Tarih, “resmî” ve “gayri resmî” olmak üzere iki kulvara ayrılmıştır. Her
ikisinin de kahramanları ve hainleri, doğruları ve yanlışları birbirinden
farklıdır. Resmî tarihte statükonun temel dayanakları, statükoyu var edenlerin
kahramanlıkları ve ona karşı gelenlerin hainlikleri anlatılır. Doğal olarak
etkileme gücü geniştir. Zira statüko, bu tarihi nesillere edebiyat, sanat,
eğitim adı altında vermektedir.
Gayri resmî tarih ise aslında bir başkaldırıdır. Beyinleri yıkanan
nesiller içinden kendini bir şekilde kurtaranların, hakikat arayışının
neticesidir. Bu haliyle geniş halk kitleleri tarafından çok da kabul görmez. Ona
hep kuşkuyla bakılır ve mesafeli yaklaşılır.
Toplumun birincil önceliği hakikate ulaşmak değildir. Bilakis, statükonun
doğrularıyla oluşturulmuş dünyanın dışına çıkmak istemez. Kendisine çizilen dünyanın
doğrularıyla çelişen hakikatlerle karşılaştığında, hakikati almak yerine onu
tevil etme yolunu tercih eder. Mesela; Mustafa Kemal’in “ateist olduğuna” dair
tarihçilerin açıkladığı belgeler karşısında genel tavır, bunların kasıtlı
olarak ortaya atılmış iftiralar olduğu yönündedir. Başka bir konuda başka bir
belge açıklanmış olsa ona da aynı şekilde yaklaşacakları muhakkaktır. Zira
kafasında çizmiş olduğu Mustafa Kemal ile uyuşmayan her şey reddedilir.
Tarih ve toplum işte böyledir. Hakikati kabul ettirmenin hakikate
ulaşmaktan zor olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Toplumların algıları, kökten
değişim gerektiğine inanmaya başladığında açılır. O zamana kadar İslâm davetini
taşıyanların yapacağı şey, ısrarla hakikatin peşinden koşmaktır. Biz de öyle
yapacağız ve bu makalede Hilâfet’in kaldırılışının perde arkasını, başlıklar
altında anlatmaya gayret edeceğiz.
“Hilâfet, Etkisiz Bir
Kurumdu!”
Kemalizm’in “Das Capital”i konumundaki Nutuk’a dayandırılarak Hilâfet’in “işlevsiz
bir kurum olduğu, hiçbir işe yaramadığı” söylenir durur. Elbette kaldırdıkları
bir kurum hakkında, “Dünya Müslümanlarının bize sevgi ve saygıyla bakmasını
sağlayan, çok işlevsel bir kurumdu” demeyeceklerdir. Geçmişi kötüleme, tüm
kötülükleri geçmişe havale etme, statükoların genel bir uygulamasıdır.
Hilâfet’in ne derece önemli bir kurum olduğunu anlamak için İttihat ve
Terakki’nin meşhur adamlarından -sonradan tövbe etmiş ve pişmanlık duymuş- Rıza
Tevfik’in anılarından bir alıntı yapmak yeterli olacaktır:
“Bir gün Talat’a (Talat Paşa) dedim ki: ‘Biz bu ihtilal için ecnebi
sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti ilan ettik. Gidelim bu süferayı
ziyaret edelim, teşekkür edelim.’
Evvela İngiliz Sefarethanesine gittik. Galatasaray’daki o muhteşem binayı
tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emin idim ki, sefir de dâhil olmak
üzere bütün sefaret erkânı içerde idi. Fakat bizi karşılayan sefaret kavası,
kimi sorduksa ‘Yok’ dedi. Çok soğuk bir âdem-i kabul idi bu. Bir mânâ veremeden
dönmüştük.
Oğlum Said, İngiltere’de oturuyordu. Onu ziyarete Londra’ya gitmiştim.
Said’e İskoç asilzadelerinden Lord Nicholson cenapları hayli yardım etmişti.
Hem bu alakalarına teşekkür etmek hem de eski dostluğu bir daha ihya eylemek
üzere ziyarete gittim. Sohbet sırasında İstanbul Sefaretinin bize gösterdiği o
soğuk âdem-i kabul hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum.
– Dostum Rıza Tevfik Bey! Biz İngilizler Jön Türkleri teşvik ettik.
Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilal olacak, istibdad ile beraber
sultan da ve bahusus temsil ettiği Hilâfet müessesesi de alaşağı edilecek.
Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız,
gerçi Kanun-u Esasi geldi. Fakat Sultan da, Hilâfet müessesesi de halen yerinde
baki.
Lord cenaplarına tekrar sordum.
– İngiltere devlet-i fehimesini Hilâfet müessesesi bu derece şiddetle
neden alakadar ediyor?
– Dostum Rıza Tevfik Bey! Biz Mısır’da, bilhassa Hindistan’da İslâm
kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak
olamadık. Hâlbuki Sultan? Yılda bir defa bir selam-ı şahane, bir de Hafız Osman
Kur’an-ı Kerim’i gönderiyor, bütün İslâm ümmetini hudutsuz bir hürmet duygusu
içinde emrinde tutuyor. İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türklerden ihtilal sonunda
sultanların da, Hilâfet’in de, yani bir selam-ı şahane ve bir Hafız Osman
Kur’an’ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik,
aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk âdem-i kabul gördünüz.”
Hilâfet’in işlevselliği ya da işlevsizliği, onu elinde tutanla
alakalıdır. Halife Abdülhamid, Hilâfet’i dünya Müslümanlarını zinde tutmak ve
birlik olmaları için gayet başarılı bir şekilde çalıştırmışken Abdülhamid’i
tahttan indirerek Meşrutiyet ilan eden İttihat ve Terakki hükümeti
Abdülhamid’in mirasını çarçur etmiş ve milliyetçiliği ön plana çıkartarak
Müslüman halkları birbirine düşman etmiştir. Bu haliyle işlevsiz olan, Hilâfet
müessesi değil iktidardır.
“Hilâfet, İngilizlere
Rağmen Kaldırıldı!”
Belki Müslüman yazarlardan, tarihçilerden biri “Hayır, Hilâfet’in
kaldırılmasını bilakis İngilizler istedi.” demiş olsa taraflı yaklaşmakla
itham edilebilir. Bu ithamlara maruz kalmamak için sizlere Solcu hatta Marksist
Kemal Tahir’den örnek vermek istiyorum.
Ali Osman Eğilmez, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş” adlı kitabının
221. Sayfasında; “Kemal Tahir’in şu iddialarına hangi merci, hangi inkılap
tarihi profesörü cevap verecek bakalım” dedikten sonra şunları
sıralamaktadır:
“İngilizler, Vahdettin’e karşı Mustafa Kemal’i tuttu.”
“Mustafa Kemal, İngiliz çıkarlarına hizmet etti.”
“İngilizlerin halifelikten
yana olduğu yalandır.”
“Halifelik, dış
anlaşmalara uyularak kaldırıldı.”
“Atatürk ilkeleri halka karşı, bu ilkelerin arkasına saklanarak namussuz
dolaplar çevrildi.”
“İngilizler, Mustafa Kemal hareketini tuttu, geliştirdi ve zafere
ulaştırdı. Mustafa Kemal, İngiliz Entelicans servisine hizmet teklif etti, Anadolu’ya
geçtikten sonra İngilizlerle Hilâfet’i kaldırmak şartıyla anlaştı.”
“Emperyalistler ve bilhassa İngilizler için Hilâfet’in kaldırılması
zorunluluktu, bunun Hristiyan güçlerle yapılması İslâm dünyası tarafında tepki
uyandıracağından uygun bulunmadı, ‘işi içeriden kıvıracak adam arandı’ buna da
Mustafa Kemal ve arkadaşları talip oldu.”
“Misak-ı Milli’yi
İngilizler hazırladı. İngilizlerin biricik şartı laik bir devlet kurulması idi.”
“Kurtuluş Savaşı’nda işgalci Fransızlar, İtalyanlar Mustafa Kemal’i
destekledi, İngilizler de Osmanlı mirasından ve halifelikten vazgeçmek
şartıyla aynı şeyi yaptı.”
Hilâfet’in İngiliz maharetiyle kaldırıldığıyla alakalı daha birçok belge
sunmak elbette mümkün. Ancak tek bir belge, Hilâfet’in kaldırılış sürecini
anlatmak için yeterli olacaktır.
Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yapmış, Prof. Dr. Metin Hülagü, 21 Temmuz
2018 tarihinde kaleme aldığı makalede, “kendisinin bizzat gördüğü” bir
yazışmadan bahsetmektedir:
“Kemal Ohri, 1947 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye göndermiş olduğu
mektubunda, Lozan Antlaşması öncesi Hilâfet ve saltanatı kaldıran Türk-İngiliz
Gizli Antlaşması’nın hala yürürlükte olduğunu kendisine hatırlatmakta,
antlaşmaya imza atan kişi olarak kendisine bu antlaşmanın İngiltere ile
anlaşarak yine kendisi tarafından feshedilmesini teklif etmiştir.
Mektupta geçen ifadeler dikkatlice okunduğunda söz konusu antlaşmanın
mahiyet ve neden imzalanmış olduğuna dair kesin bilgi olarak ortaya çıkan
hususları şu şekilde sıralamak mümkündür:
- Türkiye ile İngiltere arasında yapılmış gizli bir anlaşma mevcuttur.
- Antlaşma, toplamda 4 maddeden oluşmaktadır.
- Sözü edilen gizli anlaşma, Lozan Antlaşması (1923) öncesinde
imzalanmıştır.
- Antlaşmayı, İsmet İnönü imzalamıştır.
- Gizli antlaşma, Lozan Antlaşması’na rağmen geçerliliğini korumuştur.
- Gizli antlaşma, 1947 yılında hâlâ geçerli durumdadır.
- Gizli
antlaşmanın içeriği, Hilâfet ve Saltanatın kaldırılmasını kapsamaktadır.
- Gizli antlaşma,
Türkiye’deki Dinî Eğitim Yasağını da içermektedir.
- Lozan Antlaşması Hilâfet ve Saltanatı kaldırma sözü verilmesi
neticesinde ancak imzalanabilmiştir.
- Hilâfet ve Saltanat ilga edilmeden barış yapılamamıştır.
- Antlaşmanın, İngiltere ile birlikte ilga edilmesi, Türkiye
Cumhurbaşkanı’na defalarca teklif edilmişse de İngiltere’yi kızdırmamak
adına bu teklifler dikkate alınmamıştır.”
“Hilâfet, Şer’i Değil
Tarihî Bir Kurumdur; Kaldırılmasında Şer’an Bir Mahsuru Yoktur!”
Lozan Antlaşmasında İtilaf Devletlerinin ağır şartları Meclis’te tartışma
konusu olmuştur. “İkinci Grup” olarak isimlendirilen vekiller, Lozan
görüşmelerinden döndükten sonra antlaşma şartlarını Meclise sunduğunda İsmet
İnönü’ye sert bir muhalefet göstermişlerdir. Meclis’teki bu tablonun gelecek
için de tehlike arz ettiğini düşünen Mustafa Kemal ve ekibi, Meclisi seçimlere
sürüklemiştir.
Yeni Meclis’e -ne gariptir ki- Lozan’a muhalefet eden 69 vekilden hiçbiri
seçilememiştir. Yeni oluşan Meclis, tam da Mustafa Kemal’in istediği gibi “onay
meclisi”dir.
II. Dönem başlar başlamaz Meclis’in ilk işi, Lozan Antlaşmasını onaylamak
olmuştur. Ardından Hilâfet’in kaldırılış süreci hız kazandı. Hilâfet’in
kaldırılmasıyla ilgili kanun teklifi sunuldu ve görüşmeler başladı.
İzmir vekili Seyyid Bey, Hilâfet’in kaldırılmasının şer’an herhangi bir
sakıncasının olmadığını, Hilâfet’in dinî bir mesele olmayıp dünyevi bir mesele
olduğunu uzun bir konuşmayla Meclise anlattı.
“Hilâfet dinî bir mesele değil dünyevi bir meseledir” iddiasını ele
alalım:
Bir meselenin dinî ya da dünyevi olduğunu nasıl ayırt ederiz? “Bu dünyevidir,
bu dinîdir” diyebilmemiz için elimizde bazı kıstasların bulunması gerekmez mi?
Herkes kafasına göre böyle bir ayrım yapabilir mi?
Bir meselenin dinî ya da dünyevi olduğunu belirleyen kıstas, Şâri’in
hitabıdır. Bir konu hakkında Şâri’in hitabı var ise o konu şer’i yani dinî bir
meseledir. Zira şer’i hüküm, Şâri’in kulların fiilleriyle alakalı hitabıdır.
“Hilâfet, şer’i bir hüküm müdür, bir tercih midir, tarihsel bir olgu
mudur?” sorusunun cevabını bulabilmemiz için Şari’in hitabına bakmamız gerekir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
[وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ
اللّٰهُ وَلَا تَتَّبِـعْ اَهْوَٓاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ
بَعْضِ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ اِلَيْكَؕ] “Aralarında Allah’ın indirdikleri ile
hükmet! Onların hevâlarına tâbi olma ve Allah’ın sana indirdiklerinin bir
kısmından (bile) seni saptırmalarından sakın!”[1]
Hükmetmek, kanunlar belirlemek ve toplum üzerinde bu kanunları tatbik
etmektir. Kanun belirlemek için de, belirlenmiş kanunları topluma tatbik etmek
için de devlet otoritesinin varlığı kaçınılmazdır. Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmek farzdır. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek için gerekli olan Hilâfet’tir;
dolayısıyla Hilâfet de farzdır. Zira şer’i kaide der ki: “Bir farzı yerine
getirmek için gerekli olan şeyler de farzdır.”
Bu, Kur’an-ı Kerim’de geçen Şâri’in hitabıdır. Müslim’in rivayet ettiği
sahih bir hadiste ise Allah’ın Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle
buyurdu:
“Her kim itaatten
elini çekerse, Kıyamet Günü’nde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allah’ın
karşısına çıkar. Her kim de boynunda beyat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile
ölmüş olur.”
Bey’at, halife ile ümmet arasında yapılan bir akitleşmedir. Bu hadis, Hilâfet’in
farziyetine delalet eden Şari’in hitabıdır. Zira Allah ve Rasulü’nden gelen hitap,
terk edilen şey hakkında şayet tehdit ve yergi içeriyorsa bu, o şeyi terk
etmenin haram olduğunu göstermektedir. Hadiste geçen “cahiliye ölümüyle ölmüş olur” lafzı, Hilâfet’in farziyeti için bir karinedir.
Yine Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmaktadır:
“İmam (hâlife) ancak
(bir) kalkandır, O’nun arkasında savaşılır ve O’nunla korunulur.”
Bu hadiste ise halife, kalkana benzetilmiştir. Bu, övgü ifadesidir. Şari’in
hitabı övgü içeriyorsa o fiili yapma talebi vardır.
Aynı şekilde sahabeler, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
vefatından sonra kendi aralarında halife seçme işine girişmişlerdir. Ebu
Bekir’den sonra Ömer’in, Ömer’den sonra Osman’ın, Osman’dan sonra Ali’nin (RadiyAllahu
Anhum) “halife” olarak seçilmesi, sahabenin Hilâfet’in farziyeti ile
alakalı icma ettiğini göstermektedir.
Tüm bunlardan sonra ortaya çıkan tablo şudur:
Hilâfet, dünyevi/siyasi bir mesele değildir. Hilâfet, tarihsel bir olgu
da değildir. Bilakis Hilâfet, Şari’in açık hitaplarıyla farzdır. Yıkılana kadar
-art niyetli kişiler haricinde- onun dinden bir parça ve farz olup olmadığına
ilişkin herhangi bir tartışma yapılmamıştır.
Hilâfet’in kaldırılışının 100. Yılında tekrar hatırlatıyoruz ki Hilâfet,
tercih değil yerine getirilmesi gereken bir farzdır; namaz gibi, oruç gibi, zekât
gibi…


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış