştir.

Napolyon Bonapart, milliyetçilik akımını, Avrupa’da ilk ve en etkili yayan kişidir. Nitekim Bonapart 1797’de, Avrupa’nın büyük devletleri ile savaşırken ve bu devletlerin topraklarına girerken, o memleketlerin halklarını, bağlı oldukları devletlere karşı ayaklandırmıştı. Bunu yaparken de Fransa’nın, bu milletlere “hürriyet getirdiğini” söylüyordu. Bu sloganla hareket ediyordu. Süreç içerisinde milliyetçilik ve ulus-devletler anlayışı hızla yayıldı.

Milliyetçilik fikrinin İslâm beldelerine girişi ise, Avrupa’nın bir bütün olarak, Osmanlı Hilâfet Devleti’ni parçalama çabalarının bir ürünüdür. Osmanlı’nın son dönemlerinde, Hilâfet Devleti’nin bünyesine Avrupa tarafından yerleştirilen misyonerler, süreç içerisinde “Arapların üstünlüğüne” dair Araplara, “Türklerin üstünlüğüne” dair Türklere telkinlerde bulundular. Böylece bu fikri, İslâm beldelerinde yaydılar.

Tohumlarını Fransa’da attıkları “Jön Türkler” ve “Jön Araplar” cemiyetleri ile, İslâm Devleti’nin iki yapıcı unsurunu birbirinden ayırdılar. Aynı şekilde Balkanları, milliyetçilik fikri ile Osmanlı’dan kopardılar. Nihayetinde “İttihat ve Terakki Cemiyeti” ile, Türkçülük ve milliyetçilik, Batı’da yetişmiş -sözde- aydınlar tarafından İslâm beldelerinde, Müslüman gençler arasında hızla yayılmaya çalışıldı. Ve maalesef bu milliyetçilik fikri, koskoca Osmanlı İslâm Devletini, paramparça ederken İslâm ümmetini darmadağın etti. İslâm Devleti’nin toprakları üzerinde çok sayıda ulus-devletler inşa edildi.

Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti de milliyetçilik esası üzerine kurulmuş bir ulus-devlettir. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin bakiyesi üzerine kurulan Türkiye, laiklik esasını kabul edip dini hayattan ve devletten söküp attıktan sonra, insanları bir arada tutacak bir bağa ihtiyaç duydu ki bu bağ, milliyetçilik ve vatancılık bağı idi. Zira bir halk, bir toplum ve bir devlet eğer bir akide ile birbirlerine bağlı değillerse o halkı bir arada tutacak tek şey, milliyetçilik ve vatancılık bağıdır. Bunun dışında başka hiçbir alternatif yoktur.

Dolayısıyla tüm ulus-devletler gibi Türkiye de zorunlu olarak milliyetçilik esası üzerine kuruldu. Ancak Türkiye’nin kurucu kadrosu, kendisini katı laik ve Sol bir tabana oturttuğu için, bu milliyetçilik zaman içerisinde “ulusalcılık” olarak şekillendi. Günümüzde “Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)”nin ve bir kısım sol partilerin milliyetçiliği, işte bu Sol tabanlı “ulusalcı milliyetçilik”tir.

Ulusalcı milliyetçiliğin kendisini, katı laik ve din karşıtı bir zemine oturtması, Türk tarihini neredeyse tamamen cumhuriyetin kuruluşuyla ifade etmesine bir tepki olarak, zaman içinde farklı bir milliyetçilik yorumunun oluşmasına vesile oldu. Bu yorum, kendisini Sağ’da gören ve Türk tarihini Oğuz Kaan’lar döneminden başlatan, “Turancı” ve “Kızıl Elmacı” “Türk milliyetçiliği”dir. Günümüzde bu tarz milliyetçiliğinin taşıyıcılığını ise “Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)” yapmaktadır.

Son olarak da; ilk nüvelerini “Milli Nizam Partisi (MNP)”nin attığı ve günümüzde “Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)”nin temsil ettiği, “muhafazakâr milliyetçilik” oluşmuştur. Bu muhafazakâr milliyetçilikte, “daha çok demokrasi” söylemini yücelten, Türk milliyetçiliğini muhafazakârlıkla ve biraz da İslâmi motiflerle harmanlayan bir milliyetçilik anlayışı hakimdir.

İşte Türkiye’deki Müslüman kitlelerin, daha çok içine düştüğü tuzak da bu muhafazakâr Milliyetçilik anlayışından kaynaklanmaktadır. İslâm’a zıt bir küfür fikri olan milliyetçilik, bu -sözde- İslâmi kitleler sayesinde, onların dillerinden düşürmemelerinin neticesinde, sanki İslâmi bir anlayışmış gibi empoze edilmeye başlanmıştır. Bu anlayışta, sürekli “yerlilik ve millilik” söylemi hakimdir. Bayrak ve vatan üzerinden sürekli bir milliyetçilik propagandası yapılır. Sürekli iç ve dış düşmanlar ihdas edilir. Ve insanlar, beka tehdidiyle korkutulur. Çünkü milliyetçilik söyleminin yükseltilmesi, dış ya da iç düşmanların varlığına bağlıdır.

Toplumu ya da kavmi tehdit eden bir düşman olgusu yoksa milliyetçilik duygusu etkinleşip kabarmaz. Bundan dolayı mutlaka bir düşman olgusuna ihtiyaç vardır. Bu, bazen toplumu tehdit eden gerçek bir dış düşmandır. Bazen de içte bölünmeyi tetikleyebilecek iç düşmandır. Her halükârda bir düşmana ihtiyaç vardır. Aksi takdirde milliyetçilik duygusunu yükseltip halkı kendi politik çıkarları doğrultusunda yönlendirmek çok zor olacaktır. Milliyetçilik duygusunun kabartılmasıyla birlikte, bazen halkın desteğini güçlü bir şekilde yanlarına almak, bazen yönetimdeki başarısızlıklarını ve ihanetlerini gizlemek, bazen siyasi rakiplerini ve muhaliflerini saf dışı etmek ve bazen de ekonomik olarak kötü gidişatın, kendi aleyhlerine dönmesinin önüne geçmeyi hedeflerler. Bunlar gibi birçok politik sebeple zaman zaman çeşitli güçler, halklar içerisinde milliyetçilik duygu ve söylemlerini yükseltir ya da düşürürler. Çünkü bu duygunun yükseltilmesiyle halklar, büyük ölçüde düşünme yetilerini kaybederler. Taassup, tahakküm arzusu, aşırı öfke ve nefret, aşırı sevgi ve yüceltme gibi nefsi meyiller, kişileri ve halkları kaplar. Böylece insanlar, doğru düşünme özelliklerini büyük ölçüde yitirirler.

İşte bu haldeki insanları yönetmek, yönlendirmek ve -yanlışlığı bariz de olsa- o yöne kanalize etmek, çok kolaylaşır. Bu sebeple tarih boyunca, elinde insanlara sunabileceği doğru bir akide olmayan tüm yöneticiler, milliyetçilik gibi içgüdüsel, ilkel ve gayriinsani olan bu duygu ve söylemleri kullanmışlardır.

Bu durum, İslâm ümmetini bölen ve onları paramparça edip kolay yutulabilecek küçük parçalar haline döndüren kafir Batılılar için bulunmaz bir fırsattır. Müslümanlara karşı yürüttükleri siyasi ve kültürel savaşta en büyük destekçileridir. Bu fikir ve duygu, İslâmi beldelerde hâkim olduğu müddetçe ve yine İslâm ümmeti farklı ulus-devletler olarak kalmaya devam ettikleri müddetçe, Müslümanların bu savaşta yenilgilere uğramaları ve kafir devletlerin bekasını sürdürmeleri neredeyse tabii bir sonuçtur. Bunun en somut göstergesi, 7 ayı aşan süreçte Gazze’deki katliamlara ve işgalci Yahudi varlığına karşı hiçbir somut adım atılamamasıdır. Ve bunun sebebi de tüm İslâm beldelerinin içinde bulunduğu siyasi ve kültürel işgal unsurlarıdır. 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz